Aynı şehirde yaşamamıza rağmen, hem okuyup hem çalıştığım için dönem boyu neredeyse hiç göremediğim annem sömestr tatilinde beni ziyarete geldi birkaç günlüğüne. Erkek kardeşleri ilgilenmediği için (şaşılacak bir şey elbette yok) bakımını tek başına üstlendiği annesini de yanına alarak tabi. Kış, soğuk, anneannemin sağlık koşulları derken ancak mesai saati sonrası evin içinde vakit geçirebildiğim annemle birlikte birkaç film izleyip “kaliteli zaman” geçirebileceğimizi düşündüm. Filmleri listemdekilerden seçersem bir de, bir taşla iki kuş. Bunca yoğun tempoda pragmatik olmak payımıza düşen.
Sundance film festivalinde, Kültür Bakanlığı’nın destek vermediği filmiyle ödül almış Tolga Karaçelik’in filmlerini merak ediyordum. “Sarmaşık” ne zamandır listemdeydi. Ama anne ve anneanneyle birlikte izlenecek filmlerin bazı olmazları var. Filmi forward tuşu yardımıyla hızlı oynatarak hızla gözden geçirdim ki tek bir sevişme sahnesi varsa bu filmi açmayayım. Baktım, sevişme sahnesi yok. Tamam. Sıkıntı da yok. Birlikte izleyebiliriz.
Film gemide başlıyor malumunuz. Eh tabii, gemi deyince uzun yol, karadan uzaklaşma, kaçma, gitme, kopma gibi çağrışımlar ilk elden geliyor akla ama bunlardan da önce erkekler geliyor. Gemiler onların çünkü. Bir yük gemisinde çalışan bir grup erkeğin hikayesini izlemeye başlıyoruz böylece annem, anneannem ve ben. Fakat işler planlandığı gibi gitmiyor, armatör iflas ediyor, Türk gemisi Mısır açıklarında kalakalıyor. Mürettebat birikmiş parasını ancak gemi yeni bir armatöre satıldığında alabilecek. İkisi yönetici altı erkek demir atmış gemide beklemeye başlıyor.
Filmin anlattığı erkeklik hikayesine girmeyeceğim. Benim bahsedeceğim Sarmaşık, anne ve anneannemle bir grup erkeği ve erkekliklerini izlerken benim boynuma dolanan türden. Anneannemin Nadir Sarıbacak’ı görür görmez “Kız bu bizim Nezaket’in oğlu Hasan’a benzemiyo mu? Valla insanlar çift yaratılırmış.” diye başladığı film, benim için annem ve anneannem ile benim aramdaki farkları ya da benzerlikleri izleme seansına dönüştü, hem de ilk dakikasından. Nadir Sarıbacak, Nezaket’in oğlu Hasan’a benziyor mu bilmiyorum ama anneannem için benzerlik ilişkisi kurmak herşeyin başıdır. Birbirine benzeyenler güvenli bir alan oluşturur, hiç bir şeye ya da hiç kimseye benzetemedikleri tekinsizdir, tehlikelidir. Film de olsa tanıdığın oğluna benzeyen birinin oynadığı yeğdir yani. Nadir Bey’in Hasan Bey’e benzerliği sayesinde ilk puanı aldık.
Anneannemin -senelerce dedem hapishanede olduğu için evin ekonomisini tek başına sırtlandığından olsa gerek- filmde en dikkat kesildiği yerler ezen-ezilen, patron-işçi ilişkisine yönelikti. “Bak şuna hele, nasıl da titriyo patronun karşısında; ağzından laf çıkmıyor. İşte böyle bişey. Konuşamazsın”. Böyle diyor ama ha bire konuşuyordu. Evin yükünü tek başına sırtlamıştı sırtlamasına ama bunu yaparken de annemden, yani evin tek kızından az çıkarmamıştı acısını. Çoğu kez bir anne gibi de değil, bir baba gibi, erkekleşerek yapmıştı bunu. Filmdeki erkeklik hallerini yadırgamak bir yana gerçek hayatta da olduğu gibi doğru buluyordu bir kısmını.
Anneannem yorum yapmaya devam ettikçe yıllardır tam olarak nasıl adlandıracağımı, nereye koyacağımı bilemediğim şey daha da büyüyüp odayı kaplamaya başladı. Annemin sessizliği.
Anneannemin sözleri yalnızca annemin sessizliğini büyütüyor ya da bana öyle geliyordu. Annemi bunca yıl engellemiş olduğunu, içindeki hükmetmek, emretmek, üstüne gelmek arzusunu annem üzerinde tatmin ettiğini düşündüğüm için belki, anneannemin konuşmasını annemin sessizliğinden ayrı göremiyordum. Erkekleşerek iktidar kurmuştu anneannem, annem üzerinde bir erkek gibi söz sahibi olmuştu. Şimdi de erkeklerin dünyasına dair bu filmi izlerken konuşacak, katılacak ne çok şey buluyordu…
Annemse çıt çıkarmadan izliyordu. Filmde küfürler, erkeklerin birbirlerine bir şeyler sokup çıkardıkları cümleler geçtikçe ben gerilip ortamı rahatlatmak için “yok artık, ne pis konuştular ya” gibi gereksiz ara nağmeler yapıyordum. Ama aslında annem rahatsız filan değildi. Onun da bildiği, tanıdığı, sessizce izlemeye alışık olduğu erkeklik halleriydi bunlar. Filmdeki Kürt gibiydi annemin sessizliği. Upuzun, dev gibi bir sessizlik. (DİKKAT! SPOILER!) Ne zaman ki Kürt yok edildi filmde, annem o dakika duymaya başladı filmdeki küfürleri, ağır erkeklik hallerini. Sanki sessizliğiyle özdeş olduğu karakter filmin hikâyesinden çıkınca annem filmin izleyicisine dönüştü, dışarıdan birine ve tabi konuşma hakkı olan birine. “Güç kendi eline geçince bak nasıl da değişiverdi pısırık adam” deyiverdi.
Annemin yorum yapıyor olması ne güzeldi. Film birden başka eylemlerle- küfretmek, delirmek, kavga etmek gibi- dolmaya başlamıştı ve seyri kolay, özdeşlik kurmaksızın kendi dışında gelişen bir erkeklik hikayesine dönüşüvermişti. Annem filmin aksiyonuna kendini kaptırmış, bense aynı filmde yalnızca kadınlar olsa, nasıl bir yere dönüşürdü bu cehenneme çevirdikleri dünya diye düşünüyordum. Benim gibi kadınlar, annem gibi kadınlar, anneannem gibi kadınlar… Ne yapardık bu dünya bize kalmış olsa?
Filmde İsmail ve Nadir’in vücudundan (SPOILER!) kan yerine sarmaşıklar çıkıyor ya hani, işte öyle, kandan da ziyade içimizi sarmaşık gibi saran güçlü şeyler var, kesip atmak gereken bazı şeyler. Annemin sessizliği, anneannemin bitmek tükenmek bilmeyen acılı hayat anlatısı, bir asırlık aile tarihi. Müdahale etmek ve kesmek gerekiyor.
Olan Kürt’e oldu.