“Fas prensesi gibi kızım benim” diye karşıladı anneannem beni iki eliyle başımı tutup yanaklarımdan sırayla öperken. Kısa süreli bir şaşkınlıkla, “Fas prensesi mi? Ne alaka anneanne allasen!” diye içimden geçirdim. Laf lafa karıştı, Fas prensesi konusunu anneanneme soramadım. Daha sonra, anneannemlerin gün boyu yüksek seste çalışan televizyonunun ekranındaki altyazı bir ara dikkatimi çekti. Haber bültenine kulak kesildiğimde, Fas kralı ve ailesinin Türkiye ziyaretinden bahsediliyordu.
Anneannem 80’li yaşlarında bir kadın. Ailenin dört kızından en büyüğü olarak dünyaya gelmiş. Annesinin kucağında bebekken, Bulgaristan’dan Edirne’ye göç etmişler. Edirne’de 18 yaşına girmesine 2 ay kala dedemle evlenip dört çocuk doğuran anneannem, bir çocuğunu toprağa vermiş. İki kız, bir oğlan, üç çocuğunu büyütmüş, evlendirmiş. Çocuklarının hepsi hayatlarını İstanbul’da kurmuşlar. Anneannemse dedemle birlikte yaşadıkları Edirne’deki köyünden ayrılmamış. Bundan 10 yıl öncesine kadar.
On yıl önce anneannem ve dedem İstanbul’a taşındılar. O zamana kadar anneannemleri yaz tatillerinde köyde ziyaret ederdik. Köyden dönüşlerimizin olmazsa olmazları, önce konforsuz Keşan minibüsünün koridorunda, ardından İstanbul otobüsünün bagajında bize eşlik eden beyaz peynir ve yoğurt bidonlarıydı. Anneaannem her yıl elleriyle mayalalar, yapar, bize hazır ederdi.
Anneannem ve dedem; tavuklar, inekler, koyunlar, hindiler, kazlar, arpa, buğday, peynir, süt ve daha niceleriyle geçirdikleri köy hayatlarını, dedemin rahatsızlığının ciddileşmesi ve bakımının anneannem için zorlaşması nedeniyle bırakıp İstanbul’a geldiler. Dayımların üst katında oturdukları iki katlı binanın iki odalı giriş katı dairesinde yaşamaya başladılar. Böylece 10 yıl önce Alzheimer da hayatımıza girmiş oldu. Hem dedemin bakımı hem de kendi eklem ağrıları nedeniyle anneannemin İstanbul’daki hayatı bu iki göz dairede, dört duvar arasında geçmeye başladı. Artık sadece eve ziyarete gelen çocukları, torunları, akrabalarıyla sosyalleşebiliyor; evde hasta dedemle yalnız kaldığında ise tüm gün yüksek seste haber kanalları açık olan televizyonun karşısında oyalanıyordu.
Dedemin Alzheimer’ının giderek ilerlemesiyle anneannemin hayatındaki başka bir sosyalleşme aracını ve önemini farkettik: Ev telefonu! Anneannem okuma-yazma bilmediğinden, birini aramak istediğinde telefon tuşlarını onun yerine okuma-yazma bilen dedem tuşlardı. Aralarındaki bu küçük ve sıradan iş bölümünün varlığını ve kıymetini, dedem telefonun tuşlarını tuşlayamayacak duruma geldiğinde anladık. Artık, anneannem, çocuklarından, kızkardeşlerinden ya da köydeki tanıdıklarından birini telefonla aramak istediğinde bunu yapamıyordu.
Şunu hemen belirtmem lazım; okuma-yazma bilmeyen anneannemin biz okur-yazar fanilerin tahayyüllerini aşan, müthiş bir hafızası vardır. Matruşka bebekleri gibi iç içe poşetlere koyduğu dedemin ve kendisinin ilaçlarını, hem yattıkları hem oturdukları iki çekyatın arasındaki boşlukta elinin altında bulundururdu. O poşetleri kendisi ve dedem için günde bir çok kez çekyatların arasından çıkarır, bağlanmış ağızlarını titreyen elleriyle tek tek çözer, ilaçları hemen yanı başındaki çekyatın üzerine dizerdi. Üç yıl önce vefat eden dedemin ilaçları, bir parça bisküvi veya ekmekle servis edilir, sonra kendininkilere sıra gelirdi.
Bir gün anneannemin karşısına geçtim ve bana kullandığı ilaçları tek tek anlatmasını istedim. Başladı saymaya. Bu üç ilacı sabah yemekten önce içiyorum, iki tane bu haptan şeker için, bir tane de mide hapımdan. Yemekten sonra altı tane. Mercimek kadar olan çınlama için; şu, bel ağrısı için; bunlar, kalp ve tansiyon için; bu, şeker için; şu şurup da mide için. Akşam da beş tane var: şeker, tansiyon, kalp, çınlama için ve bir tane de ağrı kesici. Tek tek prospektüslerine baktım ilaçların hepsi anneannemin dediği şeyler için kullanılıyordu. Dediğine göre, ilacın ve kutusunun şekline ya da rengine göre hatırlıyordu herşeyi.
Artık dedemin yardımı olmadan ev telefonunu kullanmak zorunda kalan anneannem için çözüm yolları aramaya başladığımızda ilaçlar geldi hemen aklıma. İlk olarak anneanneme rakamları ezberletmeye çalıştım. 0′ dan 9’a kadar rakamları büyük büyük bir kağıda ve en çok aradığı iki-üç telefon numarasını da ayrı bir kağıda yazdım. Bu kişileri aramak için, telefon numaralarındaki rakamları sırasıyla telefon üzerindeki tuşlara basarak arayabileceğini söyledim. Ancak bir iki dakika içinde, “uff benim kafam almıyor şimdi bunları” diyerek pes etti. Hepsi üniversite mezunu olan torunlarıyla gurur duyan anneannemin, okuma-yazma bilmediği için torunu önünde yaşadığı bu mahcubiyetiyle rakam meselesini kestirip attığını düşünürüm hala.
Nihayet anneannemin ev telefonunu kullanabilmesi için aklıma gelen tek çözüm, “hafızalı telefon” oldu. Hafızası Gigabit cinsinden ölçülen telefonlardan değil tabi. Hızlı arama tuşları olduğu için anneanneme ve anneme anlatırken “hafızalı” diye diye adı aramızda “hafızalı telefon” olarak kalan sabit telefonlardan bahsediyorum.
Dört yıl önce anneannemin ilk hafızalı telefonunu almak için elektronik mağazaları dolaşmaya başladım. Akıllı ve mobil telefon çağında hafızalı sabit ev telefonlarını bulmanın bu kadar zor olacağını nedense tahmin etmemiştim. İnternetten mevcut modelleri (tahmin edileceği üzere pek fazla değildi) inceleyip hafızalı telefonlar hakkında genel bir bilgi edindim ve anneannem için uygun olacağını düşündüğüm bir modeli gözüme kestirdim. Websitelerinden bu modelleri sattığını gördüğüm elektronik mağazalarına gittiğimde, ev telefonu reyonlarının önünde reyon görevlileriyle ilginç sohbetlerim oldu. Ev telefonu almak istediğimi söylediğimde, bana en son modelleri göstermeye başlıyorlardı. Cep telefonlarına ne kadar çok benzediklerini, ne kadar akıllı ve dijital olduklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Aradığım şeyin, okuma-yazma bilmeyen, gözleri zor gören ve elleri titreyen anneannemin kullanabileceği bir ev telefonu olduğunu söylüyordum. “Hani şu üzerinde ayrıca hızlı arama tuşları olanlar var ya, onlardan!” Mağazalarda genellikle tek model bulunuyordu. Benim aradığım, iki ya da dört telefon numarası “hafızalı” olanlardan değildi. İnternette gördüğüm “sekiz hafızalı” modelden arıyordum. Ve sonunda onu buldum.
Peki, bu telefonu anneannem en rahat şekilde nasıl kullanabilirdi? Telefon hafızalı olsa da hangi numaranın telefonun neresinde kayıtlı olduğunu anneannemin öğrenmesi, kendi hafızasına yerleştirmesi gerekiyordu. Bir antropolog adayı olarak akrabalık şemalarından esinlenerek, telefonun dördü sağda dördü solda olan sekiz hızlı arama tuşunu anneannem için bir sisteme sokmaya çalıştım. (En üstteki iki tuş hafızaya kaydetmek için kullanıldığından, anneannemin onları kullanmaması için onların bulunduğu yeri kalemle karaladım). Buna göre, öncelik sırasına göre sol tarafı çocuklarına, sağ tarafı kızkardeşlerine ayırdım. Çocukları ve kızkardeşleri yaş sırasına göre telefonun hafıza tuşlarına kaydettim.
Hem sağdaki hem soldaki ilk iki tuş böyle dolunca, anneannemden, telefonla aramak istediği yada araması gerekecek dört kişinin daha ismini söylemesini istedim. Şu kişilerde karar kıldı: İstanbul’dan kızı gibi sevdiği bir akraba, Edirne’de yaşayan eltisi, köyden yaşıtı bir akraba teyze ve köydeki evlerini kiraya verdikleri kişi. En zor kısma gelmiştik. Telefonun sekizli hafızası üzerinden oluşturduğum akrabalık şemasına bu kişileri nasıl yerleştirecektim. Çözümü şu şekilde buldum: anneannemin kızı gibi sevdiği akrabasının numarasını kızlarının bulunduğu sol tarafa, eltisininkini de kızkardeşlerinin bulunduğu sağ tarafa alttan ikinci tuşlara kaydettim. Geriye kalan akraba teyze ve kiracının numaraları ise sağdaki ve soldaki en alt tuşlara kaydedildi. Anneanneme de sistemi bu şekilde anlatmaya ve ezberletmeye çalıştım: “Çocukların sağ tarafta, yaş sırasına göre büyükten küçüğe doğru sıralı; onların altında kızın gibi gördüğün akraba. Kızkardeşlerin sol tarafta, büyükten küçüğe sıralı ve onların hemen altında eltinin numarası. Akraba teyze ve kiracın ise en sonlarda!”
Anneannem bu şemayı hafızasına almakta hiç zorlanmadı. Yaklaşık dört yıldır bu kişileri rahatlıkla arayabiliyor. Bu süre içinde ilk telefon bozuldu. Aynı telefondan yeniden alındı ve aynı şekilde numaralar sekiz tuşa tek tek kaydedildi. Ancak, son bir yılda yeni bir gelişme oldu. İnsanlar artık cep telefonları nedeniyle telefonlarını daha az kullanır olduğundan ve internet için ev telefonu zorunluluğu da ortadan kalktığından, ev telefonları vergi ödenen külfetler olarak gereksiz görülmeye ve iptal edilmeye başlandı. [TÜİK’ün istatistikleri de bu trendi doğruluyor: 2015 yılı Nisan ayında hanelerin %96,8’inde cep telefonu veya akıllı telefon bulunurken, sadece %29,6’sında sabit telefon kullanılıyormuş]. Bu gelişmeden anneannemin telefonu da etkileniyor. Telefonun hafızasına kayıtlı kişiler ev telefonlarını iptal ettikçe ev telefon numaraları cep telefon numaralarıyla değiştiriliyor. Ancak, anneannem sıkı sıkı tembihleniyor: Bunlar cep telefonu numaraları. Öyle evden arayıp uzun uzun konuşmamalı, çok yazar yoksa! Yine de “telefon sistemimiz” biraz daha pahalı olmakla birlikte, yeni durumlara adapte edilerek hala çalışıyor. Ve anneannemi telefonu ve sistemimizi kullanırken görmek beni mutlu ediyor.
Geçen sene doktora yeterlilik sınavına hazırlanırken toplumsal cinsiyet ve teknoloji üzerine derleme bir makale okuyordum. Kanada’da 19.yy’ın sonları ile 20. yy’ın başlarında telefonun gelişimini toplumsal cinsiyet perspektifinden inceleyen bu kitaptan işte bu sırada haberdar oldum. Kitabı özetleyen paragrafı okurken, anneannemin telefonu hep aklımın bir köşesindeydi. Bilim ve Teknoloji Çalışmaları alanında giderek popülerleşen teknolojiyi kullananların pasif alıcılar olmadıkları, aksine teknolojiyi dönüştüren aktif aktörler olduğu bakışını benimseyen bu çalışma, alana önemli bir katkı sunuyordu. Kitaba göre; telefon, başlangıçta, sadece erkek profesyonelleri içeren küçük bir kesimin hizmetinde iş amaçlı olarak tasarlanmış, ancak kadınların zamanla telefonları sosyalleşmek için kullanmaya başlamasıyla, nihayetinde hem telefon firmasının telefona sınırlı bakışı değişime zorlanmış hem de telefonun kullanım alanları iş dünyasının ötesine yayılarak genişlemiş ve dönüşmüştü.
Telefonda konuşarak sanki birbirlerine ev ziyareti yapıyormuşçasına sosyalleşen Kanadalı kadınlar gibi anneannem de hayatının belki de bedensel ve mekansal olarak en “hareketsiz” olduğu döneminde ve akıllı mobil telefonlar çağında “hafızalı ev telefonu” aracılığıyla sosyalleşiyor, bir “hareketlilik” deneyimliyor. Böylece, sabit telefonlarda sık arananları listeleyerek hızlı arama kolaylığı getirmek için geliştirilen bu kullanıcı dostu teknolojik tasarım, okuma-yazma bilmeyen, güçlükle hareket eden anneannemin titreyen ellerinde “hızlı haberleşme”nin ötesinde formlar ve anlamlar kazanıyor; sadece anneannem ve telefon, anneannem ve telefonun hafızasında kayıtlı insanlar arasında da değil, anneanne-torun ilişkimizde de.
Bu yazı anneannem Huriye Altuğ ve onun nezdinde tüm altın kızlara ithaf edilmiştir.