Ne zaman ezberlendiği hatırlanmayan bir şarkı gibiydi benim için anneannemin evi, hem tanıdık hem uzak. Ev nasılsa hep babaannenin ya da anneannenin olurdu çocukken, dedelere gidilmezdi, belki iki dede karıştırılacağından, belki de o evi dolduran, büyüten, nefes aldıran, onu sokaklara taşırıp denizlere daldıran o kadınlar olduğundan.
Ev içleri hızla ufalıp binalar göğe doğru yükselir, ebeveyn banyolarından ev içi alarmlara mahremiyet denilen şey kutsallaştırılır ve tüm evler yavaş yavaş İKEA’laşırken iki kuşak öncenin, yani anneannelerin evleri bana uzak, yabancı, bazen gülünç ama bir yandan da sıcak ve samimi görünürdü. Bu uzaklığın tuhaflığı ve bu tuhaflığın nedenleri üzerine düşündükçe, ziyarete ya da daha doğrusu “oturmaya” ve çoğunlukla “çaya” gittiğim her ev birer müze gibi görünmeye başladı gözüme. Kanepesinden yemek masasına, kül tablalarından telefon defterlerine, kumandalardan aralarına naftalin sıkıştırılmış çarşafların dizildiği koridor üstü dolaplara kadar sanki her nesne, her eşya yanında duvara çivili birer küçük açıklamayı hak ediyorlardı:
“İşlemeli gümüş sigara tablası, anneannenin annesinden kalma, tahmini 1925”
Özetle Orhan Pamuk haklıydı, her ev pekala birer müzeye dönüştürülebilir. Her anının birer fotoğrafı, her eşyanın birer anısı var bu tıpkı kendileri gibi kokan evlerde. Kapıdan içeriye adımınızı atar atmaz sizi ev sahiplerinin kokusu karşılar. Hep merak ederim, evlere mi siner kokuları yoksa evin kokusunu onların derilerine mi işlemiştir yıllar içinde.
İki kuşak öncekilerin evleriyle, ev içleriyle kurdukları ilişki bugünden çok farklı. Onlar sanki ayrılmaz bir bütünler evleriyle. Ölüm onları o evde, kendi yataklarında bulmalıdır. Kişiye yapılacak en güzel temenni budur. Yalnız mekan olarak ev değil, eşya da kişileri oluşturur tabi. Yemek masasının üzerindeki irili ufaklı lekeler, -sıcakken konulmuş fincanların, bol limonlu salata kaselerinin bıraktığı izler, küllüğün yanıbaşına düşüvermiş izmaritlerden, henüz sönmemiş küllerden kalma yer yer sigara yanıkları, farklı farklı zamanlarda oluşmuş çeşitli ebat ve derinliklerde bir takım çizikler- koltukların, kanepelerin epriyen, ucundan sökülen yerleri, kimisi ne kadar kabartılırsa kabartılsın ötekilere göre sönük duran ki en çok ona oturulduğunu gösterir minderler, uzun akşam yemeklerinden sabah kahvaltılarından, iftarlardan yahut bayram yemeklerinden sonra ağırlama nöbetini devralan, kıblesi yeni yeni televizyon olmuş oturma grubunun tam merkezine konuşlanan, üzeri çeşitli dantel, el işlemeleri, çoğunluğu anlamsız objelerle, biblolarla dolu orta sehpası, üzeri kimsenin anlamadığı yahut merak etmediği sembollerle bezeli, orta kısımları basılmaktan erimiş, solmuş halılar…
Birer çevreyolu işlevi gören, salondan mutfağa, mutfaktan yatak odasına, oradan da tuvalete, “ayağını taşa değirmeden” ev içinde seyahati kolaylaştıran halılar her mekan için özenle seçilmiştir. Boyutları, rengi, kumaşı, fiyatı, odadan odaya ne kadar göründüğüne göre değişir.
Salonlar eğer evlerin meydanlarıysa, mutfaklar turist gözüyle görünmeyecek rıhtımlarıdır. Yalnız kalıp uzakları düşlediğiniz, kalabalıktan bunalıp sığındığınız, küçük mucizelerin de yaratılabileceği ama çoğu kez bir mahkumiyet alanına dönüşen; gitmenin, bırakmanın, terk edebilmenin gücünü içinde barındırsa da bu ihtimali kendi kendine bitiren, yıllar içinde o yanıbaşınızda bulunan denizi bile görmez, farketmez olduğunuz birer liman. Buradan çıkışı bulabilmeniz sandığınız kadar kolay olmayacaktır. Hayatının çoğunu mutfakta yitirmiş anneannem örneğin, yazları yazlıkta mütemadiyen kızaran yağa kabak patlıcan patates sebze namına ne bulursa atıp kasaptan aldığı kıymayı, pirzolayı ya da çoğunlukla dedemin getirdiği balıkları tavanın üzerine bırakıp, kışları yine aynı ritüeli bu sefer değişen sebzeler ve balık türleriyle herkesi ama en başında dedemi memnun etmeye çalışarak tekrarlardı. Ama her zaman ya soğanlar büyük doğranmış olurdu ya yemek fazla tuzlu ya da yağlı. Olurdu da sahiden ve sahiden dedem daha güzel yemek yapardı anneannemden.
Ama mesele bu değil. Mesele keşke bu olsaydı. Mutfaklar evin erkekleri için sahici birer limandı. Çoğu kez açılırlardı oradan gemilerle. Mutfak tüm imkânları, olanakları sunardı önlerine. Kadınlaraysa yalnız mahkumiyet, belki biraz, o da her zaman değil, birer sığınak. Şayet çıkışı bulursanız oradan, evin dibine indikçe her odanın “arka” sıfatını alabileceği mekanlara geçilirdi: arka banyo, arka balkon, ve nihayet arka oda.
Ne şimdilerde çok sık kullanılan deyimle “ebeveyn odası”, ne de “çocuk odası”dır, arka odadır o yalnızca, yatak odalarından resmi, salonlardan samimi. Genelde televizyon da bu odada bulunur, torunlar geldiğinde salonda değil de bu arka odada oturulur. Samimiyet ve mahremiyet belirtisidir bu odalar, öyle her gelen alınmaz. Fakat siyah beyaz ya da renkli aile fotoğrafları bu odanın değil salonun duvarlarını, cam önlerini yahut büfeleri süsler. Mahremiyetin teşhiri salonların işidir çünkü. Arka odaya dönersek, arka balkona açılmak da mümkündür buradan. Ama pek bir şey bulamazsınız açıldığınız yerde, biraz dağınıktır, kimsenin oraya gireceği düşünülmemiştir. Buradan yavaşça çıkıp koridora uzandığınızda, genellikle bir masa bulursunuz bu evlerde, üzerinde sabit ev telefonu, annenin ya da babanın annelerine aldıkları cep telefonları, yanlarında telefon defteri ve çocukken nasıl tüm kent sakinlerinin telefon numaralarının yazılı olduğuna şaşırdığım o incecik sayfalı fihrist. Teknolojinin neredeyse hiç uğramadığı, wi-fi’ın ve dolayısıyla şifresinin lafının geçmediği, müziğin yalnızca radyodan, o da yanıbaşına kurularak dinlenebildiği bu evlerin belki de teknoloji aracılığıyla dışarıyla bağlantı kurduğu tek noktaydı bu sehpanın üzeri. Cep telefonları da, ironik biçimde, hiç ayrılmazdı o masanın üzerinden.
Şimdi hazırsanız koridoru bitirip içeriye, yatak odasına geçelim.
Bence anneanne evlerinin en güzel odasıdır burası. Çocukken destursuz içeri dalıp koyunlarında uyuduğunuz, anneannenizin bütün eşarplarının, rujlarının, çoraplarının, giysilerinin, ayakkabılarının sizin mağazacılık oyununuz için emrinize amade beklediği, evin dağıtmanıza en çok izin verilen, tuhaf biçimde en az mahrem olan odası. İçleri ilaç kutusu dolu komodinler, üzerlerinde birer gece lambası, çalar saat ve minik bir de sürahi. Ütü masası vardır bir de, kapının hemen arkasına özenle saklanmış, kapı ancak kapanınca ortalara dökülen.
Çıkmadan bir de tuvalete gidilmez mi? Hem burada göstermek istediklerim var. Döküm küvetler ve çeşitli renk ve desenlerde, ara sıra değişen duş perdeleri olmazsa olmazıdır buranın ama bir de demirbaşı vardır anneanne banyolarının: duş başlığının biraz uzağında konuşlanan plastik tabure. El örgüsü renk renk liflerin üzerine konulur. Her gün banyo yapılmaz çünkü, su ısıtılır önceden, daha doğrusu kombi suya çevrilir, yıkanmadan bir saat önceden başlar hazırlıklar, banyo ısıtılır, su ısınır ve uzun uzun yıkanılır, ayakta durunca yorulunacak kadar uzun, tabure de bundandır. Minik minik el havluları özenle dizilmiştir lavabonun yanına, ama bunlar misafir içindir, ev halkına özel havluları lavabonun görülmeyen tarafına asılı bulursunuz, iyi bakmanız gerek. Zaten bu evlerde nevresim takımlarından havlulara, tabak çanaktan kahve bardaklarına ilk bakışta gördüğünüz her şey misafirler içindir, siz size ait olanları bulmayı, dikkatle bakarak ayırt etmeyi öğreneceksiniz. Anneanne evleri öğretir.
Evden çıkıyorsunuz. Mantonuz girişteki askılıkta, ayakkabılarınız kapı önünde. İki üç kere öpüşüp sarılmadan, sokakta adım başı camdan sallanan ellere karşılık vermeden , vedalaşmayı uzatttıkça uzatmadan çıkamazsınız ama. Çıkmak kolay olmaz hiç bir zaman.
“Yine gelin, daha sık gelin.”