Kim derdi ki bir zamanlar Amargi için röportaj çevirisini yaptığım kültürel çalışmalar profesörü Angela McRobbie’yi Berlin’de yakalayıp soru yağmuruna tutacağım… Hayat işte! McRobbie’ye Kasım’da çıkacak yeni kitabı Be Creative, sosyal medya, Stuart Hall ve akademide var olmak gibi çok çeşitli konularda merak ettiklerimi sordum…
İlk sorum yeni kitabınız Be Creative: Making a Living in the New Culture Industries (Yaratıcı Ol: Yeni Kültür Endüstrilerinde Hayatını Kazanmak) hakkında. Ne zaman çıkıyor kitap?
Kasım gibi.
Kitabın içindekiler listesini – tabii büyük bir değişiklik yapmadıysanız – okudum. Öncelikle konunun toplumsal cinsiyet boyutunu anlatır mısınız?
Kitabın özellikle iki bölümü toplumsal cinsiyetle ilgili: Biri teorik, diğeri de daha uygulamalı olarak. Öncelikle uygulamalı bölümü anlatayım. Bu kitap, kemer sıkma ve ekonomik kriz döneminde yaratıcı ekonominin büyümesiyle ilgili. Elbette buradaki soru şu: Ne tür işler yaratılabilir? Kemer sıkma politikalarıyla ilgili çok keskin eleştiriler olsa da (ki bu eleştirilerin çoğuyla hemfikirim) Avrupa’daki bu yüksek işsizlik oranlarıyla, özellikle gençler için nasıl bir yeni ekonomi üretilebilir? Kafamda bu sorular var. Bu soru, İngiltere’de 1990’ların sonunda başlayan ekonomik gerileme sonrası kültürel ekonominin büyümesiyle ilgili sorulan sorularla çakışıyor aslında. Blair hükümeti yaratıcı ekonominin büyümesine öncülük etmişti. Bir sosyal bilimci olarak elbette yaratıcı ekonominin pek çok yönüne eleştirel yaklaştım, özellikle de yeteneğin ve yetenek ekonomisinin kutsanıp bireylerin eşsizliğine yapılan vurgu ve bunun temelini oluşturan beşeri sermaye modeline. Diğer yandan, kadınların, özellikle de genç kadınların istihdamıyla ilgili fikirleri de önemsiyorum. Bir kadın hayatını nasıl kazanabilir? Özellikle de bunu büyük bir fedakârlık gibi görmeyeceği, sahte girişimcilik kültürünün ekmeğine yağ sürmeyeceği şekilde nasıl yapabilir? Bu yüzden, Berlin’le ilgili bölümde kentte nasıl bir moda endüstrisi yaratıldığını merak ederek pek çok detayı inceledim. Eleştirel, sosyal konularda aktif ve mahallelerle daha büyük toplumsal sorunları birbirine bağlayan, sosyal değere sahip farklı bir moda endüstrisiyle ilgili ilginç şeyler söylüyor mu bize? Bu bağlamda kendi işinde çalışan kadınlarla, kâr amacı gütmeyen kadınlarla, genç kadınlarla, yeni mezun kadınlarla, tasarımcılarla görüşmeler gerçekleştirdik. O yüzden uzun bir bölüm bu. Biraz önce anlattığım faktörler nasıl ve hangi yolla bir araya geliyor da büyük küresel moda endüstrisinin gündeminde olmayan bir şey üretiyorlar? Bu küçük işletmeler para kazanmakta da zorlanıyor tabii. Sonuçlar şunu gösterdi: Kadınlar bunu planlı programlı yapmıyor, planlı olarak orada çalışıp pek çok etkinlikte bulunmuyor. Çok para da kazanmıyorlar. Ama özellikle de çocuklu kadınlar için, bunun ilginç bir iş olduğuna dair öngörü var. İşin el sanatları yönü hoşlarına gidiyor. Başka kadınlarla çalışmak hoşlarına gidiyor. Bazı işletmeler sık sık Türk-Alman kadınlarla çalışıyor, onları hor görmeden… Yani işin haz ve sosyal anlamda aktif olma boyutu var. Mutenalaştırma (gentrification) veya bir mahallenin tekrar elden geçirilmesi konusu, turizme gece kulüpleri merkezli, erkek egemen bir yön veriyor ve bu kadınlar bir anlamda “Bakın, burayı sadece restoranlar ve gece kulüpleriyle dolu bir gece ekonomisi haline getirmektense işin içine diğer çocuklu anneleri de katarak mahallemizi geliştirebiliriz” diyor. Bu anlamda konuyu çok ilginç buluyorum; kitaptaki ilgili bölüm de epey uzun zaten. Tutku, nasıl oluyor da toplum, aktiflik ve çocuk sahibi olmakla beraber yürütülecek işler yaratmak gibi faktörleri içeren daha büyük bir sürecin parçası haline geliyor? Diğer bölüm ise daha teorik. Orada Neo-Marksizmin, operaismo perspektifiyle özdeşleştirilen maço unsurlarına feminist bir karşı çıkışım var. Hardt ve Negri’nin, Lazzarato’nun çalışmaları ve maddi olmayan emekle ilgili yeni tartışmalar çok ilginç.
Maddi olmayan emek nedir?
Maddi olmayan emek, üretimin kendisini değil de bilgi ekonomisini içeren yeni iş türleriyle ilgili bir terim. İtalyan sosyal teorisyen Maurizio Lazzarato, yazdığı ünlü makalede artık ekonominin ekranlar ve bilgi etrafında döndüğünü söylemişti. Bu çalışmaların Neo-Marksist Occupy grupları gibi yeni radikaller üzerinde büyük etkisi oldu. Ben de o argümanlara feminist bir bakış açısıyla karşı çıkıyorum.
Yaklaşımlarındaki sorunlardan biri şu: Kültürü işin içine katmıyorlar. Gerçekten eski tip bir Marksizm anlayışları var çünkü fetişleştirdikleri bir fabrika fikrine dayanıyor. Sonra da “Hayatın geri kalanı da sosyal fabrika” deyip geçiyorlar. Ben de diyorum ki “Yapmayın! Ya mutfak? Ya yatak odası? Ya sokak? Ya topluluklar?” Neredeyse 30 yıllık bir Marksizm-Post Marksizm döneminde var olmuş kültürel politikalara bu kadar kör mü kaldılar? Bologna ekolü etkisi altında çalıştıklarını öne sürerek Bologna’ya karşı Birmigham kültürel çalışmalar ekolünü ortaya çıkarıyorum. “Birmingham’ın kültürel politikalarla ilgili çalışmaları politikanın sadece maddi olmayan emek tartışmasıyla değil iç kültürle de ortaya çıktığını gösteriyor” diyorum.
Kitabınızın kapağındaki fotoğraf nerede çekildi?
Berlin’in Neukölln semtinde yer alan salaş bir dükkânın vitrini. Tam da kitapta bahsettiğim türden bir dükkân. İleri dönüşüm (upcycling) fikrini andırıyor.
Alandaki tüketicilerin çoğunlukla kadın olması da konuyla ilgili mi, peki?
Aslında tüketim kültürüne dikkat çekmekte haklısınız ama bu kitapta yeni üretim ve ekonomik faaliyet biçimleri ile yeni iş alanları yaratma konusuna yoğunlaştım. Kitabın son bölümü Avrupa-Erasmus programlarının iş yaratma projeleriyle ilgili. Mesela böyle programlarla Türkiye’den Helsinki’ye 20 kişi, İtalya’dan Hollanda’ya 30 kişi gönderiliyor. Kitabın son bölümünde bu konularda kullanılan kelimelerin nasıl değiştiğine bakıyorum. 10-15 yıl önce kullanılan kelimeler toplumsal açıdan değer taşıyordu: Evsiz insanlarla çalışmak gibi, genç kadınlara ve annelere yardım etmek için beceriler geliştirmek gibi… Şimdi kullanılan sözler “Nasıl film çekilir?” veya “Nasıl girişimci olunur?”
Kâr amaçlı mı yani?
Kâr amaçlı bile değil. “Şu şu olmak için hangi becerilere ihtiyacınız var, kendi işinizi kurmanız için sizi nasıl eğitebiliriz?” gibi şeyler… Hem de genç insanlara, medyaya ve kültüre de çekici gelecek işler kurmak… Eğlence sektörü, film çekmek… Evsizler için veya onlarla beraber çalışmak yerine onlarla ilgili film çekersiniz belki.
Çok iyi anladım. Kitabın ikinci bölümünde “kültürün modernizasyonu” diye bir terim var. Ne anlama geliyor?
Kültürün örgütlenmesi dedim, modernizasyonu değil.
Wiley’nin web sitesinde “modernizasyon” yazmışlar ama belli ki yanlış yazılmış.
Gerçekten mi? Haberim yoktu. Kültürün ekonominin bir parçası haline nasıl geldiği, kendi işini kurma veya serbest çalışma konusuna yapılan vurgu ve her yerde göze sokulan girişimcilik meselesiydi kültürün örgütlenmesiyle kastettiğim.
Peki ya akademiyi yaratıcı ekonomi olarak alırsak, bundan kaçma yolu var mı?
Kitaptaki son argümanlardan biri işletme okulu modelinin sosyal bilimlere, sanata ve beşeri bilimlere empoze edilmesiyle ilgili. Tamam, belki mühendislik, matematik ve tıp gibi bilimlere empoze edilmiyor olabilir ama bizim içinde bulunduğumuz alanlara (yani sanat ve beşeri bilimlere) ediliyor. Bu, amaçlarına yüzde yüz ulaşıyorlar anlamına gelmiyor elbette ama eğitimle ilgili kullanılan kelimeler ve terimler hep işletme okulu terimleri. Amerikan işletme okulu hatta. Wendy Brown da son kitabında buna değindi. Girişimcilik okulu… Bunun içinde nasıl yaşıyoruz? Günlük hayatımızda bunu tam olarak nasıl deneyimliyoruz? Bence süreçle ilgili daha çok etnografik veya fenomenolojik hikâyeye ihtiyacımız var. Örneğin akademide altı aylık işleri seçen kadınların hikâyelerine. Ama ümitsiz bir vaka olduğunu düşünmüyorum. Çünkü biz sosyal bilimler eğitimi aldık ve öğrettiğimiz değerlerin bir parçası bu. İşletme okulundan gelmedik, “Size akademinin gerektirdiği şekilde başarılı bir iş kadını olmanın yollarını öğreteceğiz” demiyoruz; kendi uzmanlık alanımızı öğretiyoruz öğrencilere. O uzmanlık da yılların çalışmasıyla edinildi. Şöyle bir paradoks da var ayrıca; bazen işletme fakültesinden gelen öğrenciler bu eleştirel dersleri çok seviyor. Sonuçta üniversite öğrencisi olup da derin, felsefi düşüncelere dalmama olasılığı az. Mesela üç yıl bir moda ajansında veya tasarım ajansında çalışmış bir öğrenci de olabilir. Yaşadıkları dünyayı anlamlandırmalarına yardımcı olacak analizlere ihtiyaç duyuyorlar. Onlara verdiklerimizle ne yaptıkları sorusunun cevabı belirsiz. Ama bu her durumda geçerli. Sana Stuart Hall öğrettim diye illa gidip film çekeceksin ya da TV programı hazırlayacaksın diyemem ki. Yine de akademi ve öğrenciler arası karşılaşmaların iyimser ve pozitif bir şeyler barındırdığını düşünüyorum. Tabii Harvard İşletme Okulu’nda öğretmenlik yapmak daha farklı olabilir. Ama biz o fakültede değiliz, sosyal bilimler öğretiyoruz.
Biliyorsunuz sosyal bilimlerde, özellikle yüksek lisans sonrası akademide devam etmek isteyen öğrenciler, üniversitede kadroları yoksa kendini geçindirmekte zorlanıyor. Diğer yandan, akademinin de düşünme ve fikir üretme anlamında bir “yaratıcılık” özelliği var insanları çeken. Sonuç olarak ya aileden destekle ya da başka yerlerde çalışarak geçinmeye çalışıyorsunuz. Bu yüzden iki alan arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyorum…
Evet haklısınız. Ama öncelikle şunu söyleyeyim: İngiltere’de, bırakın doktora seviyesini, yüksek lisans seviyesinde bile aileden destek alma fikri sadece çok zenginler için geçerli. İngiltere’deki pek çok öğrencinin ailesinin gücü yüksek lisans harçlarına, Londra’da ev kirasına ve geçim masraflarına yetmez. Yüksek bir miktardan bahsediyoruz. O yüzden bana aileden destek aldığını söyleyen öğrenciler genellikle Avrupa’daki çok zengin burjuva, orta sınıf ailelerin çocukları. Mesela ben bir profesör olarak kızımın yüksek lisans masrafını ve geçim giderlerini ödeyemem; imkânsız. Yani, nüfusun az bir kesiminden bahsediyorsunuz. Yine İngiltere’den örnek verebilirim, Kadın Çalışmaları bölümünden gelip doktora yapmak isteyen bir öğrenci anca okulda yarı zamanlı çalışıp okul masraflarını azaltarak ve başka işlerde de çalışarak bunu yapabilir. Genelde doktora yapan öğrencilerin çoğu hafta sonları da çalışır mesela. Eğer ailenizden gelen bir destek yoksa tek yapabileceğiniz okulda yarı zamanlı çalışmak, Londra merkezinde yaşamamak, okula kent çevresinden gelip gitmek ve olabildiği kadar çok işte çalışmak. Bence bu iyi bir yöntem ve böyle yapan kadınlara epey saygı duyuyorum. Tamam, belki bu şekilde doktora üç yerine beş yılda bitiyor ama zaten ABD veya Almanya’da da o kadar sürüyor.
Ama genel olarak üzücü bir durum.
Evet, tamamen katılıyorum. Almanya’da durum biraz daha farklı mesela. Orada bir doktora programına kabul aldığınız zaman burs bulmanız da zor olmuyor. İskandinavya’da da öyle. Çok rahat bir Danimarkalı öğrencim vardı. Grafik tasarımcı olarak çalışıyordu. Yüksek lisansını Goldsmiths’te yaptı; bütün okul masraflarını da Danimarka hükümeti ödedi. Sonrasında iş bulma derdine bile düşmedi çünkü bu sefer Danimarka’da başka bir yüksek lisans programına kabul edildi.
(Acı acı gülerek) Ne güzel…
Kesinlikle!
İnsan akademide devam edip etmeme konusunda şüphelere düşüyor…
Bence okulda yarı zamanlı çalışıp dışarıda başka işler yapmak normal bir günlük hayatınızın olması demek, diğer yandan. Yarı zamanlı çalışıyorsanız işiniz var anlamına geliyor. Çocuk doğurmak isterseniz doğurabilirsiniz. Yani, her şeyin hızlı hızlı olması gerekmez ama sonuçta yürütülebilir.
Anlıyorum, kendi ritminde olur demek istiyorsunuz.
Evet, kesinlikle. Günümüz neoliberal dünyasında böylesi daha sağlıklı bence. Aklınızı yitirmezsiniz.
Başka bir konuya geçiyorum. Aftermath of Feminism’i yayımladıktan sonra gözlemlediğiniz bir değişiklik veya sapma var mı? Son makalelerinizden birinde feminizmin tekrar atağa kalktığını yazmışsınız. Yani, feminizmin çöküşüyle ilgili daha fazla farkındalık mı var?
İlginç bir soru sordunuz. Şüphesiz, feminizm epey atağa kalktı; aşağı yukarı kitabımın çıktığı zamanlarda başladı bu. Dünyanın farklı yerlerinden bıkkınlık ve öfke sesleri yükselmeye başladı sanki “Böyle gitmez artık!” şeklinde. Gerek iş yerinde tacizle, gerekse sokakta rastlanan eski tip cinsiyetçilikle ilgili yeni bir feminizm rüzgârı esti. Elbette bu beni çok mutlu etti. Ama gençlerin, özellikle yeni aktivistlerin, bahsettiğimiz çöküşün ne kadar ustalıkla gerçekleştiğini yeterince algılayamadıklarını gözlemledim. Muhtemelen 15 yıllık bir feminizm reddi, cinsiyetçiliğe dönüş ve kadın bedeninin cinselleştirilmesi dönemi var; bu yüzden söz konusu çöküş o kadar güçlü ve feminizmin reddi o kadar kapsamlı ki bu yeni feminizmin ortaya çıktığı günümüz neoliberal dönemde en baştan başlamamız gerekiyor galiba. Mesela şu an akademide bazı kadınlar, bir orkestraya kabul edilen kadınların sayısını çıkarmak gibi, bizim 1974’te Birmingham’da fazla demode bulduğumuz projeler yürütüyor! Ya da BBC’deki cinsiyetçiliği analiz etmek gibi! Ya da sanat dünyasında gösteri yapma şansını elde eden kadınları saymak gibi! Tamam, anlıyorum, bunları yapmak zorundalar. Ama böyle projeleri süpervize etmeyi reddediyorum çünkü 1970’lerden kalma yöntemler bunlar. “Bankalarda daha fazla kadın çalışmalı!” türü yaklaşımlar…
Daha iyi yöntemler olmalı.
Aslında tek çareleri bu, çünkü anca bunları yaptıklarında birileri onlara kulak veriyor. Mesela bir sergiye gidiyorsunuz ve eserlerin sadece bir tanesi kadın elinden çıkma, diğerlerinin hepsini erkekler yapmış. Bunları saymaya başladığında, sonuçları sunuyorsun, birileri de “Peki, hakkınız var” diyor. Yani, siyasi açıdan doğru kabul edilen yöntem bu. Onların dilinden konuşmanız lazım; psikanalizden veya sembolik şiddetten bahsetmek anlamsız. Onların dilinden konuşmak gerek.
Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması (gender mainstreaming) nereye doğru gidiyor sizce?
Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılmasının yerini liderlik fikri aldı bence. Söz konusu anaakımlaştırma İngiltere’de hiç büyük bir konu olmadı zaten; Almanya’da daha çok önem verildi bu konuya. Ama orada da burada da durum aynı: günümüz siyasi dünyasının terimleri; hükümetin, politikacıların ve üniversitelerin duymak istediği kelimeler hep liderlik üzerine.
Stuart Hall’la çalışmak nasıldı? Ondan neler öğrendiniz?
Bu çok güzel bir soru, sorduğunuz için teşekkürler. Çok zaman geçti üstünden tabii. Siyasi açıdan çok hararetli bir dönemdi ve hepimiz kafayı biraz siyasetle bozmuştuk açıkçası. Çok tutkuluyduk; çok zamanımızı alan bir dönemdi. Hayatımızda aktivizm ile teori üretip yazma arasında bir çizgi yok gibiydi. Bu yüzden elbette dezavantajları da vardı. Ama o dayanışma ve bütünlük ruhu gerçekten çok güzeldi. Özellikle kadınların yazdıklarını birbiriyle paylaşması inanılmaz derecede önemliydi. Mesela ben Jackie dergisiyle ilgili bir şey yazıp grubumla paylaşıyordum; onlar da bana geri bildirim veriyordu ve ortaya daha iyi bir ürün çıkıyordu. Makaleleri beraber yazmak da çok önemliydi. Şimdi neoliberal dönem üniversitelerde, öğrencilerime bunu yapmalarını öğütlemekten 10 yıl önce falan vazgeçtim çünkü hemen “Bunun bana faydası ne olacak? Başkasının eserini okumaya vaktim yok” diyorlardı. Bu durum, insanların ne kadar bireyselleştirildiğinin bir göstergesi. Sadece kendinizi düşünüyorsunuz, ne kadar kötü. Biz, sadece işbirliğinden ve toplu hareket etmekten insana hayır geleceğini öğrendik. Bence Stuart’un benimsediği öğretme anlayışı da böyleydi; dünyaca tanınan bir entelektüel olmak gibi bir derdi yoktu, ödüllerle ilgilenmezdi. Yaşadığı süre boyunca çok ödül almış olabilir ama onun asıl derdi diyalog kurmaktı. Bir gün bir ülkeye, ertesi gün de başka ülkeye giden uluslararası bir akademi insanı olmaktan ziyade siyasi fikirlerde nelerin söz konusu olduğuyla ilgilenirdi. Döneminin cömertliği açısından Stuart bana çok şey öğretti. Ayrıca, insanlarla temasa geçmekten çok büyük zevk alırdı; akademik hayat da böyle bir şeydi zaten, insanlarla beraber makaleler yazmak vs. Bunları çok severdi. Kütüphanede tek başına oturmaktansa insanlarla temas kurmayı tercih ederdi. Bu açıdan, Foucault veya Derrida veya hatta Bourdieu gibi olmaktan çok uzaktı.
Zamanının ruhu onun bedeninde hayat bulmuş galiba…
Haklısınız. Ama hayatı boyunca öyleydi Stuart. 70-80 yaşına geldiğinde “Şimdi de bu yeni şöhret kültürüne uyum sağlamam lazım” demedi. Hatta kolektif çalışmalarını daha da arttırdı.
Kültürel çalışmalar profesörü olarak, sizin sosyal medyayla ilişkiniz ne durumda?
Bu da çok iyi bir soru. Sosyal medya kullanımı konusunda çok tedbirliyim. Çok da ilgi duymuyorum çünkü beğenme/beğenmeme (like/dislike) fikrinden, selfie kültüründen ve bu kültürün “Burada da tatildeyim!” “Bikinimle ben!” gibi mesajlarla insanları kendi reklamını yapmaya teşvik etmesinden son derece rahatsızım. Bundan dolayı biraz geride durmayı ve görünmez olmayı tercih ediyorum. Bence akademi insanlarının, filozofların ve düşünürlerin bu konuda dikkatli olup sosyal medyadan bir adım geride durmaları en iyisi çünkü çok tehlikeli ve nahoş bir hal aldı. Yani, Facebook’un kendisi bile, mesela o Social Network filmi 20 yıldır gördüğüm en cinsiyetçi filmdi. Üstüne üstlük adam bir de Sheryl Sandberg’i işe aldı. Tabii diğer yandan bir sosyal bilimci olarak sosyal medyanın nasıl işlediğini de anlamanız lazım. Görmezden gelemezsiniz.
Yine de, internetin bile olmadığı dönemi gören bir sosyal bilimci olarak, sosyal medyayı kendine özgü buluyor musunuz?
Evet, tarihsel bir perspektifin gerekliliğine kesinlikle inanıyorum ama mesela genç kadınların intiharından bahsettiğim makalemde de anlattığım gibi… Tamam, belki intihar oranları istatistiksel olarak artmamış olabilir ya da bazı insanlar “erkekler arasında intihar daha yaygın” diyebilir. Elbette intihar gibi bir konuda gerçek istatistiksel malzemeye saygı duymak gerek ama dikkatini çekmeye çalıştığım şey kadınlara sadece bedenleri ve görünümleri üzerinden değil, aynı zamanda değerlendirilip not verilme ve sınıflandırılma kültürü aracılığıyla bir kırılganlık alanı açılmasıydı. Ve artık bu çocukluk dönemlerine sıçramış durumda. Bu çok habis bir şey! Yani makaleyi yazarken şunu düşünüyordum: Mesela kızıl saçlı, azıcık toplu bir kız çocuğum olsa, bu Facebook ve selfie kültürünü alaşağı etmek için büyük bir mücadele veriyor olurdum herhalde! Diğer yandan bir anne olarak elinizden bir şey gelmeyebiliyor, çünkü çocuğunuz o kültürün içinde olmak istiyor ve sana “Geri dur!” diyor. Yani çok, çok zor bir durum. Bazı insanlar da bu kadar korumacı davranmanın fazlasıyla orta sınıfa dair bir davranış olduğunu söylüyor. Yine de düşüncelerim bunlar. İntihar oranları artmıyor olabilir, evet, ama bu kültür yüzünden gerçekleşen ölümler gereksiz ölümler. İntihar oranları ne olursa olsun, hiçbir çocuk “Kızıl saçlı olduğum için beni beğenmiyorlar” diyerek intihar etmemeli. Bir ebeveyn olarak hayatınızın geri kalanında bu gerçekle nasıl yaşarsınız?
Popüler kültürle, özellikle kadınlarla ilgili, bu kadar eser verdikten sonra günlük hayat pratiklerinizi değiştirme gereği duyuyor musunuz? Yani bu süreçte, teori pratiğe nasıl geçirilir?
Hmmm… Bence ne yapabileceğiniz konusunda gerçekçi olmanız lazım. Aftermath of Feminism’i yazarken bu çöküş mantığını ve feminizm olmadan da yaşayabileceğiniz fikrinin nasıl yayıldığını göstermeye çalıştım. Yani o proje veya mükemmellikle ilgili yazdığım o makale, popüler kültüre dair yapabileceğimin en iyisiydi. Benden dört tane daha olsaydı, yaptıklarımı daha popüler gazetecilik formatına döndürebilirdim belki. Ama yapamam. Bu yüzden bence sorunuz şu sorularla alakalı: “Bir entelektüel nedir?” ve “Bir halk entelektüeli nedir?” Sınırlı vaktinizi ve kaynaklarınızı nasıl harcıyorsunuz? Benim tek yapabildiğim öğretmek ve araştırma yapmak. İyimser olmak biraz zor bu koşullar altında.
Mesela “saplanıp kalmışlık” hissi de yakanızı bırakmayabiliyor. Yani bu kültürün gerçekleriyle ilgili çoğu insandan fazla şey biliyorsunuz belki ama kendinizi aynı çemberde bulabiliyorsunuz. Mesela Facebook’ta “beğenilmek” istemek…
Tabii ki insanların “Ne güzel fotoğraf! Harika görünüyorsun!” demesini istersiniz! Elbette…
Aynı zamanda elinizden geldiği kadar feminist olmaya çabalıyorsunuz, bu da zorluklardan biri…
Evet… Bence bugünün genç kadınları her durumda bu dünyanın içinde, buna şüphe yok. Aynı zamanda feminist de olabilirsin. Yeni feminizm dalgası da bunu açık açık ifade ediyor zaten. Mutlak bir “dışarının” veya alternatifin olmadığı, bu sistemin ve medya dünyasının içine düştüğünüz bir itibar ve mevki siyaseti var. Yeni feminizm dalgası başından beri bedenle ve görünümle ilgili sorular soruyor; görünümünden utanmamak gibi konuları irdeliyor. Bunlar önemli sorular.
Hazır “utanmamak” konusu açılmışken, Top Girls? Young Women and the Sexual Contract (Zirvedeki Kızlar? Genç Kadınlar ve Cinsel Sözleşme) adlı makalenizden de anladığım kadarıyla, feminizmi içine alan her konunun pratiği anti-feminist bir şekilde yapılabiliyor sanki. “Görünüşümden utanmıyorum” söylemi hiç de feminist olmayan bir yöntemle verilebiliyor. Bu da çok tehlikeli gibi…
Kesinlikle, farkındayım. Büyük markalar “Utanmıyoruz ve işte ürünümüz. Şişman, zayıf, genç, yaşlı her kadının arkasındayız” sloganlarıyla bir çeşit feminizm söylemi tutturmuşlar. Şu an böyle yeni bir feminizmin içindeyiz. Sorun şu: Buna nasıl tepki verilir? Benim cevabım, tek bir gerçek feminizm olmadığını söylemek. Mesela bence Sheryl Sandberg de feminist. Hem pek çok farklı feminizm çeşidinin olmasını hiç olmamasına tercih ederim…
Sanırım kadınların feminist olma biçimlerini etkileyen çok fazla öğe var…
Aynen. Mesela özellikle Almanya’da feminizmin dogmatik görünmesi istenmiyor bence. Ben feminizmin çöküşünden bahsederken bunun sebepleri arasında feminizmin kendi içindeki güvensizliği ve medyada çok dogmatik görünmesi vardı. Kadınlar “Hem feminist olup hem de erkeklerle ilişkimde mutlu olabilirim” diyebilmek istiyor.
Kendinizi anlattığınız röportajı okudum…
(Utanıyor) Evet, şu… Aslında onu yapmak niyetinde değildim…
Bence çok güzel. Aynı zamanda önemli de, çünkü otobiyografik değeri var. Yüksek lisans çalışmanızın konusu romans ve kadın uyumluluğuymuş…
Yüksek lisans için Birmingham’a gittiğimde bir an önce kadın dergilerini çalışmak istiyordum. Ama zamanla genç kadınların gerçek hayat deneyimlerini düşünmeye başladım. Dolayısıyla biraz deneysel oldu çalışmam. Aslında kafamdaki şey romans ideolojisiydi.
“Kadın uyumluluğu” dediğinizde aklıma gelen ilk konu ilişkiler…
Evet… Feminist olsanız da annelik gibi rollere uyum sağlama biçimlerinizin her zaman farkında olamazsınız. Anne veya benim gibi bir büyükanne olabilirsiniz ve “kadınca uyumluluk” gibi görünen rollere kolayca girebilirsiniz…
Performansla da epey alakalı.
Kesinlikle. Bourdieu’nun habitus’u gibi… Beden, her zaman bilinçli kararla eyleme geçmiyor.
Araştırmalarınız için incelediğiniz anaakım medya organları dışında, basılı veya online feminist yayınları takip ediyor musunuz?
Ediyorum ve etmiyorum. Yine zaman kısıtlılığı yüzünden. ABD’deki Bitch dergisini takip ettim bir süre. Özellikle bu yayınların nasıl filtrelendiğine bakıyorum. Berlin’de Missy dergisini takip ediyorum tabii. Arada sırada F-word gibi web sitelerine bakıyorum. Missy ve Bitch gibi dergilerin tamamen arkasındayım. Basılı dergi formatını değerli buluyorum, kadın dergilerinin bir geleneği olarak.
Akademik anlamda Londra ve Berlin arasında bir karşılaştırma yapmanızı istesem?
Almanya’da köklü bir teorik çerçeveye sahip medya çalışmaları ve kültürel çalışmalar olduğu söylenemez. Dolayısıyla, feminist kültürel çalışmalar da burada pek varlık gösteremiyor. Yani, feminist kültürel çalışmalar alanında burada iş bulamazsınız bence. Hatta çok spesifik bir film teorisi geleneği izlemeye kalkışırsanız, sinema çalışmalarında bile iş bulamazsınız. Tabii ki burada da medya çalışmaları mevcut ama Berlin’de çok varlık gösterdiğini söylemek zor. Elbette sanat fakültesinin kendi gündemi ayrı; ben sosyal bilimlerden bahsediyorum. Burada konuştuğum öğrenciler genelde Almanya’da lisanslarını veya yüksek lisanslarını tamamlayıp sonra medya çalışmaları veya kültürel çalışmalar için Goldsmiths’e geliyor. Bence Alman üniversite sistemi çok daha katı ve kemikleşmiş. Profesörlere itaat çok önemli. İngiltere’de böyle değil. Benim için temel fark bu. Burası daha katı, esnekliği az ve hiyerarşi fazla. Disiplinlerarası deneyimsel çalışmalara açık değiller. Mesela benim kendi disiplinim başta edebiyat ve sosyolojiydi; kültürel çalışmalar araya girdi. Neyse ki iş buldum. Almanya’da olsaydım iş bulmam daha zor olurdu.
Ana görüntü fotoğraf: Biray Anıl Birer