Alef, transların inşa ettiği değişimi tek bir yumruk darbesiyle yere sermekten, dünyanın translarla ilgili algısını, bildiklerini, tekrarlamaktan çekinmiyor. Ne uğruna?

KÜLTÜR

Alef ve Dijital Platformda Diziler: Anlatılan Bizim Hikayemiz Değil

Yönetmenliğini Emin Alper’in, senaristliğini Emre Kayış’ın yaptığı Alef, yönetmenin ilk dizisi olması sebebiyle ve Kenan İmirzalioğlu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Melisa Sözen’den oluşan oyuncu kadrosuyla yılın en çok beklenen dizilerinden biriydi. Buna rağmen, Nisan ayında BluTV’de galasını gerçekleştiren Alef hakkında, sosyal medya kullanıcılarının yorumları hariç çok fazla yazı okumadık. Ancak Alef, Haziran ayında bir sürpriz yaşadı ve İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası tarafından verilen Hormonlu Domates homofobi-transfobi ödüllerine aday gösterildi. Sizler için Alef’i izledim ve akıllardakii soruyu en başta cevaplamak isterim: Alef, Hormonlu Domates’i kazanmayı sonuna kadar hak ediyor; layık olduğu tek ödül de muhtemelen bu. 

 

Alef, bir Ortodoks haç çıkarma ayini sırasında boğazda bulunan bir cesetle açılıyor ve biz de İstanbul’un pek gururlu olduğu (buna rağmen pek de özenli davranmadığı) etnik çeşitliliğine, “doğu-batı sentezi/karşıtlığına” değineceğini anlıyoruz. Hemen ardından, diziyi taşıyacak olan iki ana karakterimizle tanışıyoruz: Hayatı İngiltere’de geçen ve bir travma sonucu Türkiye’ye yerleşmeye karar veren, eğitimli, modern dedektif Kemal (Kenan İmirzalioğlu) ve emekliliğine çok yaklaşan, egzantrik, çalışma arkadaşları tarafından sevilmeyen, aksi ve geleneksel komiser Settar (Ahmet Mümtaz Taylan). Erkeklerin birbirlerine hayatı dar ettiği ve bürokrasinin her bir şeyi işlemez kıldığı bu evrende, Kemal ve Settar, daha tanışır tanışmaz bir uyum yakalıyor ve cinayeti çözmenin peşine düşüyorlar. 

 

Merve’nin Anılmayan Adı, Anlatılmayan Hikayesi

 

Son yılların sevilen karakter oyuncusu Müfit Kayacan’ın canlandırdığı (ve bir hayli de zorlandığı) adli tıp uzmanının, cesedin eziyet görmüş trans bir kadına ait olduğunu polislerimize bildirmesiyle birlikte, Kemal ve Settar, Merve isimli bu kadının önce çalıştığı yeri, yakınlarını ve nihayet ailesini, e hiçbir heyecan verici olayla karşılaşmadan, bütün klişelere ise ısrarla uğrayarak  buluyorlar. Sağlığında ablasıyla görüştüğünü önce inkar eden kardeşi, nihayet gerçekleri söylediğinde, ablasının önceleri normal bir adam olduğunu, derken bir tarikata katıldığını ve hal ve tavırlarının değiştiğini anlatıyor polislerimize. Dizinin devamında Merve, sadece kimliğinde yazan adıyla anılıyor ve hayatından bir daha bahsedilmiyor. Cesediyle hayli haşır neşir olduğumuz, dolayısıyla vajinoplasti ameliyatı geçirdiğini bildiğimiz Merve, neden kimliğindeki ismini basit bir hukuki süreçle değiştirmemiş, yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiği süreci neden sona erdirmemiştir, bilemiyoruz. Görünen o ki, sırf kadının translığının altını çizmek için böyle bir maddi hata yapılıyor. 

 

Bildiğiniz gibi, başta trans kadınlar olmak üzere translar, varolageldikleri tarih boyunca, kendilerine zarar veren belli bazı inanışlarla mücadele etmek için kendilerini anlatmaya zorlandılar. Medyadaki var oluşları eğer kötümserse kriminal, iyimserse egzotik figürlere hapsedildi. Özellikle de 80li yıllarda, translarla ilgili en sevilen klişe “bir anda karşı cinse dönüşen” kişiler oldukları yönünde oldu. Bu anlatıya göre translar, hayatı sisler gibi tecrübe ediyor, sıradan yaşamlar sürüyor ve bir gün aniden kendilerini kadın/erkek hissetmeye başlıyorlardı. Bu klişe, translığın bir oluş değil, bir hastalık gibi algılanmasına da hizmet ediyorduelbette. 

 

Oysa 2020 yılında, bizlere bu sürecin bu şekilde olmadığını anlatan sayısız trans anlatısına kavuştuk. Translar, onlara bakışımızı, algılayışımızı değiştirebilmek için mahrem tecrübelerini paylaştılar bizimle. Transların, özellikle de binary yani kendilerini kadın-erkek ikiliği içinde tanımlayan ve buna bağlı olarak çeşitli bedensel uyumlama süreçleri yaşayan transların (ki Merve onlardan biri) büyük çoğunluğu, cinsiyetlerini henüz çok küçükken fark ediyor ve daha önemlisi bunu dış dünyaya da belli ediyorlar. Tam da bu yüzden, çocukluklarından itibaren şiddeti, dışlanmayı ve sömürüyü deneyimliyorlar. Translık, cinsel yönelimden farklı olarak, bizzat bu kendini ifade edişin ve varoluşun toplum beklentilerine uygun olmaması demek anlamına geliyor zaten. 

 

Peki bir kadın, 20li yaşlarının ortasına kadar, en yakınlarının bile anlamayacağı denli ustaca sis var oluşunu yaşarken bir gün yeni insanlarla tanışarak kendini keşfedebilir mi? Elbette. Normun dışında bir norm oluşturmaya gerek yok, insanlar her tecrübeyi yaşamaya açıktır. Kendilerini “geçmişte erkektim” ifadeleriyle anlatmayı seçen sayısız trans kadın da mevcut tabii ki. Fakat burada hikayenin baktığı yere  dair bir sorunla karşı karşıyayız. Senaryo, Merve’nin hikayesini üstün körü ezip geçerken, bizi Merve’yle ilgili kardeşinin anlatısıyla baş başa bırakıyor. Dizinin ilk anından itibaren bir kadın olarak algıladığımız bu bedenin hikayesi, başarısız bir sürpriz yaratma amacıyla bize “bir gün bir tekkeye gidip kadın olan bir adamın hikayesi” olarak aktarılıyor. Merve’nin hayatını sürdürdüğü isim, arkadaşlarının, beraber çalıştığı insanların, yakınlarının onu tanıdığı isim, dizide sadece bir yahut iki kez telaffuz ediliyor. Bir öznenin tarihi, duygusu, gerçekliği silinerek bir mizansene dönüştürülüyor. 

 

Merve’nin abisinin anlattıkları bir ipucu veriyor. Oradan başka bir şey, başka bir şey derken, asla bir bütünlüğe ulaşmayan, daha görür görmez sonucunu az çok tahmin ettiğimiz bir sorular, cevaplar ve şüpheler denizine fırlatılıyoruz. Çoktan anladığımız bir şeyi polislerin de anlamasını izliyor ve bekliyoruz sıklıkla. Bilgiler, bir hikayenin birleşen parçalarından ziyade, uç uca eklemleniyor. Açıkçası senaryodaki aksiyon, hikaye ve merak unsuru, belki ancak üç bölüme yeterli gelecekken, tam sekiz bölüme yayılıyor. Hikaye yok ama üst üste binen ve oldukça yapıntı duran çok fazla konu var ve sekiz bölüm sona erdiğinde bunlarda hiçbiri tam anlamıyla çözümlenmiş olmuyor. 

 

Bu İnsanlar Dilimizi Nerede Öğrendi?

 

Senaryodaki sıkıntılar sadece polisiyeye dair değil. İki polis karakterimiz de bir travmanın izleriyle yolculuklarına başlıyorlar: Önlenemeyen aile kaybı. Hikayemiz akarken, bu kaybın benzerlikleri de artıyor. İngiliz Kemal’in sarışın ve mutlu bir ailesi olduğunu ancak karısının mental rahatsızlıkları nedeniyle, bir gün ailece yaptıkları bir plaj ziyaretinde intihar ettiğini ve her nasılsa, küçük kızlarının da ölümüne sebebiyet verdiğini öğreniyoruz. Settar’ın ise biricik oğlunun biraz narin bir genç adam olduğunu ve yine intihar ettiği bilgisini alıyoruz. Settar’ın, oğlunun kaybının ardından yürümeyen evliliği, bir gün Hatice Aslan tarafından canlandırılan ve sadece bir kaç sahnede görülen karısının evi terk etmesiyle bitiyor.  Bir akşam Settar işten eve yine geç gelip de, kırgın karısını mutlu etmek için aldığı, eline hiç yakışmayan bir mücevher paketiyle karısının gittiğini gördüğünde, yüreğimiz paramparça oluyor. 

 

Evet, ikisinin de, sorunlu kadınlar, evlatlar, aileler tarafından travmatize edilmiş geçmişi aynı film noir klişesiyle şekilleniyor. Bunun izlerini başarısız bir biçimde sunuyor bize dizi. Bu benzerliğin bilinçli olmadığını, bu aynılıktan bir yere varamadığımızda anlıyoruz; yani iki karakterin de aynı şeyi yaşamış olmaları ve bir biçimde, sinema evrenine özgü bir tesadüfle bir araya gelmeleri, dizinin geneline hiçbir etki etmiyor. Tüm bunları göz ardı etmek mümkün olsa da, bazı aksaklıklar öyle büyüyor ki, diziyi yersiz kahkahalara boğulmadan izlemeyi imkansızlaştırıyor. 

 

Dizi meraklıları gayet iyi bilir; ilk dijital dizimiz Fi, Çi, Pi serisinden beri Türkçe yazan senaristler yeni bir diyalog jargonu oluşturdular. İzleyicinin zihninde “bu insanlar kim, dilimizi nerede öğrenmişler ve neden böyle konuşuyorlar” sorularını oluşturan bu yeni jargon, Alef’de artık tüm saçmalığıyla zirveyi görüyor. Ciddiye almamız ve hatta derin fikirlere dalmamız gereken diyaloglar güldürüyor, gülmemiz gereken anlarsa sıkıyor sadece. Derin manalar saklı olduğu düşünülen monologlar, esasında hiçbir anlam ifade etmiyor.. Karakterlerin beceriksizlikleri inandırıcılıktan uzak; üstelik becerisizlik bir karakter kusuru olmanın çok ötesinde, hakikaten bu yüzden bu cinayetleri çözmek 8 bölüm sürüyor gibi bir tatsız bir his bırakıyor insanın içinde. Sanki hikaye yazılırken senarist de nereye varacağını bilememiş ve nihayetinde de aklına gelen en sürprizli sonu yapıştırıp geçmiş gibi. Dizi izleyicinin zekasını hafife alıyor. 

 

 

 

İşlemeyen Klişeler

 

Dizinin üçüncü başrolü Melisa Sözen ve canlandırdığı genç akademisyen Yaşar’dan hiç bahsetmedim, çünkü bahsedecek bir şey maalesef yok. Alef’te kadınlar, ana iki erkek karakterimizin zıtlıklarını belirginleştirmek, geçmişlerini derinleştirmek ve hikayedeki yollarını belirlemekten başka bir işleve sahip değil. Örneğin ilk bölümdeki maktul Merve’nin plota yegane katkısı, iki karakterimizin konuya yaklaşımlarının zıtlığını göstermekti. Geleneksel Settar olayı, “ibnenin biri kaldıramamıştır, öldürmüştür” gibi kelimelerle açıklarken, Modern Kemal Merve’yi “transeksüel, seks işçisi” gibi kelimelerle açıklıyordu. Buraya bir parantez açarak, hangi polis, neredeyse tüm ülkelerin yasalarında suç olarak tanımlanan “fuhuş” mesleğini, bir polis toplantısında “seks işçiliği” kelimeleriyle anar diye sormaktan da kendimi alamıyorum. Sanırım bir sosyal adalet savaşçısı olan Kemal hariç hiç biri…

 

Yaşar’ın da bir karakter olarak esasında bir geçmişi, hatta ana karakterlerden çok daha ilginç bir geçmişi var. Fakat senarist bize Yaşar’ı bir karakter değil bir yardımcı unsur olarak göstermeyi tercih ettiği için biz bunu, bu geçmişin onu nasıl şekillendirdiğini ya da ruh halini öğrenerek/izleyerek değil, bu geçmişi sorgu tipi diyaloglarda karakterin ağzından öğreniyoruz. Yaşar diziye iki katkı yapıyor: Bunlardan ilki, hikaye ne zaman yürümeyecek gibi olsa çıkıp bir bilgi vererek akışı sağlamak. Bir de, Kemal’in karısının ölümünün ardından yaşadığı cinsel/romantik orucu bozmasına vesile oluyor. 

 

Yaşar’ın canlandırdığı bu arketip, elbette bir film noir unsurudur ve bu tarz klişeler iyi kullanıldığında izleyiciye hem tanıdık hem de yenilikçi bir zevk verebilir. Fakat klişe yerinde kullanılmıyor. Film noir kahramanları genelde trajiktir ve kahraman hikayede, daha önce yaptığı hataları yapmayarak değişmeye, dolayısıyla o zamanki başarısızlığını tekrar etmeyerek bir kadını kurtarıp huzur bulmaya zorlanır; ancak bunu gerçekleştiremez. Kemal içinse sadece bir kadınla tekrar yakınlaşabilmesi ve sevişmesi yeterli oluyor. Dolayısıyla Yaşar, bu tür hikayelerde gördüğümüz, kahramanın hayatını zorlaştıran, şüpheli bir kadın yerine, bilakis işini kolaylaştırmak için var gibi. Yaşar kendi halinde, hatta sıkıcılık sınırında bir insan; çok zeki ve başarılı bir kadın olmasına rağmen, nedense kendi hayatına dair gerçekleri görmekte çok zorlanmış.  iki seksi insanın arasında ne bir tutku, ne bir çatışma söz konusu. Zannediyorum dünyanın en yavan hetero romans hikayelerinden birini izliyoruz; tatsız şakalar, biçimsiz flörtler, havalı ama kişiliksiz mekanlarda havalı ama kişiliksiz sohbetler ve bir gece alkolün de etkisiyle yapılan seks. Yaşar’ın işlevi bitince, yani olaylar çözülüp Kemal’in karısı ve çocuğunun hayaletinden kurtulmasını sağlayınca (her ne kadar bunu nasıl yaptığını anlamasak da) dizideki varlığı hızla sönümleniyor. 

 

Alef’le ilgili yapılan nadir bir eleştiriye denk geldiyseniz, senaryonun başarısızlığından bahsederken bile  Emin Alper’in oldukça iyi bir iş çıkardığını araya iliştirme eğilimine de tanık olmuşsunuzdur. Ben anladığınız üzere buna katılmıyorum. Evet, diziyi sessize alır ve hikayeyi takip etmezseniz, nefis çekilen karelerin tadını çıkarabilirsiniz. Emin Alper, bize internet dizilerinde alışık olduğumuz turistik havanın ötesinde, gerçek, karanlık, girift bir İstanbul resmi çiziyor ve bu değerli. İçinde kaybolunacak bir atmosfer veriyor bize şüphesiz ve bunun çok zor olduğunu da biliyoruz. Ama elimizdeki tek yönetmenlik becerisi de bu. Aksiyon sahneleri sıkıcı, takibi oldukça zor. Çok uzun yazılmış diyalog sahneleri öylesine tatsız tuzsuz çekilmiş ki uyku getiriyor. Üç, hatta Müfit Kayacan’la birlikte dört kendini kanıtlamış oyuncu mevcut bu dizide ve iddia ediyorum ki, İmirzalioğlu da dahil hepsinin kariyerlerinin en kötü performansıyla karşı karşıyayız. Oyunculuk yönetimi çok başarısız, karakterler arasında bir uyum yok hatta bazen iki oyuncu tamamen iki ayrı sahnede oynamış ve sonra bu iki sahne birleştirilmişcesine bir kopukluk söz konusu. Üstelik karakterler, senaryo gereği yakınlaşır, uyumlanır ve değişirken biz bunu da izleyemiyoruz. Dizide mekanların, açıların, temponun verdiği derin bir gerilim hissi var fakat duygusal bir doku oluşmuyor ve insanlar, kağıttan bebekler gibi andan ana sürükleniyor. 

 

Tarikat Meselesi

 

Başka bir sorun,  tarikat meselesi. Dizinin konu ettiği tarikatın, ortaya çıktığı yıllarda dışlandığını, sapkınlıkla ilişkilendirildiğini ve zulüm gördüğünü görüyoruz. Fakat inanç sistemlerinin ne olduğu, yahut geleneksel Sünni İslam’a nasıl bir alternatif sundukları bize yeterince anlatmıyor ki bu detaylar genelde tarikat hikayelerinin en ilginç ve felsefi kısımlarıdır. Tarikat fikri de yine sırf enteresanlık olsun diye hikayeye eklemlenen ve çözümlenemeyen bir konu oluyor böylece. Dizi bu konuda derinleşmiyor, derinleşemiyor çünkü aslında bize “biraz şöyle böyle ortamlar” demeye çalışıyor. İlerleyen bölümlerde Settar’ın eşcinsel oğlunun da, tıpkı Merve gibi bu tarikatta kendine bir alan, huzur bulduğunu öğreniyoruz. Evet, dizi finale yaklaştığında bu sefer bir eşcinsel oğul-baba hikayesi iliştiriliyor; dizi nasıl ki trans karaktere 80’lerin nefret dolu bakışıyla yaklaştıysa, bu çatışmaya da 90’ların bilinçsiz bakışıyla yaklaşıyor. Eşcinsellik, artık hiçbirimiz tanıdık gelmeyen bir sapma, karanlık ve suç unsuru olarak diziye eklemleniyor. Settar’ın gey oğlunun, babasının baskıları yüzünden intihar ettiğini öğreniyoruz. Genel olarak diziyi izlerken Settar’ın gerçek bir ahlaki çöküşte olduğunu gözlemleyebiliyoruz fakat senarist bize katılmıyor olacak ki Settar’ı inatla bize babacan, çelebi, adil bir adam olarak göstermeye devam ediyor. Masum bir genci, kendi oğlunu ölüme sürükleyen bir adamı değil – ki Settar gerçekte bu- başına bir talihsizlik gelmiş bir adamı izliyoruz ve senarist daha biz Settar’ı affedemeden (affetmemiz için hiçbir sebep de yokken) onu affediveriyor. Öyle ki, karısı Settar’ı terk ettiğinde onun için ne kadar üzüldüğümüzü hatırlıyor ve aslında oğlunun ölümüne sebebiyet veren sevimsiz bir adamı nihayet hayatından çıkaran kadın için sevinmemiz gerektiğini anlıyoruz. 

 

Fakat daha bu yüzleşmeyi yaşamamıza izin verilmeden, karısı nasıl olduğunu anlayamadığımız bir biçimde, oğlunun cesedini hala bulamadığı için erkekliğini ve polisliğini aşağılıyarak Settar’ı kastre ediyor. Bu tuhaf sahne, Settar’ın karısına olan antipatimizi arttırırken, bir yandan da Settar’ın yüklerinden kurtulması için çok ama çok ufak bir görevinin olduğunu söylüyor bize: karısına içinde oğlunun yattığı bir mezar verebilmek. Başarıyor da bunu; finalde Settar oğlunun akıbetini öğreniyor ve hiç değişmeden, aynı homofobik, transfobik, kaba, anlayışsız, nefret dolu, bağnaz fakat erkekliğini karısına kanıtlamış bir adam olarak derin bir uyku çekmeye gidiyor. 

 

Anlatılan Hangimizin Hikayesi?

 

Dizilerin dijital olarak yeni bir formatta karşımıza çıkması, biz Türkiyeli izleyiciler için dünyanın birçok ülkesinden başka bir anlam ifade ediyor. Hem sansür hem de gittikçe muhafazakarlaşan toplum yapısı, bizlere televizyonda daima aynı reyting canavarı hikayeleri izlettirirken, bir çoğumuz için bu aynı zamanda katlanması zor bir mizojiniyi ve homo-transfobiyi beraberinde getiriyor. Muhtemelen tam da bu sebeple, dijital dünyada yer alan ilk diziler, toplumun marjinal unsurlarını yansıtma derdi taşıyor. Fakat nasıl yansıtıyorlar bir bakalım: Şahsiyet’te bir yan hikaye olarak diziye katılan trans kadın karakter, Alef’e benzer bir şekilde kurgulanmış, “aaa kadın olmuş” sürprizine bel bağlanmış, elbette ki eski dostu Haluk Bilginer’e asılmış ve sonu da ölüm olmuştu. Bartu Ben’de, genç, hetero, bekar bir erkeğin bir kuirle arkadaşlığını izledik. Yine hiçbir stereotipin atlanmadığı bir karakterdi Mercimek; başka da hiçbir özelliği yoktu. Öyle ki dizi boyunca ne mesleğini öğrendik, ne de başka bir ilişkisini. Her erkekle cinsel bir gerilim yaratan efemine bir insandan başka hiçbir şey değildi Mercimek, ha bir de Bartu’yu olduğundan daha şehirli ve rahat gösteriyor, karakterin erkeklerle yaşadığı diğer gerilimli anların homofobi tespitiyle karşılaşma endişesinden azade bir biçimde düşmanca verilebilmesini sağlıyordu. Tecavüz filmlerinin unutulmaz yönetmeni #canevrenol’un yine BluTV için çektiği Çıplak, seks işçisi bir kadını merkezine aldı. Mazlum, edilgen bir karakter oluşturmayalım diye çıkılan yolda, neden bu işi yaptığını bile bilmediğimiz bir kadın, eril bakış’ın doruklarında bir yansıtmanın nihayetinde hayatını kaybediyordu. Bozkır’da ise katil, beklenmedik bir biçimde eşcinsel çıkmıştı. 

 

İşte kısmen de olsa sansür baskısından azade kaldığında, dijital platformda anlatılan hikayelerden elimizde kalan bunlar. Oysa, televizyonun dişli çarklarında bize çok daha özgün hikayeler sunuldu, hem yakın hem de uzak geçmişte. Bir İstanbul Masalı’nda, bir hetero-gey erkek dostluğunu tüm detaylarıyla izlemiştik. Zekeriya’nın eşcinselliği hem bizim hem de yakın arkadaşı-patronu Selim için büyük bir sürpriz olmuştu. Steryotip bir karakter değildi, buna rağmen çalıştığı yerde homofobiyle karşılaşmış ve Selim tarafından Zekeriya’ya sahip çıkılmıştı. Selim, başta şaşırsa da zamanla arkadaşını anlamaya çalışmış, hatta flörtleriyle bile tanışmak istemişti. Gerçek, tanıdık, umutlu bir hikayeydi çünkü toplumca eşcinselliğe dair edindiğimiz bilincin değişimini yansıtıyordu. Kayıp Şehir’de hem seks işçisi hem de trans kadınlar, son derece boyutlu bir biçimde sunulmuş, toplumsal koşulları ve buna karşı ördükleri dayanışma çok dokunaklı bir biçimde verilmişti. Toplumun bir parçasıydı bu karakterler, toplum onları istemese de gerçeğin bu olduğunu görebiliyorduk. Beklediğimizden daha fazla ortak noktamız olduğunu görüyor, yakınlık hissediyorduk. Daha yakın zamandan, daha “yeni” Türkiye’den bir örnek: Ufak Tefek Cinayetler’deki asistan İlhan’ın gey olduğu açıkça söylenmemişti fakat hepimiz bunu biliyorduk. İçten, yardımsever bir insandı İlhan, güçlü bir kadının yanında durmaktan, onun için cesurca adımlar atmaktan çekinmeyen sempatik bir sidekick’ti. Bu tür yarı-açık eşcinsel karakterlere layık görülen aseksüellikten de muzdarip değildi, 14 Şubat’ta mutlu bir ilişkisi olduğunu laf arasında geçirdiği “benimki” lafıyla çaktırmıştı bizlere. Çukur’un eril üstü eril dünyası dahi, bir eşcinsel erkeğin dramasına yer verecek alanı açabilmişti. Bu karakterler hem bize benziyordu hem de bizden biraz farklıydı, bazılarını sevdik bazılarınıysa hiç sevmedik. Ama onlardan korkmadık. 

 

Burada öncelikle işin, benim de ancak bir gözlemci olarak yorumlayabileceğim ve daha uzun süre tartışılması gereken ekonomik boyutuna kısaca değinmek istiyorum. Televizyon izleyicilerinin önemli bir bölümünü kadın izleyiciler oluştururken, dolayısıyla pazarın hedef ve lokomotif kitlesi kadınlarken, dijital platformlar için böyle bir durum söz konusu değil. Kadınlar evde daha fazla vakit geçiriyor ve bol bol dizi izliyorlar. Kurmaca izleyiciliğinde daha deneyimli, dolayısıyla da beklentileri daha yüksek olan bir izleyici kitlesi var yani; dolayısıyla televizyonda izlediğimiz yapımlar bir çok zaman daha nitelikli dramalara ve boyutlu karakterlere, özellikle de kadın karakterlere yer veriyor. Nitekim, sıklıkla televizyon yapımları yapan Ay Yapım’ın iki dijital projesinden Fi kadın ana karakter çevresinde dönerken, Şahsiyet’te ikinci ana karakter kadın bir polisti. Neredeyse tamamen erkek hikayelerine, hadi insaflı olalım erkeklik hikayelerine yer veren BluTV ise, Çıplak’ı “cesur kadın hikayesi” olarak pazarlamaya çalışıyor ki insana “tamam tamam sen hiç yapma daha iyi” dedirtiyor. 

 

Ancak tek sorun hedeflenen kitle değil. Tüm bu yapımları art arda düşündüğünüzde, insan ister istemez merak ediyor: Bunca yıldır sansürden şikayet eden yapımcı, senarist ve yönetmenler, mevzu marjinal kabul ettikleri karakterler söz konusu olduğunda, esasında gönül rahatlığıyla homo-transfobi ve kadın düşmanlığı saçamamaktan mı muzdaribmiş? Görünen o ki bu hikayeleri üretenler kendilerini toplumsal bakışın ötesinde zannederken, aslında gerisindeler. İzleyici kitlelerinin daha bilinçli, ürettikleri işinse daha niş olduğuna güvenerek, hiçbir toplumsal sorumluluk hissetmeksizin üretimler yapıyorlar. Buna dair eleştiriler devletin sansürcü politikalarını desteklemekle, hırçın bir siyaseten doğruculuğun baskısını sürdürmekle ve nüanssız olmakla suçlanıyor. Oysa, eğer bir devlet politikası destekleniyorsa, bu yapımların kendisinin devletin LGBTİ+larla ilgili politikalarını desteklediği söylenebilir. Bu sorumsuzluğu görmezden gelsek bile, bu yapımların sanatsal değerine ve gerçekçiliğine dair soru işaretlerimiz olmalı. LGBTİ+ kişiler, bu hikayeleri yazanların zannettiğinin aksine, kapalı kapılar arkasında seks, suç ve cinayet planlamıyor, sabahtan akşama kadar partilemiyor. Dünyanın geri kalanı gibi, hatta belki daha fazla geçim derdi güdüyor, aşık oluyor, kalpleri kırılıyor, sıkılıyor ve yaşamlarını sürdürüyorlar. Herkes böyle insanları tanıyor. Hikaye üretenler hariç belki de. Alef, transların inşa ettiği değişimi tek bir yumruk darbesiyle indirmekten, dünyanın translarla ilgili algısını, bildiklerini, tekrarlamaktan çekinmiyor. Ve ne uğruna? Bir hiç. 

 

Dizi-sinema sektöründe üretim yapanların, alternatif, ezber bozan ve şok edici bir hikaye uğruna LGBTİ+ların yaşamlarını anlatılarına yalan yanlış serpiştirmek yerine, gerçekten alternatif, ezber bozan ve şok edici hikayeler bulabileceklerine dair bir temenniyle, iyi seyirler 5Harfliler. 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ENGLISH

YEthos: Don’t ever call it fate
Ethos: Don’t ever call it fate

We have seen this film before, but it was never shot this well. 

KÜLTÜR

YBir Başkadır: Sakın kader deme
Bir Başkadır: Sakın kader deme

Biz bu filmi daha önce gördük, sadece bu kadar iyi çekilmemişti.

Bir de bunlar var

Kadın görünürlüğü için Vikimaraton yeniden İstanbul’da!
Esteban Cortazar: Telli ve Öfkeli
Röportaj: Deodorantımız Bizi Öldürmeye Mi Çalışıyor?

Pin It on Pinterest