“Uzun zamandır doğanın ‘bizim olmadığımız yer olduğunu’ düşünüyorum..."

ECİNNİLİK

Alçıpan Balkon Korkuluğu ile Kale Dikmek

5 saat 41 dakikalık uçuşumun ilk saatini Cin Ayşe’nin ekolojik sayısıyla geçirdim. Anita Sezgener, son sayı için, ekolojik duyarlılığın yazıya etkilerine eğilmişti. Dergideki yazılar ve şiirler ekoloji-edebiyat örneklerine kafa yoruyordu. Havada okunabilecek daha iyi bir şey olamazdı benim için. Ayağa kalkıp, ekranlarına kilitlenmiş yolculara okumak istediğim kimi bölümler vardı; dilimi anlayamayacaklardı ama bedenim cümlelerin sırrını belki ele verirdi. Şuna bakın şuna, bu alıntı, can yeleğini bağlama hareketinden daha kolay olmalı: “Uzun zamandır doğanın ‘bizim olmadığımız yer olduğunu’ düşünüyorum, yazıyla ona varmak bir ev yapmaktan çok evden çıkmakla mümkün olmalı.” (Deniz Gezgin, s.30)

 

Gezgin, bunu, şair Jonathan Skinner’in ekoşiir tarifine ithafen söylüyor. Skinner, ekoşiiri ‘bir çeşit ev yapmak’ diye betimliyor. Dergi ise her sayfada bu evin sınırlarına bakıyor, pencere açıyor, koku saçıyor, bazen çalı süpürgesi bazen güneş enerjisiyle temizliğe girişiyor. Uçuşumun yemek servisi içermemesine içerlensem de açlığımı yazıya gömülerek bertaraf ettiğimi düşünüyorum. Howe’un deyişiyle “gökyüzünün sözcükleri” çok eski bir anıyı çağırdı. Büyükçekmece’deki bağ evimize gittim. Geri geldiğimde ne ilginçtir ki, Los Angeles’a inmiştik bile.

 

Alçıpan Balkon Korkuluğu ile Kale Dikmek

Bağımızın etrafında duvar ya da tel örgü yoktu. Çevresi dımdızlaktı. Sabah erkenden yola çıkardık. Yolda başkalarının ekip biçtiği arsalar olurdu. Birinde arabayı (beyaz kartal)  kenara çekerdik, tarlanın başında plastik sandalyesinde oturan biri olurdu. Annem amcayla beraber tarlaya girer, torbasını son mahsüllerle doldururdu. Neden bilmiyorum ama domates ve biber bizde olmazdı, onları amcadan alırdık; iri ve şekilsiz olurlardı.

 

Bağımızın girişinde iğde ağacı vardı, içeride alabildiğine salkım salkım yeşil üzüm. (Ne yapardık onca üzümü, lokal bir şarap eviyle mi anlaşmıştı babam?) Akşamları abimle üzüm yapraklarının arasında ateş böceği yakalamaya çalışırdık. Başka bir eğlencemiz yoktu galiba. (Annem, cam su bardaklarını kullanmamıza izin vermezdi, plastik bardakla da epey zor olurdu bu eziyet.) Bağın uzak bir köşesinde beyaz dut vardı. Dut toplamak için ağacın altına serdiğimiz muşambanın koyu mavi tonunu şimdi bile hatırlıyorum. Hemen ötede sarımsak ve patates verirdi toprak. Yumru kök. Babam bunların çevresindeki yabani otları bana temizletirdi. Sonra da gidip, köklerinden koparmış mıyım koparmamış mıyım kontrol ederdi.

 

Barakamız vardı. Serpme beton, tek göz. Tek pencere. Her gittiğimizde her şey tozlanmış olurdu. Tozlanmamış olsa bile o rafların hepsi tek tek silinirdi. Tüm kap kacak yıkanırdı. Barakada su yoktu, onun yerine koca bir su bidonumuz vardı. Önce ona su doldururduk. Altına leğen koyardık. (Bu, erken yaştaki bel ağrılarımı açıklıyor olabilir.)

 

İki incir ağacı arasına hamak gererdik. İncirler bodurdu. Gövdeleri yarıya kadar kireçli olurdu. Bir gün, annemin barakadan gelen çığlığıyla hamaktan fırladım. Hatırlıyorum.

 

Barakanın bir köşesinden diğer köşesine varan bir yılan. Kocaman gövdesi parlak ve kaygan ve her an yeri yaracakmış, oradan bir bilinmeze karışacakmış gibi. Annemle yılanın karşısında baş başa kaldıktan bir müddet sonra az ilerideki inşaata koşup oradaki işçilerden yardım istemek aklıma geldi. İşçilerden biri işini bırakıp benimle koştu fakat gerisini hatırlamıyorum. Yılanı öldürdük mü, kaçmasına izin mi verdik, ateş yakıp etrafında mı döndük, üstüne sinek ilacı mı sıktık, ne yaptık acaba… Hafızam burayı silmiş. Ama az ilerideki o inşaatı çok iyi hatırlıyorum. Site gibi bir şeye dönüşecekti. Her şey toz ve ses içinde yükseliyordu ama ortadaki havuz nasıl oluyorsa hep pırıl pırıldı. Sırf o havuzu görmek için yükselen o toza karışırdım, ağzım resmen sulanırdı.

 

Bağ denizden epey uzaktaydı, yürüyerek gidemezdik, babam da götürmezdi. Aslında sanırım bir kez gitmiştik, birkaç misafir gelmişti, denize gitmiştik. Çok pisti, pis olduğunu hatırlıyorum. Ailecek, oradan denize girilmeyeceğine karar vermiştik.

 

-Bu denize girilmez.

 

Ama o havuz, ne olurdu bir kez girsem. Annem, bir gün… abimle girebileceğimi söyledi.

 

-Tamam gidin girin.

 

İnşaata gidip, kapıdaki güvenliğe ya da etraftaki birilerine sorup, abimle havuzlarına girecektik, komşuyduk şunun şurasında, üstelik site yarım site sayılırdı. Kimseyi rahatsız etmeyecektik. Görevli hayır, dedi. Ne kadar ısrar ettik hatırlamıyorum. Ama hayır, hayırdı. Kuru mayolarımızla bağa geri dönmüştük. Güveç başındaki annem, bizi de yanına alarak, sitenin yolunu tuttu. Annem çok haklı bir kadındı. Birkaç dakika içinde kendimizi suda bulmuştuk. Akşam yemeğine dek buruşmuştuk. Havuzun suyunun buz gibi olduğunu anneme söylememek konusunda abimle anlaşmıştık. Abimle anlaşırdık. Dalaşırdık ama anlaşırdık. Ben, uzun süre, onun tek futbol arkadaşıydım. Aslında, bağın etrafına siteler yapıldıkça abim futbol çevresini genişletti. Ama hiç takım kuramadı ve biz anlaşmaya devam ettik. Abimlerin top oynadığı arazi gittikçe küçülüyor, balkonlarda alçıpan korkuluklar yükseliyordu. Bu korkulukların üç boğumlu, ele gelmez bir formu vardı. Bunlar belli aralıklarla, balkonların kenarına dizilmeden evvel yol kenarına yığılırdı. Test ettiğimize göre o korkuluklardan iyi kale oluyordu. Top, üç boğumu kolay kolay deviremiyordu.

 

Birkaç hafta içinde saha köşesinden bir şato yükseldi. Her geldiğimizde yeni bir yerin daha temeli atılıyordu. Her gittiğimizde yeni bir yer daha. Bağın çevresini siteler ve gösterişli binalar kapladıkça bağın dışına çıkamaz olmuştuk. Yine de fena sayılmazdı. Ama hatırladığım şey daha farklı bir duygu, bazen o dört tarafı açık üzüm bağımızdan ve tek göz barakamızdan utandığım da oluyordu. Ekmek almaya giderken, şatoyu ve gıcır gıcır evlerin oluşturduğu mahalleyi geride bırakarak bir patikaya giriyordum. Site çocuklarının arkamdan bir şeyler söylediğini duyar gibi mi olurdum yoksa bu kendi uğultum muydu bilmiyorum.

 

Bir seferinde, bağımızı tanınmayacak halde bulmuştuk. Birileri talan etmişti. Altüst. Toz duman. İğde ağacını eğip bükmüşler. Zaten çok narindi. Dutu silkmişler. Üzümleri koparıp koparıp bahçeye atmışlardı.

 

Yine de toplanacak tohumlar var ve yıldızların çantasında bir boş yer var.

‘Kurmacanın Poşet Teorisi’ (Ursula K. Le Guin) ile kapatıyor Sezgener dergiyi.

 

Hatırlıyorum bir zaman sonra babam laf arasında bağı sattığını söylemişti. Sanırım bunu bize laf arasında bile söylememişti; çoktan satmıştı da ancak haberimiz olmuştu… Gidip barakayı toplamak gerekiyordu. Kızgınlıktan ağlamıştım. Sitelerdeki evlere tek tek gidip bağımıza siz mi bir şey yaptınız diye tepinmek istiyordum. Canlarını yakmak. Zarar vermek. Camlarını indirmek. Daha çok, haftasonlarını evde geçireceğimiz için ağlıyordum. İçimden. Artık bağ yok. Koca bir can sıkıntısı oturuyor üzerime. Nefesimi itemiyordum. Çocukluğumun geçtiği yere artık yabancıyım. O bağın yerinde olmak istemezdim. Yerinde kimbilir neler yükseldi. O sitelerin yerine bile başka siteler dikilmiştir. Balkon şöminesi taşlı o evlerden bağımızı dört duvar sardığı için nefret ederdim. Yıllar sonra bizim de öyle bir evimiz oldu. Ne acı. Hiç sevmedim.

 

Garip olan, her şeyiyle hemencecik geçen ve bitiveren o haftasonlarından tek bir fotoğrafımız yok. Çekilmemiş olacak (ya da kara delik). Aile albümlerimizin hiçbirinde ona denk gelmemiş olduğumu düşünüyorum. Sanki o bağ hep bizimmiş ve hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi hiç çekilmemiş hatırası.

 

Daha da kötüsü, havada öylece asılıyken hatırladığım bu bağı şimdi kime anlatacağım. (yaşı geçkin kimseler gibi yanımdaki yolcuyu dürterek, seyrettiğimiz tarlalardan lafı çocukluğumun bağlarına bahçelerine mi getirsem?) Keşke anlattıklarımdan biri de çıkıp dese ki, ne çok yemiştik biz o üzümden!

Yağmur başlasın

Damlanın damlaya karışsın kafa karışıklığı

Işığını büyüterek ateş pervanesi

Pervası dansını zamansızlığın alnına çaksın

Buradan yürüyebiliriz

Yeryüzündeki yüzsüzlüğümüzü silmeye.

(Elif Sofya, Tam İsabet)

***

Cin Ayşe Fanzin için: http://cinayse.blogspot.com

Görsel: Gerco de Ruijter 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ECİNNİLİK

YAnneler Günü Hata Oluştu
Anneler Günü Hata Oluştu

herkesin annesi olmayana anne diyebilenler toplumu, komşular huu

KÜLTÜR

YSen Bazen Teşbihi Suistimal Ediyorsun
Sen Bazen Teşbihi Suistimal Ediyorsun

Ümit ve yazı üzerine Nazım Hikmet'ten Orhan Kemal'e bir mektup

ECİNNİLİK

Yİlkokulda Aşk
İlkokulda Aşk

Neyin peşinde olduğumuzun bir önemi var mı?

TARİH

Y20 Dolar 20 Kilo: Şimdi arkanıza bakmadan burayı terk ediniz
20 Dolar 20 Kilo: Şimdi arkanıza bakmadan burayı terk ediniz

"20 Dolar 20 Kilo" sergisi sürgün mağdurlarıyla gerçekleştirilen görüşmelerin ses kayıtları, fotoğraflar, video ve gazete kupürleriyle 1964 Rum Sürgünü’nü tartışmaya açıyor.

Bir de bunlar var

Martha Argerich
Sevim annenin üç günlük aşkı
Nazlı Ilıcak ile Pazar Gezmesi

Pin It on Pinterest