Son bir senede okuduğum ve unutamadığım tüm romanlar kadınlar tarafından yazılmış.

KÜLTÜR

Akıl Sağlığına Birebir Kadın Yazarlar

Pandeminin ilk aylarında sudan çıkmış balık gibiydim. Hayatımın en önemli parçası kitap okumakken kitap okuyamaz bir hale gelmiştim.Etrafımdaki pek çok insan aynı durumdaydı ama bu beni rahatlatmıyordu, kitap okumadan nasıl zaman geçireceğimi bilmiyordum. Üstelik herhangi bir şeyle ilgilenmediğimde durup dururken korku senaryoları yazmaya başlıyor, ne olacağını bilememenin tedirginliğiyle anksiyete krizleri yaşıyordum.

 

Şimdi o günleri hatırladığımda kendimi avutasım geliyor. İlk şoku atlattığımda nisan ayının sonları filandı sanırım. Eh yeter be, deyip market alışverişlerini yıkamayı, eve gelince soyunup dökünüp ne var ne yoksa balkonda havalandırmayı bırakışım da bu döneme rastlıyor. Yine yavaştan kitap okumalara dönmem de bu zaman diliminde çünkü anladım ki bir şey okuyabilmem için benim kafamın rahat olması gerekiyor. O stresten, o korkudan kendimi kurtarıp “ne olacaksa olsun” kafasına gelmemle birlikte coşkuyla edebiyat dünyasına geri döndüm.

 

Edebiyat ne işe yarar sorusuna yeni cevaplar buldum kendimce. Yaşadığımız dünyadan kaçmaya yarar. Başımıza gelen şeyler en kötüsüymüş diye düşünürken, aslında bunun her zaman ve herkes için geçerli olduğunu gösterir. 

 

“De te fabula narratur” (Anlatılan senin hikâyendir) sözünü bu denli içselleştirdiğim bir dönem olmamıştı. Geçen yazdan beri eski okuma performansıma geri döndüm ve anlatılan hikâyelerle tekrar hayata karıştım. Sonra sonra fark ettim ki, pandemide beni ayağa kaldıran, silkelenmemi sağlayanlar çoğunlukla kadın yazarlar. “Son bir senede okuduğum ve unutamadığım tüm romanlar kadınlar tarafından yazılmış.” Bu cümleyi habire tekrarlıyorum kendime, büyülü bir söz, bir mantra sanki, tekrarladıkça iyi geliyor. 

 

O nedenle hazır yaza giriyorken bu çok sevdiğim kitaplardan, yazarlardan 5Harfliler’de bahsetmek istedim. Hem belki bilmedik, duymadık kitaplarda, yazarlarda tanışırız, bildiklerimizle de deneyimlerimizi, duygularımızı paylaşırız.

 

Mekândan, kimliklerden âzâde: Sütçü

 

İlk olarak 2018 Man Booker ödülünü, geçen sene de İthaki Yayınları tarafından Türkçede yayımlanmasının hemen ardından 2020 Dublin Edebiyat Ödülü’nü kazanan Sütçü’den bahsetmek istiyorum. Anna Burns’ün yazdığı Sütçü hem çok politik hem de çok feminist bir metin. Romanda hiçbir özel ad yok, karakterler birinci kız kardeş, ikinci kayınbirader, anne, tabletçi kız, nükleer çocuk gibi akrabalık sanları ya da tamlamalarla anılıyor. Coğrafi olarak da hiçbir ad verilmiyor ama Belfast’ta savaşın içine doğup büyümüş Anna Burns “denizin öte tarafının askerleri” dediğinde, kimden bahsettiğini elbet ki biliyoruz. 

 

Roman, anlatıcı kızın yolda yürürken sütçü tarafından takip edilip tacize uğramasıyla başlıyor. Anlatıcı başına gelenleri anlattıkça hem o zamanda ilerliyor, hem de geçmişe gidiyoruz. Son derece nesnel ve hatta soğuk bulunabilecek bir dili var romanın, aslında metne çok uygun çünkü savaş coğrafyasında çocukların, kadınların, gençlerin, erkeklerin ve hatta kedi köpeklerin yaşadıklarını duygusal bir anlatımla hazmetmemiz zor olabilirdi. Tüm o dehşet ve mahalle baskısı bu adlardan soyutlanmış, ustalıkla kurgulanmış, yepyeni bir anlatımla gözlerimizin önüne seriliyor.

 

Tacize uğradığı için suçlu bulunan, hatta yolda kitap okuduğu için bu tacizi davet ettiği düşünülen genç kızın yaşadığı baskı eminim herkese tanıdık gelecektir. Sütçü adamın akılcı hamleleri ve manipülasyonuyla tüm kasabanın hedefi haline gelen bu genç kadının aynı zamanda aile içinde kız kardeşinin kocası tarafından sözlü tacize uğraması, kendini hayata kapamış annesi ve annesinin hiç durmadan bahsettiği elalem, bir yandan savaş, çatışma ortamı bir süre sonra o kadar boğucu oluyor ki zor nefes alıyoruz.

 

Anna Burns bu ortamdan müthiş bir kadın hikâyesi çıkarmayı başarıyor ama… O mahalle baskısına, dedikodu kazanlarına teslim olduğunu düşündüğümüz anne ve diğer kadınların aslında nasıl birer savaşçı olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Önceleri hiç hoşlanmadığımız anne de kızkardeşler de anlayıp hak verdiğimiz birer karaktere dönüşüyor. Kadınların savaş ve çatışma yılları boyunca katlanmak zorunda kaldıkları gözümüzün önünde; erkenden ölüp giden kocalar, yok olan oğullar, edepli yetiştirilmesi gereken kızlar… Tüm bu yükün dışında savaşın gizli kahramanları olarak yaptıkları, 70’li yıllarda yükselen feminizmle tanışmaları ve inandıklarını feodal erkeklerden saklamak için gösterdikleri çaba, dış dünyaya bambaşka rol yapmaları, romanın göz yaşartacak bir kızkardeşlik hikâyesi olarak sonlanmasını sağlıyor. 

 

 

Dili, tekniği ve anlatımıyla tanışmanızı çok istediğim bir yazar Anna Burns. Tüm argoyu, küfrü ve o uzak anlatımı Türkçeye nefis bir biçimde çeviren Duygu Akın’ı da anmalıyım burada elbette.

 

“Kişisel olan politiktir”in izinde bir başyapıt: Seneler 

 

Unutamadığım ikinci roman, Annie Ernaux’nun yazdığı Seneler. Ocak 2021’de Can Yayınları’ndan yayımlanan bu roman, pandeminin içine doğdu resmen ve eminim ki okuyan herkeste, özellike içinde bulunduğumuz koşullar sebebiyle, unutulmaz izler bırakacak. Yine bambaşka bir anlatım tekniğiyle yazılmış bir romanla karşı karşıyayız. Bu bir otobiyografik roman ama yazar kendisini başkasıymış gibi gözlemleyerek 3. tekil şahısla anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan, yani yazarın doğduğu yıl olan 1940’lardan başlayarak 2000’li yılların başına kadar geliyoruz.

 

Yazarın bulduğu farklı biçem sadece anlatımdan kaynaklanmıyor, Seneler aynı zamanda sosyolojik ve politik bir metin, çünkü yazar anlatmayı seçtiği yaşlarını, yıllarını, bir fotoğrafa, zamanının çok ünlü bir çocuk kitabına, ders kitabı pasajlarına, televizyonda bir reklama, gazete haberine, sinema filmine ve daha pek çok şeye dayandırıyor. Bu nedenle kitabın arkasında 130 açıklayıcı sonnot var. 

 

Ernaux, görsel olan belgeleri tüm detaylarıyla betimleyip gözümüzün önünde canlandırırken gazete kupürleri, şarkı sözleri, reklam metinlerini aynen olduğu gibi vererek bir yandan çağına bizi de tanık ediyor, 40’lı yıllardan itibaren aslında bir ülkenin tarihine tanık oluyoruz. Açıkça söylemem gerekirse, kurmaca ve kurmacadışının bu denli ustalıkla harmanlandığı bir metinle uzun zamandır karşılaşmamıştım.

 

 

Bir kız çocuğunun ilk adet görmesinden üniversiteli genç kız olmasına, kıyıda köşedeki gizli ilk öpüşmelerden bekâretini yitirme deneyimine, dünyanın neresinde olursan ol kadına yıkılan doğum kontrolünden hep annenin sırtında olan çocuklara, boşanıp da toplumda bekâr anne olarak var olmaktan menopoza girmeye kadar tüm önemli detaylarıyla zaman, gözlerimizin önünde akıp gidiyor. Kitabın adı olan “Seneler” geçtikçe dünya savaşlarından, ekonomik krizlerden, tüketim toplumlarından, çiçek çocuklardan, solcu-sağcı hükümetlerden yol alıp şu hayatta kadın olmanın özüne iniyoruz. 

 

Toplumsal gelişmeler, bireysel savaşlar, toplu hareketler ve bazen histeriler, “Kişisel olan politiktir” sözüne o kadar doğru bir biçimde bağlanıyor ki, başta söz ettiğim okuduğumuz zamanın koşulları bu nedenle benim için çok önemliydi. Geçtiğimiz sene her yerde karşımıza çıkan “Evde kal”lar, “Hayat eve sığar”lar, bir anda anlamını öğrendiğimiz coronavirüsler, mRNA aşılar, 2020’li yılları kapsayan bir Seneler’de nasıl yer alırdı, hep merak edeceğim.

 

Gündelik yaşamın ve geçirilen değişimlerin Fransa’yla bu denli benzer olması meselesi var bir de kafamı kurcalayan. Mutfak robotları ve renkli televizyonlarla girilen bir tüketim toplumu süreci var ki okursanız göreceksiniz, Fransa’nın 1960’ları bizim 1990’larımıza denk neredeyse. Tüm dünyanın maddi olarak olmasa da ruhsal olarak ortak duygularla sarsıldığı pandemi döneminde, neden bilmem, bu toplumsal sürecin ortaklığı da hoşuma gitti.

 

Son olarak gündelik dili, anlatım tekniğiyle Türkçeye çeviren demeyeceğim, Türkçe söyleyen Siren İdemen’in adını anmadan geçemeyeceğim. En küçük detaya kadar sonnotlarda bizi aydınlatan Annie Ernaux ve Siren İdemen artık benim için ayrılmaz bir ikili.

 

Bu iki romandan başka kitaplar da var elbette beni geçtiğimiz sene tekrar yaşama bağlayan, ayağa kaldıran. Daha çok kitaptan bahsetmek sözüm olsun, çünkü bu kez yine lafı fazla uzattım. 

 

Hazır yaz tatilleri kapıdayken, aşılar hızlanmışken, açık havada vakit geçirebiliyorken bu romanları mutlaka okuma listenize alın derim. 

 

Ana görsel: Anne Rothenstein, Three Figures, 2014.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YSınıfsız, Zamansız Bir Mücadele: Üç Kadın Yazarın Öykülerinde Feminizmin İzlerini Aramak
Sınıfsız, Zamansız Bir Mücadele: Üç Kadın Yazarın Öykülerinde Feminizmin İzlerini Aramak

Feminizm ve uğruna savaşılacak kadın hakları o kadar sınıfsız ki aslında, bell hooks’un dediği gibi “Feminizm Herkes İçindir” diye bağırmamak için zor tutuyorum kendimi.

KÜLTÜR

YToplumun en temel biriminden çatışmanın ilk merkezine: Aile
Toplumun en temel biriminden çatışmanın ilk merkezine: Aile

"Romanın babayla, suçun failiyle değil; anneyle, suçun tanığıyla yüzleşme romanı olduğunu söyleyebiliriz."

Bir de bunlar var

Rails Girls İstanbul’da!
Godot’yu Beklemezken: Yeni Bir Gösteri Beckett’in Kadınlara Getirdiği Yasak Üzerine Eğiliyor
El Salomonlar: Sahnede Lezbiyen Bir Çift

Pin It on Pinterest