İlk aile (tarihi) denememi canım babaannem Maryam, yani Mamim öldükten sonra yazmıştım. Çok sevdiğim biriydi, yokluğu çok fazla geliyordu. Artık olmamasına isyanla, belki var olmaya devam ettiği bir mecra gibi geldi bu yazı bana. Yaşamına küçük bir pencere açmak istedim.[1] Altı ay kadar sonra (annemin babası) Pepo Dedem hakkında da ufak bir yazı yazdım. Aslında dedemi birkaç yıl önce kaybetmiştik, o zaman yazmak sanırım aklıma gelmemişti. Galiba ilk yazının verdiği ferahlamayı bir kez daha hissetmek ve de Pepo Dedemin enerjisi, sevimliliği, ebedi gençliği önünde eğilmek için yazdım.[2] Büyük ölçüde sıcak anları, tatlı hatıraları, komik anekdotları öne çıkaran bu yazıların üstüne yazdığım üçüncü yazıda üç kuşak yukarı gittim. Medz Mama’nın, yani babaannemin annesi Antaram’ın yazısı, bir soykırım kurbanının hayatta kalma hikâyesini anlattığı için diğerlerine nazaran hâliyle çok daha buruktu.[3] Aslında hayatımın sadece ilk sekiz yılında yanımda olan Medz, büyük ölçüde kuşaklararası hafıza sayesinde hatıralarımda ve yazıda gayet harbi, dirayetli, esprili bir kadına dönüşüyordu.
Hakkında yazabileceğim kadar iyi tanıdığım büyük anneler büyük babalar çok olmadığı için, artık aramızda olmayan üst kuşaklardan söz etmenin göreli konforunu terk etmek durumunda kaldım. Zaten yazmadan önce çok kişiye ballandıra ballandıra anlattığım, anne babamın aşk hikâyesini yazmaya soyundum.[4] Yazının hemen başındaki not belli ki bu hikâyeyi daha yakinen bilenleri kızdırmamak için (nafile) düşülmüş.
“Bu hikâyedeki kişiler şüphesiz gerçek, ancak olayların anlatılışı ne ölçüde başroldekilerin yaşadıklarını dürüstçe yansıtır, ne ölçüde benim hafızamın ve hayâlgücümün ürünüdür net bir oran veremiyorum. … Birazdan anlatacaklarımı uydurmadığıma yemin edebilirim ama uç uca birleştirdiğim şeylerin anlamları, yoğunlukları yaşayanların deneyimlerinden bambaşka olabilir.”
Öte yandan, bu notu düşerken aile tarihi hakkında yazmanın kaçınılmaz olarak “taraflı” bir yanı olduğunun da farkındaymışım. Anne babamın mutlu sonu varlığımı garantilediği ve hatta benim için de bir gurur meselesi olduğu için, oldukça mağrur bir yerden yazılmış bu “tarih”. Önceki yazılardaki kısmi önyargıyı da teslim etmek gerek. Hem anne hem baba tarafımdan büyük ailenin ilk torunu olduğum düşünülürse, çocukluğumda etrafımda olan yaşlı (olduğunu düşündüğüm) herkesle ilişkim hep sevgi dolu olmuştu. Bana karşı sonsuz sabırlı ve ilgililerdi. (O gün bugündür de yaşlılarla hep iyi anlaştım.) Dolayısıyla benim tanıdığım, anlattığım insanlar, kendilerinin en şefkatli halleriyle bu hikâyelerde sahne alıyorlardı. Eşleri, çocukları, gelinleri, damatları, komşuları için bambaşka kişiler olmuş olabilirlerdi. Hatta belki hayatlarının farklı dönemlerinde değişmişti bu kişiler ve ilişkiler.
Zaten çoğumuzun hiç kimseye açamadığı bir yüzü ya da birlikte olduğu kişiye göre ve zaman içinde değişen bin yüzü yok mu? Günlük yazarken, tek başına hayal kurarken, anneyle konuşurken, torunla oynarken, flört ederken, hep başkası olmaz mıyız? Kişinin hayatının tarihini tutarlı bir bütün olarak yazmak ne kadar olası ne kadar hayâl?
***
Ölümünden önceki son yıllarda Mamim aslında kısmen bizimle değildi, başka zamanlarda başka insanlarla yaşıyordu. Alzheimer olmuştu. Hastalığının ilk başlarında unutkanlık, kısmi kafa karışıklığı ve tekrar eden sorular vardı. Çok etkilenmiyorduk aslında bu normal yaşlılık alametlerinden. Bir sonraki etapta korku ve endişe daha görünür oldu. Büyük bir tedirginlik içinde yaşıyordu, dehşet bir hırsız korkusu vardı, gece iyi uyuyamıyordu, sabah çok erken kalkıyordu, yalnız yaşamak ağır geliyordu. Hastalık ilerlerken Mamimin içinde yaşadığı zaman dilimi ve etrafında olmasını arzu ettiği, olduğunu varsaydığı insan kalabalığı yavaş yavaş değişmeye başladı. Önceleri ikili bir zaman algısı arasında kalmıştı. Şimdinin farkındaydı, çocuklarını, torunlarını görünce seviniyordu, hayatlarımıza dair bariz gerçekleri biliyordu. Fakat artık olmayan bir gerçekliği de yanında sanıyordu. Mütemadiyen çoktan kaybettiği anne babasının nerede olduğunu soruyor, evinde bir aşağı bir yukarı volta atıp artık olmayan evlerinin olmayan odalarını arıyordu. Bir müddet sonra, şimdi iyice kayboldu, biz ya yabancı (tanınmayan) ya da olmadığımız kişilere (şu kuzen, bu komşu) dönüştük. Tam olarak ne zaman olduğunu bilemediğimiz ama geçmiş bir zaman diliminde, başkalarıyla birlikteydi. Eski ailesi ve eski hayatı onun için daha sahiciydi, biz siliniyorduk.
En başta her ne kadar Mamimin unutulmasına itirazla aile tarihine dair parçacıklar yazdığımı söylesem (ve yıllardır hep böyle düşünsem) de, bu çerçeveye oturttuğumda belki biraz da bugünün, bizim, benim unutuluşuma isyanla da yazıyorum gibi hissediyorum. Neticede aile söz konusu olunca, bütün hikâyeler, bütün tarihler, bütün kişiler iç içe geçiyor. Her sofrada her dost meclisinde tekrar tekrar anlatılan “spota taşınmış” anekdotlar hem kişileri bir yere oturtuyor, hem ilişkilere şekil veriyor. Özellikle çocukken insan kendini biraz da kendi hakkında anlatılan hikâyelerle keşfediyor. Acaba bu yüzden mi en sevdiğim tek kardeşimi anlattığım yazıda lafa Antaram’ın Sibel’i tarifiyle başlıyorum?[5] Galiba kafamdaki aile tarihi kurgusunda kuşaklararası ilişkilerde metinlerarası bir evren kuruluyor. Sibo’yu anlatırken ucu Antaram’a dokunuyor, benim çocuğumun yana yatmış saçlarında Pepo Dedemin limon suyu formülünün tortusu oluyor, bakımsız ellerime törpüsüz tırnaklarıma baktıkça Mamime karşı çok mahcup hissediyorum…
Görsel: Clara Adolphs
[1] Nazan Maksudyan, “Mavi Bir Pencere Açalım mı Kalbine?”, Kitap-lık 133 (2009): 75-85.
[2] Nazan Maksudyan, “ ‘Talihiniz yüzel olsun!’: Pepo Dedemin Gençliğine Hitaben,” Kitap-lık 138 (2010): 49-55.
[3] Nazan Maksudyan, “Antaram’ın Yolculuğu,” Kitap-lık 145 (2011): 68-71.
[4] Nazan Maksudyan, “Demek annen baban seni çok sevdi?”: Güzel Bir Aşk Hikayesi ve Mutlu bir Aşk Çocuğu,” Kitap-lık 151 (2011) : 96-101.
[5] https://www.5harfliler.com/en-sevdigim-tek-kardesim/