Ernaux’yu okurken elle tutulur bir aile albümümüz olmadığı için kaybettiğimiz görüntüler daha fazla mı acaba diye düşünüyorum.

MEYDAN

Aile Albümü

Annie Ernaux’nun, Seneler kitabı (Les Années, 2008) “tüm görüntüler kaybolacaktır,” cümlesiyle başlıyor. Fakat kitabın tüm bölümleri, kendisi için hazırlanmış olduğunu varsaydığımız aile albümünün bir fotoğrafıyla söz konusu seneleri anlatıyor. Muhtemelen 1941 tarihli ilk fotoğrafta somurtkan, tombul bir bebek, bir minderin üzerinde yarı çıplak oturuyor. Üstünde işlemeli bir gömlek var, altına bir şey giydirmemişler, fakat bir şekilde eli belden aşağısını gizliyor. Ernaux’nun tahminine göre bu fotoğrafın bir kopyası çeşitli aile üyelerine gönderilmiş olmalı, böylece bir bebeğin dünyaya gelişi, küçük burjuva tarzı bir törene dönüşüyor…

 

Bizim aile albümümüzde tam olarak böyle bir fotoğraf gördüğümü hatırlamıyorum, fakat diğer yandan (elbette Ernaux’nun mucizesi sayesinde) fotoğraf o kadar net biçimde gözümde canlanıyor ki, sanki görmüş gibiyim! 1920’lerde doğmuş büyük anne, büyük babalarımın bebeklik fotoğrafları hiç karşıma çıkmadı. Babaannemle büyük teyzemin Bağlarbaşı’nda güneşli bir çayırda anne babalarıyla çekilmiş fotoğrafı 1930’ların başına denk düşüyor olmalı – iki kız kardeş de ilkokul öğrencisi gibi görünüyor. Annemin hatırladığım en eski fotoğrafı da 5-6 yaşlarında çekilmiş. Üstü gömlek kesimli, bele oturan bir elbise giymiş, belki de okul jilesi gibi bir şey – muhtemelen okula başlamadan önce verilmiş bir poz. Fakat babam ve amcamın epey daha küçükken, belki 2-3 yaşlarındayken çekilmiş, ve yıllarca çenemizi yoran stüdyo portreleri vardı.

 

Mamimin evinde, televizyon ya da büfe gibi bir şeyin üzerinde (altlarında elbette dantel bir örtü bulunmak suretiyle) iki köşede dururlardı. Yanılmıyorsam yuvarlak gümüş çerçeveleri vardı, ufak ebatlı siyah beyaz baskılardı. Objektife gülümseyen çocukların yüz hatlarına, özellikle gözlerine bakınca babam ve amcam olduğunu anlamak mümkündü aslında, fakat fotoğraflara gerçek bir ilgi gösterdiğim bir sefer, hafif şaşırıp, kim bunlar diye sormuştum. Mamim gülecekmiş gibi yüzünü azıcık buruşturmuş, “tabii ki V. ve S., başka kim olacak ki?” demişti. Halbuki benim için, beyaz tonlarda, şık kesimli, tığ işi yakalıkları olan cici elbiseler giymiş, bukleli uzun saçlı çocukların babam ve amcam olduğu hiç de bariz değildi. “Ama bunlar kız kıyafeti giymiş!” demiştim. Mamim açıklamaya girişmiş, o zamanlar adet böyleydi, çocukların saçı belli bir yaşa kadar uzatılır, kestirilmeden önce de böyle “kız temalı” fotoğraf çektirilirdi demişti. Çok kurcalamamış, ama elbiseler hâlâ duruyor mu diye sormuştum (“geçmiş zaman, kim bilir neredeler”miş). Meslek icabı, yıllar sonra öğrendim ki  gerçekten de böyle bir fotoğraf janrı on dokuzuncu yüzyılda Batılı burjuva ailelerin albümlerini süslüyormuş, F.D. Roosevelt’in 1884’te çekilen fotoğrafı, küçük Franklin’in çok asık suratlı olması hariç, benim gördüklerime epey benziyor (lâkin görünüşe göre ritüel bizim mahalleye ulaşana kadar 60-70 yıl geçmiş).

 

Benim ve Sibel’in bebeklik fotoğraflarını Zeynep Kamil Hastanesi’nin yetenek düşmanı, resmi (kurum içi) fotoğrafçısı çekmiş. Hiç şüphe yok, uzun ve zorlu bir yoldan gelmişiz, yeni doğmuşuz, her tarafımız buruş buruş, yamuk yumuk, gözlerimiz açılmamış, yüzümüz ekşi, sapsarı, zavallı mahluklarız. En ufak bir sevimlilik arz etmeyen bu bebek fotoğraflarının, çerçevelenip evin bir yerine konmak bir tarafa, çekmecedeki albüme bile dahil olamamalarına şaşırmamak gerek. Benim birkaç yıl sonra, amcamın düğünü sırasında çekilmiş bir stüdyo fotoğrafım daha var. Annem babam çok şık, tatlı tatlı gülmüşler. Ben ortalarında yüksek bir sandalyede oturuyorum, epey koca kafalı ve asık suratlıyım –  büyük ihtimal diz altı dantelli çoraplar tombul bacaklarımı sıktığı için. Beş altı yıl sonra Mamimin büyük ısrarlarıyla çekilen portreyse tam bir skandal. Açıkçası çok acı çektiğim bir shooting olduğunu hatırlıyorum. Giydiğim mavi elbiseden hiç hoşlanmamış, saçlarımın ortadan ayrılmasına hiç katlanamamıştım. Üstüne üstlük fotoğrafçı çektiği pozları bir türlü beğenmiyor, “kafanı yamult, çeneni eğ, gülümse, yok öyle değil…” dedikçe fenalık geçiriyordum. Neticede elimizde resmen flu (abartmıyorum, adam gerçekten netleştirememiş kadrajı), ha ağladı ha ağlayacak, ezik bakışlı bir çocuğun fotoğrafı var. Zaten o günden sonra hem para verilip hem “dayak yenen” fotoğraf stüdyolarına karşı çok samimi bir nefret beslemeye başladım. Her sonbaharda okul için yeni vesikalık gerektiğinde fotoğrafçıya gitmek azapların en büyüğü olurdu. Çoğu arkadaşım diş doktorundan korkarken, benim fobim foto şipşaklardı.

 

Kendi çocuklarım doğduğu yıllarda “yeni doğan fotoğrafçılığı” müthiş popüler ve kentsoylu ailelerin illa ki avuçla para harcadıkları bir hizmete dönüşmüştü (hâlâ da öyle olmalı). Bu fotoğraflarda çoğunlukla babasının büyük elleri içine sığmış, pembemsi bir kartopunu andıran minicik çıplak bir bebek oluyordu. Ya da bebekleri şekilden şekile sokuyor, meyve tabağını, çiçek aranjmanı, (tövbe tövbe) natürmort tabloları andıran fotoğraflar çekiyorlardı. Bizim çocuklara stüdyo fotoğrafı çektirmedik, ama tabii dijital kameraların önlenemez yükselişi eşliğinde milyonlarca fotoğraflarını çekmiş olabiliriz. İlk zamanlarda (diyebilirim ki doğum izninde olduğum sıralarda) çekilen fotoğrafların en “kalp kalp” olanlarını bastırmak için bir çaba harcıyor, geniş aileye de dağıtıyordum. Fakat fotoğraf miktarının zıvanadan çıkması ve anlık mesajlaşma hizmetlerinin aileyi sanal olarak bir araya getirmesi neticesinde kağıt fotoğraftan bulut dolaşıma geçtik. Şimdilerde çocuklar yaşları itibariyle hem fotoğraflarının çekilmesine bayılmıyorlar, hem de kime, ne gönderileceği konusunda haklı olarak rızalarının alınmasını istiyorlar.

 

Ernaux’yu okurken elle tutulur bir aile albümümüz olmadığı için kaybettiğimiz görüntüler daha fazla mı acaba diye düşünüyorum. Neticede biz çocukken albümlerde duran fotoğraflara sık sık bakılırdı. Hatta eve gelen misafirlere, arkadaşlara albüm göstermek diye bir sıkıntı giderme, zaman geçirme yöntemi vardı. (Albüm bakmak ister misin?) Bu görsel aile turu esnasında fotoğrafın dillendiremediği ayrıntılar, olaylar, kişiler tekrar tekrar hikâye edilirdi. Bir yerlere depolanmış, sayısız harici diske kopyalanmış görüntülerimiz, yani big data formatında aile albümümüz, yıllardır üzerlerine klikleyen kimse olmadığı için, dolayısıyla kimse onları seslendirmediği için, zaman geçtikçe iyice dilsizleşip, bir şey anlatamaz hale mi gelecek?

 

 

 

Ana görsel: Clara Adolphs

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YAile Sırrı
Aile Sırrı

Kuşaklararası kapalı kapıların, örtük perdelerin bir adım ötesinde, içine kapalı ailenin dışına karşı örülen duvarlar var bir de. ‘Aile sırrı’ denen şeyler esas bu ailenin dışarıyla ilişkisinde geçirgen olmayı reddeden yapısından kaynaklanıyor.

MEYDAN

YAilenin Yüz Karası
Ailenin Yüz Karası

Ailenin yüzüne kara sürdüğü düşünülen kadın ailesini kaybediyor. Ailenin yüz karası olmak için bile (cis) erkek olmak gerekiyor.

MEYDAN

YAile Tarihi
Aile Tarihi

"Birazdan anlatacaklarımı uydurmadığıma yemin edebilirim ama uç uca birleştirdiğim şeylerin anlamları, yoğunlukları yaşayanların deneyimlerinden bambaşka olabilir.”

MEYDAN

YTenimizde Aile
Tenimizde Aile

Çok talepkâr bir tarafı var ailenin küçük büyük herkesin üstüne yüklediği bedensel bakım emeğinin. Ebeveyn bebeği büyütüyor, evlatsa ebeveynine veda ediyor bu döngüde.

Bir de bunlar var

Korona Günlerinde Kürtaj
Ya Deprem’den Sonra?: S.O.S – Sosyal Oyun ve Sokak Sanatları Topluluğu İle Röportaj
“Ya ben Çilem’im. Ben güzelim. Ben güçlüyüm. Ben umutluyum.”

Pin It on Pinterest