‘Ağrı ve Dağ’ yönetmen Hasan Serin’in ilk kısa filmi. Film Ağrı Dağı’nda yaşayan bir kız çocuğunun tek bir gününü anlatıyor.

SANAT

Ağrı ve Dağ / İçine Tükürdüğümün Kahpe Devranı

Karasal iklime aşina olanlar/yüksek kesimlerde yaşayanlar bilir; bol karda yürümek bayağı zordur. İnsanın ayakları bata çıka bata çıka, paçaları ıslanarak, kısa bir mesafeyi bile kat etmesi epey yorucudur. Varmaya çalıştığınız yere gitmek istemiyor olsanız bile oraya varmak karda oraya varmaya çalışmaktan iyidir. Saplanan bir ayağı suyun içinden süzer gibi karın içinden yürütmek filan da mümkün olmadığından batırdığınız ayağınızı dikey olarak yerinden çıkarır, ileri atar ve sonra hareketi varana kadar tekrar edersiniz. Ayakların taban alanı ne kadar küçükse kara o kadar daha çok batar. Bol karda, hele de ömür billah her gün bir yere varmak için yürümeyi… istemezsiniz.

 

Aşağıda fragmanını izleyeceğiniz ‘Ağrı ve Dağ’, yönetmen Hasan Serin’in ilk kısa filmi. Film Ağrı Dağı’nda yaşayan bir kız çocuğunun tek bir gününü anlatıyor. Büyüyüp de –belki de– annesi ya da anneannesi gibi olmadan önce tekrar tekrar yaşayacağını hissettiğimiz bir gün.

 

 

İzlediğiniz fragman filmin başında kızın gördüğü bir rüya. Çocuğun dağda sıradan bir günde gördüğü şeyler; kara ve dağa ve dağda yaşamaya alışık olmayanlarımız için iyice fotografik görüntüler. Filmin başında bu manzaraları izliyor ve kulağa tanıdık gelen karın yankısıyla/kıtırtısıyla karışmış diğer sesleri dinliyoruz (Filmin güçlü yanlarından biri de bu sesler). Kara çarpan ışığın dalga dalga yayıldığı, sadece karlı kış günlerine özgü o yapay görünümlü, göze hoş gelen ışığın, o çocuğun dünyasında bir mutlakiyet, bir ‘e sadece bu var’lık kazandığı görüntüleri izledikten sonra çocuk uyanıyor.

 

Esas film ve çocuğun tek günlük dokunaklı macerası bundan sonra başlıyor. Çocuk kat kat çoraplarını içliğini kazağını önlüğünü giyiyor, yakıtlıktan tezeği toplayıp anasının ve aile eşrafının yanına soba başına gidiyor. Sobadaki tezeği inanılmaz bir ustalıkla tazelerken aileyle konuştuğu kısmın soru kısmında yalnızca İngilizce altyazı görüyoruz; cevaplardaysa hem Türkçe hem İngilizce altyazı var. Çünkü, çocuk annesine Türkçe soruyor, annesi çocuğa Kürtçe söylüyor. Bu çocuk ailesiyle kendi dilinde konuşursa okulda dayak yer diye, Kürtçe kötü bir dil diye öğretildiğinden, öyle düşündürüldüğünden, Türkçe daha geçerli bir dil olsun diye, kendinden bağımsız koca koca adamların masa başlarında, kürsü ardlarında verdiği kararlar yüzünden annesinin dilini konuşamıyor.

 

Filmi ilk izleyişimde kafamda bu filmin geçtiği zaman dilimiyle ilgili bir soru oluşmuştu: ‘Barış süreci masa başından dağa da sirayet etmiş midir?’ Şans eseri denk geldiğimiz ve filmi bize izleten yönetmen Hasan Serin’e ‘bu gün o günden başka mıdır?’, sorusunu sorduğumuzda aldığımız yanıt kısaca şu;

 

‘Orada zaman sanki yok gibi…’

 

Hasan, filmin hikayesini Karadeniz’de Fırtına Vadisi’nde yaşamış bir kadının ilkokulda tuttuğu defterinde bulmuş. Kağıt kaplı, silinip tekrar kullanılmış bu defterde kız çocuğu sabah kalktığında okula zaten gecikmiş olduğu halde annesinin ona yatak toplatmasından, okulun çok uzak olmasından, anneannesinin; ‘Okula gideceğine camiye git!’ demesinden, öğretmenden şikayet ediyormuş. Filmde de bunlar ve bunun gibi gündelik fakat içe işleyen diyaloglar var.

 

Film bittiğinde eş-dostla tartışırken yönetmen, kendisine sıkça sorulan sorulardan birinin kızın başına neden kötü bir şey gelmediği, mesela yolda neden tecavüze uğramadığı, öğretmeninden geciktiği için dayak yemediği, en basit şekilde adımını yanlış basıp suya düşüp donmadığı olduğunu söyledi.

 

Oysa böyle bir filmi görüp de dahasını, daha acısını, daha korkuncunu tahayyül etmek zaten mümkün olmalı. Bu filmi görüp de ‘sıradan bir çocuğun sıradan bir günü’ demek, okula servisle/otobüsle/arkadaşının-kendi babasının arabasıyla gidenler için imkansız olmalı. Bu film bu haliyle yeterince sert, yeterince aleni ve yeterince kızgın. Ani bir vurulmadaki anlık bir acıyı değil, sürüp giden bir sancıyı, Ağrı’yı anlatıyor.

 

Ağrı ve Dağ’ı izlerken Oya Baydar’ın 2007’de çıkan Kayıp Söz kitabını anımsadım. Bundan başka, buna benzer Zap Suyu’nun orda bir kız çocuğunu anlatıyor. Kızın adı Zelal, o da okul yolundan şikayetçi. Doğu’da, Güneydoğu’da okullar yerleşim alanına hep uzak olurmuş. Hasan’ın söylediğine göre okullar dağın yüksek bir yerine yapılırmış ki olası çatışmalarda karargah olarak kullanılabilsin. Kayıp Söz de okulu ve evi arasında kilometrelerce mesafe bulunan Zelal’in hikayesi.

 

Oya Baydar, Zelal için/adına şöyle diyor;

 

”Yol olmasa, okul güzeldi. Türkçe öğretirlerdi: yazmayı, okumayı, Ata’yı, bayrağı. En çok hesap dersini severdi. Sayılar, onu büyülerdi. (…) Okula gittiği dört yıl boyunca, kendini, sihirli işaretlerin manasını çözen bir sihirbaz gibi görmüştü. Öteki çocuklar henüz ellerindeki kalemlerle kafalarını kaşırken ve parmaklarıyla sayarken, problemi kafadan çözer, cevabı söyleyiverirdi. Öğretmen bir keresinde babasını çağırmış, adam gitmeyince iş edinmiş köye kadar gelmişti. ”Ben de bir imkan araştırayım , kızı yatılı bölge okuluna falan gönderelim. Kafası iyi, öteki çocuklardan çok farklı, bakarsın okur, öğretmen olur, yüksek okullara gider,” falan demişti de babası hiç oralı olmamıştı. ”Doğru dersin öğretmen beg de, benim küçük oğlanın kafası da bögleydi. (…) Okutabilsem oğlanı okuturdum. Kızın yaşı erdi artık, yetti okuduğu. Okuyan hatun erine yan bakar.”

 

Öğretmen başı öne eğik, elinde değneği ağır ağır bayırdan aşağı uzaklaşırken, ardından koşup onunla gitmek istemişti. Rakamların sihrini, sözcüklerin büyüsünü, ayrı dillerin nasıl olup da aynı şeyleri söylediğinin sırrını çözmek, Kürtçe’nin neden konuşulmaması gerektiğini anlamak, şu gökteki ayı, yıldızları, öğretmenin anlattığı uzak, çok uzak ülkeleri, -hele de denizleri-, dünya denilen o sonsuz büyük, eğri büğrü topun boşlukta nasıl öyle döne döne durduğunu, sonu yok denilen boşluğun sonunu öğrenmek, anlamak isterdi. Bir de, evde köyde konuştukları dilin okulda neden yasak olduğunu, Kürtçe konuşunca neden dayak yediklerini -yok, onun öğretmeni kızmazdı, ceza vermezdi, ”Türkçe’yi öğrenmeniz gerek,” derdi sadece. Ama müdür var ya müdür, Allah yarattı demez, verirdi sopayı kendi dilini konuşana.-, insanların neden farklı diller konuştuklarını… Ana’ya ”yade” de dersin ”daye” diye de seslenirsin, ”ana” da dersin ”aney” de; kuzu’ya ”berx” de dersin, ”kuzu” da dersin. İkisi de aynı, aynı şeyi anlarsın. Peki anaya daye, kuzuya berx demek neden yasak okulda? 

 

Belki, Zelal’in bu sorduğu son sorunun yanıtını okulla ilgili en başta kurduğu cümlelerde bulabilmesi gerekirdi. Herhalde Oya Baydar, Zelal’in aklına okulla ilgili gelen ilk şeyin ata ve bayrak olmasına bir vurgu yapmak istemiş. Ona denk gelme fırsatımız olsaydı, işin bu kısmını sorardık.

 

Romanda Zelal’in denize bir ilgisi var. Öğretmenine denize uzaklıklarını soruyor. Öğretmen hesap edip kuşuçuşu 600-700 km olduğunu söylediğinde, Zelal de hesabını yapıyor ve

 

”Bir şey değilmiş öğretmenim, köyden okula 350 gün yürümek gibi” diyor.

 

Sonrasında öğretmeni ”iftiharla, memnuniyetle değil çaresizlikle acı çeker gibi” gibi bakıyor öğrencisine;

 

Zelal öğretmenin kendi kendine şöyle dediğini duyuyor;

 

”Bu akıl neye yarar ki! Bin katı aklı olsa ne anlamı var! İçine tükürdüğümün kahpe devranı!”

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ECİNNİLİK

YYunanistan’ın Yeni ‘First Leydi’si Ne Giymeli?
Yunanistan’ın Yeni ‘First Leydi’si Ne Giymeli?

Yunanistan'da Alexis Tsipras yönetiminde yeni bir kemer sıkma karşıtı parti yönetimde. E popüler atasözünün dediği gibi "bütün büyük adamların arkasında büyük bir kadın vardır."

TARİH

YSenin için düşündüğüm çiçekleri bulmak çok zor
Senin için düşündüğüm çiçekleri bulmak çok zor

Frida Kahlo'dan dostu ve meslektaşı O'Keeffe'e, endişe, destek ve aşk dolu bir mektup

SANAT

YMüzik Şemsiyesi – 3
Müzik Şemsiyesi – 3

Bu bölümde yönetmen John Cassavetes'in 'Etki Altında bir Kadın'ından bahsedecek ve müzisyen Harwood'un film için yapmış olduğu ana temayı dinleyeceğiz sayın Müzik Şemsiyesi severler...

Bir de bunlar var

Feminist Utandıran Şarkı Listesi
Moğolistan’da Duvar Resimleri ve Kadınlar
Kara Kitap ve Aşk

Pin It on Pinterest