Harvard Üniversitesi'nde tarih profesörü olan Afsaneh Najmabadi ile bugünkü İran'da trans mücadelesini ve hayatlarını konuştuk.

MEYDAN

Afsaneh Najmabadi’yle İran’da Trans Hakları ve Çeviri Belası Üzerine

 

Afsaneh Najmabadi Harvard Üniversitesi’nde Tarih ve Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları profesörü. Women with Moustaches and Men without Beards: Gender and Sexual Anxieties of Iranian Modernity (Sakalsız Erkekler Bıyıklı Kadınlar: İran Modernitesinde Toplumsal Cinsiyet ve Cinsel Kaygılar); Professing Selves Transsexuality and Same-Sex Desire in Contemporary Iran (Benliğini Ortaya Koymak: Çağdaş İran’da Transeksüellik ve Eşcinsel Arzu) gibi kitapları mevcut. Kendisiyle son kitabı (Benliğini Ortaya Koymak) ile ilgili sohbet ettim. Buna ne sohbet ne de röportaj denebilir aslında, o anlattı ben arada baş sallamaları, meraklı bakışlar ve ünlemli seslerle dinledim.

 

Najmabadi araştırmasına iki temel soruyla başlıyor: 1. Devrim sonrası eşcinselliğin hukuken yasak ve kültürel olarak kabul edilemez olduğu, transseksüelliğin ise utanç verici görülmesine rağmen devlet tarafından tanınan ve hukuki çerçevesi olan bir kimlik olduğu İran’da, insanlar cinselliklerini ve cinsel kimliklerini nasıl algılıyor, yaşıyorlar? 2. Devlet tarafından kabul gören dini-kültürel kodlar ve ritüeller cinsel kimlikleri ve deneyimleri nasıl etkiliyor?

 

Kitabın girişinde beni çarpan bir çeviri tartışması var. Ondan biraz bahsetmeden sohbetin içine girmek zor olabilir. Çalışması sırasında Najmabadi’yi en çok zorlayan kısım çeviri oluyor, kültürel çeviri. Araştırmasını yaptığı sırada görüştüğü translara yönelttiği soruların Anglo-Amerikan sistemde oluşmuş kategorilerden ve dolayısıyla İran’da yerine oturmadığından bahsediyor. Bunun yanında, devletin oluşturmaya çalıştığı çizgiler üzerinde yürüme tuzağına da düştüğünü, bu iki hegemonik söylemden kurtulmanın da zaman aldığını yazıyor. Najmabadi, bugün bizim konuştuğumuz cinsel kimlik ve yönelimlere ait kategorilerin İran’da bu şekilde varolmadığını ve dolayısıyla kendi araştırmasına yaklaşımını temelden değiştirmesi gerektiğini anlıyor. Örneğin, Farsçada ‘toplumsal cinsiyet’ ve ‘cinsellik’ kavramları arasında bir fark güdülmüyor. Ancak daha da önemlisi bu farkın olmayışının bu yaşam alanlarını mümkün kılıyor oluşu. Najmabadi bunun kültürel görelilik öneren bir pozisyon olmadığının altını çiziyor. Bunun yanında, son 30 yılda bu iki kategori arasındaki fark İran’da feminist aktivizm bağlamında belirmiş. Ancak trans hayatları anlamaya çalışan bu araştırma kapsamında yararsız kalmış. Cinsel ve toplumsal cinsiyete ait kavramlar ve arzular söz konusu olduğunda, tek bir sözcük, ‘cins’ hem kültürel hem dilsel alanda tüm bu farklı kategorileri bir arada tutuyor. Kitabında Brad Epps’ten bir alıntı yapıyor: ‘Cinsiyet belası, küresel çerçevede, ‘çeviri belası’ hatta daha iyisi ‘dil belası’ (yapısökümcü manada) olarak yeniden şekillendirilmeli.’

 

Bugün yayınlayacağımız ilk bölümde, trans hayatlar ve haklar konusunda araştırma yaparken ortaya çıkan bu kültürel çeviri sorunundan girdik, yarın yayınlayacağımız ikinci bölümde ise, Humeyni’nin translar lehine çıkardığı fetvasından ve bugünkü trans mücadelesinden devam ettik.

 

 

Oşu: Kitapta aklıma gelmeyen birçok sorundan bahsediyorsunuz. Bunlardan biri çeviri meselesi. Türkiye’de kavramlar arasındaki farklar, terminoloji önemli. Cinsel alana dokunan her türlü aktivizm bu farklardan yararlanıyor, onları ortaya çıkarmaya, anlatmaya gayret ediyor. Sizse kitabınızda bu farkların keskin kategorilerde vücut bulmadığı bir hukuki, dini ve kültürel coğrafyada ne tür ihtimaller yarattığından bahsediyorsunuz. Tek başına tüm bu alanları kapsayan ‘cins’ bize ne tür imkanlar sunuyor? Sarıldığımız ve artık çoktan benimsediğimiz toplumsal cinsiyet konularına dair kavramlar bağlamında sakınmamız gereken neler var? Bu çeviri sorunundan biraz bahsedebilir miyiz?

 

Afsaneh: Bu büyük bir sorun. Kitapta birçok bakımdan değinmek zorunda kaldığım önemli mevzulardan biri. Şu ya da bu biçimde hepsinin “çeviri kavramı”yla bir ilgisi var. “Çeviri kavramı” diyorum çünkü bahsettiğim sadece bir dilden, diğerine aktarmak gibi değil. Gender (Türkçede ‘toplumsal cinsiyet’) için ne kullanacağız? Pek çok dilde bu tartışma yapılıyor, çünkü feminist ve queer araştırmalarında kullandığımız bu kelimeler İngilizceden geliyor. Bazı Avrupa dillerinde bile toplumsal cinsiyeti ayrı ve tek bir kategori olarak çevirmemişlerdir. Kelimenin Arapça’ya, Farsça’ya çevirisi konusunda da pek çok tartışma olmuştur. Bu tartışmaların hepsinin sadece doğru kelimeyi bulmakla ilgili olduğunu sanmıyorum. Toplumsal cinsiyet gibi bir kavram ABD ve İngiltere’de belli bir zamanda yapılan entelektüel sohbetlerde ve politik aktivizmde ortaya çıkmıştır. Yani kelimeye bu anlamını veren tüm bu politik ve entelektüel tarih ve uğraşlardır. Bu kelimeyi Farsçaya çevirmeye çalıştığınızda, bir açıdan linguistik bir sorunla karşılaşıyorsunuz. Farsçadaki en yakın kelime nedir? Ama mesele bundan ibaret değil ki, çünkü o kelime bir tarihe sahip, tüm kelimelerin bir tarihi olduğu gibi. Ama bizim kuşağımızda yaşayanlar için ‘gender’ (toplumsal cinsiyet) kelimesi gerçekten yakın bir tarihe sahip. Belli ki bu yakın tarih İran’da bulunmuyor. ABD’de gelişen kimlik politikası, İran’da bizim 1970’lerde yaptığımız entelektüel tartışmalar tarzında değildir. Başka bir dengesi vardır. Mesela, İran’da insanlar toplumsal cinsiyetin karşılığı olabilecek bir kelime bulmaya çalışırken bunun kadın çalışmalarıyla bir bağı vardı. Fakat bu, ikinci dalga feminist aktivistlerin ihtiyaçlarına karşılık ortaya çıktı ve akademik seviyede gerçekleşti, halk düzeyinde bir aktivizm sonucu değildi. Bu yüzden ‘gender’a bulunan karşılık iki kelimeli oldu: ‘sosyal-cinsiyet’ gibi bir çevirisi var.

 

Türkçede de böyle.

 

Sanırım aynı şey Arapçada da oldu. Bu sadece bir dil meselesi değil. Bu, kelimenin anlam olarak belli bir anda, neyi kapsadığı sorunu. Kelime, anlamı başka bir yere kaydığında ya da başka bir anlamla yer değiştirdiğinde hangi karşılığın işe yarayıp yaramadığını görmek de zorlaşır. Fakat en nihayetinde insanlar çoğunlukla farklı kavramlarla oynarlar ve bazıları tutar ve kalıcı olur, diğerleriyse unutulur. İşte bu alandaki dil böyle gelişecektir. Bu işin bir yanı.

 

Meselenin diğer bir yanı ise, benzer gelişmelerden doğan cins, cinsiyet, cinsellik arasındaki ayrımdır. Benim eğitim aldığım alan da bu. 1960’lar ve 1970’lerden beri feminizm ve cinsellik çalışmalarındaki gelişmelerle ilgileniyordum ve zamanla ABD’deki transgender ve transseksüel çalışmalarında olup bitenlere bir ilgim oluştu. Bu kapsamda neyin anlamlı olduğunu, neyin olmadığını görmek ve tüm sorularımı baştan düşünmek gerektiğini anlamam zaman aldı. Yanımda götürdüğüm cins, cinsiyet ve cinsellik temelli bu sorular konuşmalarımda belirgin bir düşünme, etkileşme, sorgulama ve irdeleme biçimi yaratmıştı. Yani entelektüel dünyam, öğrenimim İran’da beni kısıtlıyor hatta ayağıma dolanıyordu; çünkü bu kategorilerden ve bilgilerden üretilen sorular aslında belirli bir cevaplama mantığı üretiyor. Dinlediklerimi yeni baştan öğrenmek zorunda olduğumu ve bunları işe yarayacak ya da yaramayacak kavramlar açısından tercüme etmemem gerektiğini fark ettim. Yani duyma şeklimi değiştirmek zorundaydım. Bu, zaman aldı ve çok alıştırma yapmayı gerektirdi. Ben aslında antropoloji eğitimi almadım. Belki bunlar bir antropolog için başlangıç seviyesinde bilgilerdir. Naif şeyler söylüyor olabilirim.

 

Bunlar çok temel ve bence hep sorulması gereken sorular.

 

Bunun zorluğu şu: Pekala, elimde bir teorim, analitik kavramlarım var ama insanların söylediklerini, onların kavramlarıyla, kendi kimlik gelişimlerini anlatış biçimleriyle dinlemem gerekir. Ve daha ziyade kendiminkilerle uyuşmayacağını varsaymalıyım. Bu, teori ve analizden vazgeçmek anlamına gelmiyor, daha çok bir şeyleri önceden duymayı beklediğinizden daha farklı duymaya, daha farklı dinlemeye başlamak zorunda olduğunuz anlamına geliyor. Bu da zaman alıyor.

 

Kitaba koymadığım ama beni gerçekten sarsan bir anım var. Kitaba koymadım çünkü bir türden günah çıkarma anlatımı gibi olacaktı ve bundan hiç hoşlanmıyorum. Ben translarla çalışmaya başladım ama aynı zamanda bu konuyla ilgilenen terapistlerle, cerrahlar, hukukçular ve din adamlarıyla da çalışıyordum. Çalıştığım terapistlerden biri, bir defasında beni toplantılarına davet etti. Kitabın ilk bölümüne başlayışımda böyle oldu. Kilit bir figürdü aslında bu terapist ve o dönem Tahran Psikoloji Enstitüsü’nde başvuranların dosyalarını inceleyen, onlarla görüşme yapan komisyonun da başındaydı. Cinsiyetini değiştirmek isteyen birisi başvurduğunda, bu kişi için tıbbi ve hukuki bir dosya açmak zorundaydılar. Dört ile altı ay arası süren gözetimli bir terapi sürecinden geçmek zorunluluğu da vardı.

 

Toplantılarında, oraya taşradan gelen biriyle görüşme yapıyorlardı (Türkçe gibi Farsça’da da cinsiyet zamirleri yok o yüzden bu hikayeyi İngilizce anlatmaya kalktığımda he/she sorunu ortaya çıkıyor.) Bu taşradan gelen kişi hala erkek kıyafetleri içindeydi. Karar vermemiş, ismini değiştirmemişti. Esas olarak çok şiddetli bir depresyon geçmişine sahipti. Ona sorular soruyorlardı. Zihinsel problemlerinin olmadığından ve gerçekten cinsiyetini değiştirmek istediğinden emin olmak istiyorlardı. Sonunda bu kişi “Bakın,” diyerek konuşmaya başladı. Üniversiteden arkadaşı olan biriyle iyi bir ilişkisi varmış, çok yakınlarmış. Sonra arkadaşı evlenmeye karar vermiş ve bu, onu derin bir depresyona sürüklemiş. Fakat bu evlilik yürümemiş ve tekrar bir araya gelmişler, depresyon da böylelikle sona ermiş. Bu birkaç sefer olmuş.

 

Translar ve partnerlerinin ilişkilerine ait çok önemli mevzulardan biri bu. Kitabın bir bölümünde bunu da tartışıyorum. Evlilik mecburiyeti tehdidiyle yaşamak, evlenmek isteyen partnerler için önemli bir mesele çünkü herkesin evlenmesi gerekiyor. Bir de bunun partnerleriyle duygusal ilişkilerini etkilemesi meselesi var. Aynı cinsiyete sahip çiftlerde çoğu zaman bu geçerli. Hep aynı hikayeleri duyuyoruz.

 

Her neyse, onun hikayesine geri dönelim. Birkaç defa depresyona girmiş bu kişi ve “her depresyon ilişkinin bu iniş çıkışlarıyla bağlantılı” dedi. Ona sorular sordular. Ardından terapist bana dönüp dedi ki “Soru sormak istiyor musun?”

 

Amanın!

 

Ben bir köşede duruyordum, aslında halimden memnundum ve soru sormaya da hazır değildim. Bu katıldığım ilk görüşmeydi. Sonra bir soruya başladım ve aslında kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz onları geri almak istiyordum. Ona: “Diyelim ki çok sevdiğiniz bu insanla cinsiyetinizi değiştirmek zorunda kalmadan ilişki yaşayabileceğiniz şartlar altında yaşıyorsunuz. Yine de cinsiyet değiştirmeyi ister miydiniz?”

 

Off!!

 

Bu sorunun onu köşeye sıkıştırabileceğini, hatta başvurusunu da olumsuz etkileyecek bir cevabın önünü açtığını soruyu sorarken farketmiştim.

 

Evet.

 

Bu sorum ve ağzımdan çıkan kelimeleri geri almak istememe neden olan korku, onun içinde bulunduğu ve demin bahsettiğimiz, kavramlar arası fark-gözetmeyen benlik algısını kavramayışımdan kaynaklanıyordu. Benim için eşcinsellik ve transseksüellik iki ayrı kategoriydi ve sorum da kaynağını buradan alıyordu. Onu köşeye sıkıştırmış olmaktan da çok korkuyordum. Kafası tamamen karışmış görünüyordu. Cevap vermesi uzun zaman aldı. Sonra bana bakıp şöyle dedi, “Anlamıyorsunuz.” Tüm söylediği buydu. İlk hissettiğim bir rahatlama oldu.

 

Evet, neyse ki başvurusunu riske eden bir noktaya gelinmemiş.

 

Sonra onun dediği gibi gerçekten de anlamadığımı farkettim, anlamıyordum. Kafamda dönüp duran ve ağzımdan çıkıveren bir soruyu durumu anlamadığım için sormuştum. Sorum ona bir şey ifade etmiyordu. Bundan çıkarabileceği tek şey şuydu: Belli ki bu kadın konuştuğu şeyin farkında değil çünkü mantıksız bir soru soruyor. Bu olay, araştırmamdaki dönüm noktalarından biriydi. Ben de “Pekala, kendime gelip bu çok kısa ‘Anlamıyorsunuz,’ cümlesiyle ne demek istediği hakkında düşünmek zorundayım” dedim. Haklıydı ve bu ayrımın yokluğunda ne olduğunu anlamak çok uzun zamanımı aldı.

 

Bu aynı zamanda antropoloji ile tarih arasındaki farklılıklar açısından da önemli bir nokta. Tarihsel olarak baktığımızda da aynı sorunlarla başbaşayız ama…

 

Ama tarihte, etkileştiğiniz bir an olmuyor.

 

Kesinlikle. Ve olmayan diğer bir şey de…

 

Birinin sizi zihnen sarsması.

 

Evet…

 

Üstelik bu tek örnek değil. Çok önemli olanlardan biriydi ama saha çalışmam sırasında bana, “Tamam, durman gerek, düşünmen gerek, anlamak zorundasın” dedirten birkaç durum oldu. En sonunda anladım ki, benim aşina olduğum ve üzerinde çalıştığım benlik oluşumu kavramına kıyasla, daha farklı bir kavram söz konusu. Özellikle de kimlik meselesi benlik kavramlarının ve tanımlamalarının önemli bir parçası olduğu için.

 

professing selves

 

Mesela birlikte çalıştığım aktivistlerden biri harikaydı, dedi ki, “Kadın olduğumu hep biliyordum.” Bununla neyi kastettiğini anlamaya çalıştım. Yaptığım görüşmelerde herkes ergenlik yıllarının çok zor ve kritik yıllar olduğundan bahsediyordu. Erkek doğmuştu ve onunla röportaj yaptığım sırada hormon kullanmasına ve bedenen kadın gibi görünmesine rağmen operasyonunun tamamını yaptırmamıştı. Çok uzun süre geçiş aşamasındaydı. “Kadın olduğumu hep biliyordum.” deyip duruyordu.

 

Bu onun için ne anlama geliyordu? Görüşmelerimizde buna pek çok kez değinildi. Günlük hayatınız söz konusu olduğunda bu nasıl hissettiriyordu? Dedi ki, “Sütyen askısını açmamı isterken kardeşimin karısı yanımda hep rahat hissetmiştir. O kadın olduğumu biliyordu. Erkek olsam bunu asla istemezdi.” O zamanlar bu gibi küçük şeyler onun erkek değil de kadın olduğuna dair kanıtlardı. Mesela “Hep annemle takılırdım ve o ne yaparsa aynısını yapardım” diyordu.

 

İlginç olan ise ergenliğinde yaşadığı bunalımı anlatma tarzıydı, partilerde nasıl dans ettiği, herkesin onu nasıl çekici bulduğu ve herkes tarafından nasıl cesaretlendirildiği onun kadın olduğuna dair göstergelerdi. Asıl kriz ise ergenliğe girdiğinde diğer kızların memelerinin çıkıp da onun çıkmadığını fark ettiğinde geliyor. O zaman annesine şöyle soruyor, “Neden benim memelerim yok?” Annesi de bunu gülerek geçiştirip “Eh, insanlar farklı zamanlarda büyürler. Bir gün senin de memelerin olabilir” dedi.

 

İlginç bir cevap.

 

Asıl sorun ise sakalları çıkmaya başladığında ortaya çıkıyor. İlk tepkisi gidip tıraş olmak olmuş ama o zaman da tüyler sertleşmeye başlıyor ve en sonunda bir gün annesinin yanına gidip “Bu nedir? Suratımda neden bu kadar çok kıl var?” diyor. Bu noktada annesi de ona “Ama tüm erkekler büyüyünce sakalları çıkar” cevabını veriyor. Bu yanıtla mahvoluyor. Tabi asıl mühim olan bunu nasıl ifade ettiği, dedi ki, “Ben her zaman kız oldum ve öyle kalmak niyetindeyim”. “Yanlış bedende sıkışıp kalmak” ya da buna benzer ifadelerde yatıyor esas bilgi. Bunu nasıl bilebiliyorlar? Her türden psikolojik teoriyi tartışabiliriz burada. Benim inancıma göre insan gelişimiyle ilgili bazı şeyler o kadar karmaşıktır ki esasen bilinemezler. Bu da benim için bilinmezler kategorisinde. Bir de kendimize şu soruyu hiç sormadığımızı çok güçlü bir şekilde hissediyorum: Neden bir kadın gibi hissediyorum? Kadın olduğumu nereden biliyorum? Gözümüzün gördüğü kadın olmak algısıyla, sahip olduğumuz beden şekli arasında bir örtüşme var ise bu soruyu sormayız. Sadece bize doğru gelmeyen bir şey varsa bu soruyu sorarız. “Neden insanlar böyle hissediyorlar?” sorusunun peşine düşmedim, düşmem, çünkü bence bu bilinemez. Kabul edelim ki bazı şeyler bilinemez ve bu da onlardan biri.

 

Dolayısıyla, nedenleri değil, durumu nasıl formüle ettiğini anlamaya çalışıyordum. Kadın olduğunu biliyordu ve bedeni, hisleriyle çatışan bir şekilde değişmeye başlayınca o da bedenini değiştirme kararı verdi. Olduğunu bildiği kadın şeklinde kalmakta kararlıydı. Ve onun için her şey bu noktada başladı. Bunu çok işittim. Kitapta ayrıntılarıyla değindiğim bir vaka var. Bu kadın da taşra şehirlerinden birisinden geliyor. Yaşça daha büyük bir kadın, bahsettiğim kişiden en az bir kuşak daha büyük. Ergenlik gelişimi açısından müthiş bir hikaye. Beş, altı erkek kardeşlermiş ve çok katı bir babaları varmış. Onun, kadınlarla takılıp, erkeklerle ilişkiye girmesini engellemek için ellerinden geleni yapmışlar; akıl hastanesine götürmeye, oraya kapamaya çalışmışlar. Korkunç tecrübeleri olmuş ama yaptığımız röportajda bir türlü peşimi bırakmayan şu oldu: Duymak. Babasına ve erkek kardeşlerine “Ben kadınım” diyordu. Babası ise “seni erkek yapacağım” diyerek deri kemerle onu dövüyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu, kadın düşmanlığı olarak görülebilir. Basitçe, baba ‘oğlunun’ ‘kızına’ dönüşmesini istemiyor mu? Oysa mesele bu değil. Asıl olarak babanın ve erkek kardeşlerin duyduğu şey onun “ben kadınım” diyor oluşu değildi. Onların duyduğu şey “Ben pasif eşcinsel bir erkeğim. Ben girilebilir bir bedenim.” Aralarında konuşulan bundan ibaretti ve onları bu kadar vahşi yapan da buydu.

 

Bu yüzden, İngilizce yazılan bu kitap eğer İranlı okuyucuya ulaşırsa, çok başka bir hale geleceğini umuyorum. İçerdiği çalışma da farklı olacaktır. Açmak istediğim konulardan biri de bu. Çünkü aileleriyle bağların kopmaması insanlar için çok önemli. İnsanların hayatı, aile ve mahalle gibi ağlarla imkânlı ya da imkânsız hale geliyor. Ergenken aileniz tarafından kapı dışarı edilirseniz bu her şeyinizi kaybetmek demek olur. Eğitimden geri kalırsınız; insani ilişkiler ve duygusal tutarlılığın yanı sıra iş olanaklarınızı da kaybedersiniz. İran’daki sosyal hizmet uzmanlarının ve bazıları çok ama çok iyi olan terapistlerin en zor vazifelerinden biri ailenin nasıl yakınlaştırılacağı konusudur. Bu yüzden gidip cinsiyetini değiştirmiş, özellikle de erkek bedenine sahipken kadın olan insanlarla çalışırlar, onları aileleriyle konuşmaları için getirirler. Sorunun bir kısmı tam olarak şudur: Oğullarının söylediklerini oğullarının söylediği şekilde duymaları için bu ailelerle nasıl konuşuruz? Yani, nasıl ergenlikteki oğulları ‘ben kadınım’ dediğinde onların duyduğu da ‘ben kadınım’ olur? Nasıl olur da bunu “Ben pasif eşcinsel bir erkeğim” olarak duymaz aileler? Türkiye’de nasıldır bilmem ama insanların ezici bir çoğunluğu için anal olarak girilebilen bir erkek bedeni kategorisi hala çok küçük düşürücü bir şey.

 

Burada da benzer.

 

Kabul edilemez. Bunu iyileştirmenin bir yolu yok gibi. Şu ya da bu şekilde biraz olsun entelektüel olan, aydınlanmaya çalışanlar bile aslında transseksüel kadınların esasen eşcinsel olduğunu düşünüyorlar. Kavramlar arası ayrım yapmamanın olumsuz taraflarından biri de bu işte: Bu küçük düşürücülük algısı o kadar ağır ki insanlar transları aşağılamaya devam ediyor, ağırlığını bilerek ve o ağırlıktan güç alarak. Demek istediğim, bu alçaltıcı yük trans kadınların hayatları boyunca, operasyon geçirdikten ve kadın bedenine sahip olduktan sonra da devam ediyor.

 

Ama ameliyat olmak eşcinsel olmaktan ya da olmamaktan bağımsız…

 

Evet, evet, kesinlikle. Ancak birçok trans olmayan insan eşcinsel olmamak için ameliyatın yapıldığını düşünüyor. Mesela erkek bedeni olan birini ele alalım; eşcinsel olmamak için bedenini değiştiriyor. Translarsa kendilerini böyle görmüyorlar. Problem de bu; problemin bir kısmı daha doğrusu. Verdiğim örnekte dediğim gibi; o, kadın olduğunu biliyordu. Eşcinsel bir erkek olmadığını biliyordu. Bedeni hayatına aykırı şeyler yaptığı sırada o, kadın kalması gerektiğini, her zaman yaşadığı ve olduğu kadın olarak kalması gerektiğini biliyordu.

 

 

Foto: Kris Snibbe

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YHer Gün Yeniden Kurduğumuz Bir Şehrin, Bir Dünyanın Yerlisi Olmak
Her Gün Yeniden Kurduğumuz Bir Şehrin, Bir Dünyanın Yerlisi Olmak

Bu 25 Kasım’da hatıramıza, buluşmalarımızın ve hür bir geleceğin hayaline sarılıyorum.

TARİH

YJames Baldwin’le Tanıştığım O Gün
James Baldwin’le Tanıştığım O Gün

Beni geri çektiği o yer ve zaman, makulen umabileceğim tek şeyin aldığım her davette ancak hizmet etmek için orada olabileceğimi söylüyordu.

MEYDAN

YEvet, Polisi Lağvedelim
Evet, Polisi Lağvedelim

Çünkü reformlar işe yaramayacak.

MEYDAN

YBiraz Sakinleşebilir Miyiz?
Biraz Sakinleşebilir Miyiz?

İnsanlar genelde beni felaket tellalı gibi görüyor, bana kızıyorlar. Felaket tellalı değilim ben. Eğer bakmazsan, değiştiremezsin. Gözünün içine bakacaksın.

Bir de bunlar var

Adını ‘Helal Olsun’ Koydum
Filistin’in Kurtuluşu Feminist bir Meseledir!
Gezi Parkı Bizimdir, Bizim Kalacak!

Pin It on Pinterest