Liza Lou’yu daha geçen hafta tanıdım. 1995’te yaptığı bir radyo programında çıktı karşıma. Programın konusu obsesif kompulsif davranışlar idi, Liza Lou da bu türden davranış bozukluğu gösteren kişilere örnek gösteriliyordu. Onu bu örneklendirmeye konu yapan, beş yılda bitirdiği adı “Mutfak” olan bir sanat projesi. Dolapları, tabakları, kaşıkları, masa örtüsü, fırındaki kurabiyeleri, bulaşıkları ve musluktan akan suyuyla bir mutfağı on milyon boncukla kaplamış, kadın emeğini anıtsallaştırmaya çalışmıştı Liza Lou. “Mutfak” çalışması yukarıda resimde görülüyor, Lou’nun portfolyosu ise şurada.
Mutfak’tan bir ayrıntı
Çok insanın “delirmiş herhalde” diyerek başını çevirebileceği bir emekten, kendisini de aslında sabırsız olarak tanımlayan birinden bahsediyoruz. Bahsi geçen ropörtajda “Ben sabırlı değilim, tam tersi hatta. Beş yıl boyunca beni bu işe bağlayan tek şey merakımdı. Bittiğinde nasıl görüneceğini merak ederek çalıştım” diyor. Sonunu merak ederek yine yıllarca, ama bu sefer gönüllülerin de desteğiyle bitireceği bir diğer boncuktan çalışmasının adı “Arka Bahçe.” “Arka Bahçe”nin gönüllüler yardımıyla bitirilmesinin bir sebebi, Liza Lou’nun “Mutfak”ı yaparken her iki el bileğinde oluşan hasar. Bir diğer sebeb, Lou’nun tek başına bu işi 45 yılda bitirebileceğini fark etmesi. Boncuklar bir bir yerlerine dizilirken, yaşadığı Los Angeles’ta ikide bir deprem olduğundan Lou, evini başka bir yere taşıyor, geçinmek için elbise satıyor, garsonluk yapıyor.
Bütün bu boncuk sevdasının başladığı yer de, yine bir ropörtajından öğrendiğimize göre bir boncuk dükkânı. Bu dükkâna girer girmez binbir renkte camdan boncukların kendisini sevinçten delirttiğini anlatıyor. Ne kadar anlaşılabilir bir durum! Boncuk dükkânlarında hangimiz yarı sarhoş hale gelmiyoruz ki? İyi de bu camdan, minik taneciklerin 10 milyon kadarını alıp bir mutfağı neden kaplamak isteyelim? Bilmiyoruz! Liza Lou’nun kendisi de bilmiyor. “Sonunu merak ettim” demesi ikna etmiyor beni. Eninde sonunda kendisini kayda değer bir sanatçı haline getirecek boncuktan dünyasının ilk örneği “Mutfak”. Başladığında 21 yaşındaymış. Beş sene bir sanat projesini, hele de ilk işi, bitirmek için çok uzun bir zaman. Bu yıllar boyunca sonunun nereye varacağını bilmeden, aslında pek de bir takdir görmeden çalışıyor. Belli ki Lou’nun motivasyonu, bittiğinde kendisini dünyaca şöhrete kavuşturacak bir işe imza atmak değil, içtenlikle nasıl görüneceğini merak etmiş sahiden de.
Sonra düşünüyorum da, San Francisco’da sanat okumuş, Los Angeles’ta sanat yapmış, kendini ifade etmenin yolunu milyon boncukla döşemiş bir kadın ile, belki yüz milyon el hareketiyle kendi yolunu dantelden örmüş, onu bir yatak örtüsü haline getirmiş Türkiye’de yaşayan Güzide Hanım arasında bir fark yok belki. Bir yola baş koymak, işin sonunu değil, ortaya çıkmasını amaç edinmişlikleri ile ilgili, her ikisinin de koşullarının çok benzeştiği bir yer var.
Güzide Hanım ile tanıştığımda yedi yaşındayım. Güzide Hanım alt komşumuz. Bir sanat okuluna devam etmemiş, ama çok küçük yaştan ipe zincir çekmeyi öğrenmiş, zaman içinde kendi desenlerini üretmiş bir kadın. Sürekli tekrarlar üzerine kurulan büyük yatak, masa örtülerini bitirmesi aylarını alır, ama hiç bir işi yarım kalmaz. Elinde boncuk değil tığ, kirlenmesini önlemek için hususi çantasında çıkarmadığı ipini arada bir uzatarak, sadece yatak örtüsü örer. Bundan maddi bir karşılık beklemez, yatak örtülerini bitirdiğinde bir süre karşılarına geçer bakar, oyalanır, sonra mutlaka birine hediye eder. Bir gün, eli ne kadar hızla işliyor olacak ki, ona “Ne o Güzide Hanım, Bulgurlu’ya gelin mi gidiyorsun, ne bu telaş?” dendiğini duydum. Bulgurlu’nun neresi olduğunu bilmediğimden, oraya gelin gitmenin de matah bir şey olduğunu sandığımdan bu an kazınıyor kafama. Güzide Hanım “Yok,” diyor karşılık olarak, “bunu yaparken düşünmez oluyorum, iyi geliyor.” Güzide Hanım, kimini kıskançlıktan çatlatacak, kimini hayretler içinde bırakacak genişlikteki portfolyosunu hiç bir zaman oluşturmadığından, onun işlerinden örnekler veremiyorum burada.
Sıradanlaşarak devam eden işlerin insan zihninde sakinleştirici bir etki yaptığı biliniyor. Bu sıradanlık çarkının içinde unufak oluyor düşünceler. Güzide Hanım’ın dediği gibi “düşünmez oluyorsun.” Lou,”Mutfak”ı yaparken bir arkadaşının yaptığı işe hayretle bakıp “sen meditasyon yapıyorsun aslında” demesiyle irkilmiş bir defasında. Bu işler, bu insanların sığınakları basbayağı. Bunlar hep aynı kaynaktan beslenen, dışarıdan obsesif kompulsif bozukluk gibi görünen haller. Yok, onlar bozukluk değil. İnci, boncuk, zincir, dantel, bu insanların hikâyelerinin ta kendileri aslında. Zamanları, düşündükleri, düşünmedikleri, kaçtıkları, yakalandıkları ne var, ne yoksa hepsi bunlarda var olmuş.