Geçtiğimiz 16 Ocak'ta Masumiyet Müzesi'nin bu yıl altıncısı düzenlenecek 'Dünyada Yılın en iyi Tasarımları' yarışmasına Mimari dalında aday olduğu açıklandı.

SANAT

Masumiyet Müzesi Üzerine Bir Tartışma

Orhan Pamuk, okurları tarafından ziyadesiyle sahiplenilen, her hangi eleştiriye açık bir konu gibi tartışılması zor bir romancı.   Tartışılması zor diyorum çünkü belki de sadık bir okuru olarak yazara karşı ben de öldürmeye çalıştığım türde bir hayranlık besliyorum.  Pamuk; kafamda insanlaştırmaya çalıştığım; yüzsüz, tarihsiz, kitaplarıyla tarif etmesi zor noktalarıma dokunan bir yazar.

 

Gizemden -esrardan-, aşka, hayal kırıklığına, umuda, çaresizliğe ve hırsa, tüm hisleri içimizde duyduğumuzu sandıracak şekilde kelimelere dökmesinin haricinde Pamuk’un kitaplarını neden bu kadar ayıramadan sevdiğimle ilgili mantıklı bir okuma yapmam gerektiğinde zihnim hafif tıkanmakla beraber; onu benim için diğer yazarlardan ayıran şeyi; karakterlerini, içine yazıldıkları dönemin şartlarını bir an bile unutmaksızın oluşturması diye nitelendirebilirim. Cevdet Bey ve Oğulları‘nda, Kara Kitap‘ta, hatta Benim Adım Kırmızı‘da zamanından ileri düşünen ‘aydın’ bir karakterin günümüz düşünce dünyasının gerisinde oluşunu kolaylıkla, vurgulamadan ortaya koyması, dönem kahramanlarının okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmasını okuyucuya doğallıkla kabul ettirmesi, yani karakterler üzerinden, aslında hikayenin geçtiği dönemi ‘anti kahraman’laştırabilmesi ve bunun üzerinden getirdiği toplumsal /politik eleştiri Pamuk’un ”deha”sının benim için en önemli parçası… (Bu paranteze çok kısıtlı bir tarih bilgim olduğunu ve edebiyat öğrenimi görmediğimi eklemem sanırım yerinde olacaktır.)

 

Bu bağlamda ”bugün politik sebeplerle Pamuk’un romancılığının eleştirilmesi, kurgularının çoğu zaman okunmadığı halde kabul görmemesi, aldığı ödüllerin devletler arası çıkar politikaları çerçevesinde tartışılması gibi konular, “içinde bulunduğumuz dönemin ‘antikahraman’lığından ileri geliyor olabilir mi?” sorusunu araya çaktırmadan sıkıştırıp esas konumuza geçiyorum;

 

sketchup

 

Öncelikle şükrederek söyleyeceğim şey şu ki, bu postu Orhan Pamuk’un edebi eseri Masumiyet Müzesi ile ilgili bir tartışmayı değil, bir müze olarak Masumiyet Müzesi’ni konu edinen bir mimari forum tartışmasını sizlerle paylaşmak için yazıyorum.

 

Geçtiğimiz 16 Ocak’ta Masumiyet Müzesi’nin bu yıl altıncısı düzenlenecek ‘Dünyada Yılın en iyi Tasarımları’ yarışmasına Mimari dalında aday olduğu açıklandı. Arkitera’nın haberini okuduktan sonra sitede geçmişte konuyla ilgili rastlamış olduğum bir tartışmayı hatırladım ve daha önce sürüklenerek okuduğum mimarlıkforumu‘na ufak bir araştırma yaparak geri döndüm.

 

2008 Eylül’ünde, daha müze açılmadan alevlenen tartışma; bir kullanıcının müzenin küratörü Orhan Pamuk’un kitabı yazmaya başladığı dönemde birlikte çalışmaya karar verdiği Prof. Dr. İhsan Bilgin’e gıpta etmemenin mümkün olmadığını söylemesiyle başlıyor.  Tabii İhsan Hoca‘nın bu iş için seçilmesinin bir şans veya sürpriz eseri olmadığını vurgulamaya gerek yok. Ancak yine de, Pamuk’un müzeyi sadece çok iyi bir mimara tasarlatması gerekliliğini cebimize koyduktan sonra İhsan Bilgin’in mimari düşünce dünyasına yalnızca projeleriyle yön vermediğini, teoride ele aldığı projeleri de estetik kaygıların ve fonksiyonların ötesinde, tarihsel ve sosyo-ekonomik bağlamda da mükemmelleştirme çabasını, yazın dünyasına, mimari felsefeye, eleştirel düşünceye ve akademiye kattıklarıyla bu iş için doğru bir mimar varsa onun da kendisi olduğunu takdir edelim.

 

Bunları söyledikten sonra kitapla kuvvetli bir bağ kurmuş iç mimar bir edebiyat heyecanlısı olarak beni de içten içe korkutan, ‘mekanın, eserin sarsıcılığını yıkması ihtimali’ni dile getiren Şerif Süveydan isimli forum yazarına kulak verelim;  -bu alıntılarda katılmadığım ya da fazla sert bulduğum kısımları kırptım-

 

“Kendi payıma hiç de gıpta etmiyorum İhsan Bilgin’in pozisyonuna; zira bu çok ama çok zorlu bir iş, hatta bu koşullarda tasarımcının neredeyse altından başarıyla kalkmasının imkansız olduğu bir problem. […]

 

[…] her okur şunu gayet iyi bilir ki, romanda veya şiirde konu edilen mekan gerçekte var olsa bile, onun kitaptaki varlığı ile eserin içindeki varlığı asla birbirleriyle örtüşmez. Joyce sevenler Dublin’e giderler, Dostoyevski hayranları St. Petersbug’a, ama bulabilecekleri pek bir şey yoktur orada. Bütün eserini geçmişi yeniden kurmak üzerine inşa ettiği söylenen Proust için –belki de herkesten daha fazla—geçerlidir bu.”

 

Bundan sonra yorumcu, sanırım oldukça haklı noktalara parmak basmanın dolduruşuyla müzenin oluşturulmasını bir pazarlama stratejisi olarak nitelendiriyor. Yorumcuya karşı çıkan, onu ön yargılı olmakla suçlayan birkaç yorumdan sonra tuhaf bir şey oluyor ve İhsan Bilgin forumda duhul ediyor. Bu, sanki iki adet göstergebilim teorisyeni rahat rahat bir kafede oturmuş Roland Barthes’i tartışırken, Barthes’in içeri girip, sorularına yanıt vermeye başlaması gibi hafif endişe verici bir durum.

 

İhsan Bilgin, müzenin kurulumunun bir pazarlama stratejisi olması ihtimalini pragmatist nedenlerle bir kenara koyduktan sonra Pamuk’un müzeyi oluşturmadaki motivasyonu ve İŞ’in eseri yansıtması için yapılması gerekenler üzerine şunları söylüyor;

 

“[…] Daha hırslı, daha büyük bir beklenti olmalı bu girişimin arkasında: ebediyet, ölümsüzlük arayışı olduğunu düşünüyorum bunun. Söyleşinin akışı içinde Kemal’in ebediyet arayışına dikkat çekmiştim. Tabii ki onun üzerinden yaratıcısının arayışı bu. Zaten her türden “eser verme”nin aslında “eser bırakma” anlamına geldiğini, dolayısıyla da esasen ölümsüzlük motivasyonundan beslendiğini biliyoruz. Denecektir ki, romanlarıyla zaten “bırakmıyor mu” kendisinden sonra da yaşamaya devam edecek ürünleri dünyaya? Evet bırakıyor. Ama daha da büyük bir hırsa, dünyaya zaten bırakmakta olduğunu pekiştirme beklentisine işaret ediyor olmalı bu girişim…

 

[…] Evet, bir riskle karşı karşıyayız. Süveydan’ın isabetle işaret ettiği tehlikelerin, bıçak-sırtlarının bu işin üzerinde hareket etmekten kaçınamayacağı kaygan zemini oluşturduğuna kuşku yok. Ama mesele tam da burada: risk almakta mı problem? Risk alındığı anda, onunla başa çıkılamayacağı en başından belli mi?

 

[…] Eserin tansiyonunun yükseltme ile düşürmenin, muhayyileyi genişletme ile daraltmanın, merakı uyandırma ile bastırmanın, Welles’inki ile sıkıcı uyarlama/yeniden-temsil örneklerinin sınırı nereden geçer? Yanıt Süveydan’ın sözlerinde gizli kanımca. Hem çok kolay, hem de çok zor; sözde kolay, eylemde zorlu bir yanıt: Eğer söz konusu nesneler, müzedeki varoluşları itibariyle, romanda dile gelmiş olan bir eksiğe (ya da fazlaya) işaret etme gücü, kapasitesi, potansiyeli taşıyorlarsa; her anlatının aslında “eksik” (ya da “fazla”) olmak zorunda olduğunu, her dile gelişin yaşantıyı eksik temsil etmekten (ya da olduğundan fazla göstermekten) başka çaresi olmadığını ima ediyorlarsa; kısacası edebiyatın, sözün, yaşantı ile muhayyile arasındaki telafiye geçit vermeyen boşluğun ifade edilmesinden başka bir şey olmadığını hatırlatıyorlarsa vs…

 

Söylemek kolay: bu aralıklarda zihinle duyu dünyaları arasında estetik kısa devreler oluşabildiği malum…Yapmak zor: Bunun nasıl yapılacağı, yapılmadan bilinmiyor. Yapılsa da her seferinde yeniden öğrenmek gerekiyor…”

 

 

cephe-renovasyon

 

Bilgin’in  müzeye yönelik eleştirilerin bir kısmını göğüslediği bir kısmına dair de aynı tür kaygıların kendisinde de olduğunun ipucunu verdiği şekilde tartışma devam ediyor. Hatta kendisi ve eski öğrencisi Arkitera Köşe Yazarı Simla Sumay Özdemir arasında, okurken habire saf değiştirmeye sebep olabilecek nefis bir tartışma geçiyor. (konuyla ilgilendiyseniz, dönüp tartışmanın bu kısmını sonuna kadar okumanızı öneririm.) İhsan Bilgin tartışmanın bir bölümünde bu konuyu forumda konuşmakta olan tüm yazarlara buluşup fikir teatisinde bulunmayı teklif ediyor ki sanırım bu, esasında bir yardım ricası…  Daha sonra tartışmayı başka bir ortamda yüzyüze sürdürdüler mi bunu bilemiyoruz.

 

Tartışma, müzenin oluşumunu mimari ya da küratöryel açıdan etkilemiştir, etkilememiştir bunu da bilemiyoruz.  Ya da Bilgin’in müze projesi boyunca ‘inanç’ını aynı seviyede tutup tutamadığının bilgisine nail değiliz.  Ancak daha sonra müze ve galeri konusunda tecrübeli Alman Mimar Gregor Sunder Plassmann‘ın projeye eklemlenmesi spekülasyona açık bir konu.

 

kolaj

 

 

Elbette tasarım aşamasında mimar-müşteri arasındaki o ince denge dolayısıyla hemen el sıkışılmayan durumlar oluşmuş olabilir.  Bir röportaja göre; İhsan Bilgin’in mekanın istekleri doğrultusunda  sergilenecek objeleri soyutlaştırıp mimarinin bir parçası olarak ön plana çıkarma önerilerine Pamuk, ‘Eseri ve Kemal adına’ karşı çıkmış.  Hatta Bilgin’i ”Kemal’i ciddiye almamak”la suçlamış.  Bu kırılgan süreçte nasıl buhranlar, nasıl duraklatmalar, nasıl vazgeçmenin kıyısından dönmeler olduğunu tahayyül ettikçe ilk olarak alıntıladığım yorumcunun ön görüsüne hak vermemek elde değil.

 

Burada beni eğlendiren, heyecanlandıran bir konu var.  Pamuk’un kitabı tasarlamaya başlamadan önce müze yapacağı binayı satın alması ve mimarı, henüz kitabın çok başlarındayken projeye dahil etmesi.

 

İnsan ister istemez mimarın kendini, eserin de bir parçası gibi hissedip hissetmeyeceğini merak ediyor.  Yani İhsan Bilgin’in Pamuk’la ilgili forumda bahsettiği kendi mecrası dışındaki bir ‘ebediyet ve ölümsüzlük arayışı’nın Mimar için de geçerli olabileceğini düşünebiliriz. Özellikle romanda; Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘ndeki gibi mekanın mimarisi üzerine çok ayrıntılı bir tasvir olmaması; mimara, mekan tasvirini oluştururken belki de kitabı yönlendirme gücü veriyor.  Romana ‘Mimar İhsan’ olarak giren Bilgin’in sergileme konusundaki ısrarı da acaba bundan kaynaklı olabilir mi diye düşünüyoruz.  Elbette Kemal ne kadar Orhan Pamuk’sa, Mimar İhsan da o kadar İhsan Bilgin’dir demek en tehlikesizi olacaktır. Ancak, kitabın 564. sayfasında Yazar Orhan Pamuk’un Mimar İhsan Bilgin’e ufak bir selam çaktığını görmek, gerçek ve hayal arasındaki ayrımın dumanlanmasını sağlıyor.

 

Elbette kitaba hayal, mekana gerçek diye bakmamak gerektiğini Masumiyet Müzesi’ni ziyaret ettiğimizde daha iyi anlıyoruz.

 

kat1

 

Zaten Pamuk da, Manzaradan Parçalar‘da; müze ile ilgili şöyle diyor;

‘Müzem, benim hikayemin resimlemesi olmadığı gibi, romanım da müzenin anlaşılması değil’  (sf.445)

 

Peki, İhsan Bilgin’in de dediği gibi müzedeki nesneler, varoluşları itibariyle, romanda dile gelmiş olan bir eksiğe (ya da fazlaya) işaret etme gücü, kapasitesi, potansiyeli’ taşıyorlar mı?

 

Buna bir ziyaretçi olarak yanıtım şu; müzede kitaptan olan; ancak kitapta olmayan parçalarla; tasvir edilen, ancak kitaba dönüp bakmamıza gerek olmayan, yalnızca kitaba değil, kitabın uyandırdığı nostaljiye dair bir çok şey buluyoruz.  Orijinal Gazete kupürlerinden, kitapta birebir bahsi geçmeyen fotoğraflarla dolu her biri ince elenerek hazırlanmış kutularda; yine romanda olduğu gibi, iki aşık arasında olan bir hikayeyi değil; bir dönemin insanlarına nasıl davrandığını gözlemleme fırsatımız oluyor.  Kafamızda canlandırdığımız; ‘Füsun’un Jenny Colon çantasının ya da çiçekli elbisesinin yazarın kafasındaki tezahürünü görmek işin artısı mı eksisi mi? artık bunu tartışmanın sanki pek bir lüzumu kalmıyor.

 

fusun-kiyafet

 

Yazıyı 5harfliler ahalisinin de çok ilgisini çekebileceğini düşündüğüm “Türkiye’de kadın olmak”la ilgili müzede bulunan bir kutucuk yerleştirmesiyle bitirmek istiyorum; aşağıdaki videonun 17:40’da başlayan kısmını izlerken, tarihimiz, bugünümüz ve masumiyetimiz üzerine düşünelim;

 

http://www.youtube.com/watch?v=oyoe6bZSrKg&feature=player_embedded

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ECİNNİLİK

YYunanistan’ın Yeni ‘First Leydi’si Ne Giymeli?
Yunanistan’ın Yeni ‘First Leydi’si Ne Giymeli?

Yunanistan'da Alexis Tsipras yönetiminde yeni bir kemer sıkma karşıtı parti yönetimde. E popüler atasözünün dediği gibi "bütün büyük adamların arkasında büyük bir kadın vardır."

TARİH

YSenin için düşündüğüm çiçekleri bulmak çok zor
Senin için düşündüğüm çiçekleri bulmak çok zor

Frida Kahlo'dan dostu ve meslektaşı O'Keeffe'e, endişe, destek ve aşk dolu bir mektup

SANAT

YMüzik Şemsiyesi – 3
Müzik Şemsiyesi – 3

Bu bölümde yönetmen John Cassavetes'in 'Etki Altında bir Kadın'ından bahsedecek ve müzisyen Harwood'un film için yapmış olduğu ana temayı dinleyeceğiz sayın Müzik Şemsiyesi severler...

Bir de bunlar var

Nuri Bilge Ceylan’ın Kadınları: Bakmak ve Bakılmak
Sulukule Mon Amour Belgeseli: Kovuyorlardı Tekrar, Kovuyorlardı Tekrar
B’r Şeyler Eks’k demezsin, yo!

Pin It on Pinterest