David Foster Wallace’ın henüz Türkçeye çevrilmemiş Infinite Jest (Sonsuz Eğlence, Komiklikler, Şakalar) kitabında şöyle bir bölüm var:
Günün sonunda bunu bir oyun yapan, sınırlarının kişinin kendisinin ve rakibinin yetenek ve hayalgücüyle belirlenmiş olması, işte tam da oyunculardan birisinin sonu anlamına gelen ve ikisinin birden kazanmasına izin vermeyen kabiliyet ve hayalgücünün sınırlarıyla kendi içine kapanmış olması, yani kişinin kendi sınırları.
Bunu okuyunca şöyle düşündüm: İyi güzel hoş diyorsun da Wallace, bunlar benim için tam da oyun oynamanın, müsabakanın en kabullenilemez, en zor kısımları: Yani kabiliyet ve hayalgücünü olduğu gibi oynadığı oyuna getiren, elinden geleninin tamamını ortaya koyan iki kişiden ancak birisinin muvaffak olmasına izin olması. Bu anlamsız yufka yürekliliğim yüzünden Eurovision bile seyredemiyorum, “Çocuklar işte hepsi çalışmış gelmişler, hepsine verin birincilik madalyasını, bak o kız çok terledi yalnız, hadi gelin çay demledim börekle yersiniz” diye televizyonla konuşuyor, bir karşılık alamayınca söylene söylene kalkıp gidip mahallenin çocuklarının topunu kesiyorum (bunlar hep rekabete karşı olduğumdan!).
Gerçekten varını yoğunu ortaya koyup mücadele etmenin, ciddiye aldığın bir oyunu oynamanın inanılmaz hazzından da vazgeçemediğimden sık sık bu pasaj hakkında düşünür oldum. Hayalgücü ve yeteneğinden sonuna kadar istifade ettiğin, kazanmak için canla başla didindiğin ama sonunda herkesin galip geldiği bir oyun tasavvur etmeye çalışırken günlük hayatta bunun tek muadilinin romantik ilişkilerin başlangıç dönemindeki flört evresi olduğuna kanaat getirdim. Birisiyle kırıştırmaya başladığın zaman karşındakini etkilemek için elinden geleni yapıyorsun, ne kadar hünerin varsa ortaya döküyorsun ve işaretleri doğru okuduysan, olmayacak duaya amin demiyorsan (Adam “Yeter artık polisi aricam” demiyorsa doğru yoldasınız!) karşındaki de aynı şekilde mukabele ediyor. Böyle tatlı tatlı kim daha akıllı, kim daha komik, kim daha bilgili yarışmasına girmişken mağlubiyetin de bir önemi olmuyor çünkü yenilmek, sadece seçiminin ne kadar isabetli olduğunun bir tasdiki oluyor.
Ben bunu düşününce şöyle bir sevindim, “vaaay ne değişik bişey geldi aklıma” diye bir mutlu olayazdım ki son anda fark ettim, bu fikir zaten önemli bir düşünürümüz tarafından çoktan popülerleştirildi. Şöyle bir yoklayın aklınızı, düşünün düşünün, hah, evet, ta kendisi: Yıldız Tilbe. Gülben Ergen’e verdiği “Lay la lay lalay” şarkısında şöyle demiyor mu:
Aşk bir yarış aramızda, ödül mutluluk
Hiç fark etmez sen ya da ben kazanmalıyız
Başta biraz burulur gibi oldum ama, duyguların hassas tartısı, usta teorisyeni Yıldız Tilbe tarafından bir kez daha mağlup edildim diye (hem de oyunların yenme yenilme ekseninden çıkması gerektiğini savunurken) bozulmak bana yakışmazdı. O nedenle, bunu da aramızda küçük bir cilveleşme olarak görüyorum sayın Tilbe. Asla kusurunuza bakmıyorum.
Ben böyle ruhsal aydınlanmadan ruhsal aydınlanmaya koşarken siz de o arada klibi izleyin bari:
http://www.youtube.com/watch?v=oQ_Ii-TAzmA
(Hayır, bu yazıyı klipte kemençe çalan adamı açıp açıp izlemek için bahanemiz olsun diye yazmadım. Vallahi diyorum.)