Kristen Stewart ve yapımcı partneri Dylan Meyer’ın lezbiyen film camiasını yerinden oynattıkları Love, Lies, Bleeding (2024) filmi sonunda vizyona girdi! Tabii ki, ülkemiz hariç pek çok yerde… Tanıtım turundan, verilen röportajlara kadar “ıslak ve kışkırtıcı” bir lezbiyen yapımı olduğundan emin olduğumuz filmin basit bir anlatısı ve kara komik detaylarla bezenmiş bir tarzı var. Buradan itibaren bir spoiler alarmı vermem iyi olacaktır.
Film, 80’lerin sonu olduğunu tahmin ettiğimiz bir dönemde geçiyor (Berlin Duvarı’yla ilgili radyodan duyulan detaylar ve soundtrack’ler bunu düşündürecek şekilde tasarlanmış). Sonradan atış poligonu ve türlü illegal işleri de olduğunu anladığımız, sürekli didiştiği babasının (Sr. yani baba Lou) spor salonunda çalışan Lou, (Kristen Stewart), vücut geliştirme yarışmasına hazırlanan Jackie (Katy O’Brian) ile tanışır ve türlü kriminalliklerden sonra günbatımına araba sürmeli bir mutlu sona ulaşırlar. Bu son, özellikle 90’ların ikinci yarısından sonra görünür olmaya başlayan yeni kuir sinema örneklerine uygun görünüyor.
Yeni Kuir Sinema üzerine derlediği kitapta Ruby Rich, özellikle AIDS krizinin tavan yaptığı 1990’larda taşınabilir kameraların yaygınlaşmasıyla bir şeyleri belgeleme, unutulmamasını sağlama gibi motivasyonlarla kuir sinemacıların harekete geçtiğinden bahseder. Bu dönemin en önemli özelliklerinden birkaçı “kültürel temellük, pastiş ve ironi içeren” filmlerin popülerleşmesi, MTV estetiğiyle dalga geçen deneysel yapımların ön plana çıkmasıdır (Rich, 2013, XV). Love, Lies Bleeding Amerikan Spagetti Western’lerine referans veren gün batımına doğru ilerleyen mutlu son örüntüsünden faydalandığını düşündüğüm için bunu bir kültürel temellük örneği olarak verebilirim. Benzeri şekilde, film-noir estetiği ve anlatısına benzeyen tarafları da var: kriminal karakterler, bolca ölüm ve kan, karmaşıklaşan ve çözülen ilişkiler, ana karakteri baştan çıkaran femme fatale’in varlığı bunlara örnek olabilir. Yine aynı döneme dair, Ellis Hanson Out Takes: Essays on Queer Theory and Film derlemesinin girişinde Wachowski’lerin Bound (1996) filminin kışkırtıcı ve alt üst edici seksüel temsilinin kuir camiada yarattığı heyecanın altını çizer ve bu dönemde “kuir hazzın” film anlatılarında ne kadar öne çıktığından bahseder (Hanson, 1999, 1,8). 90’larda benzeri bir finalle kalplerimizde yer etmiş But I’m a Cheerleader (1999) da aklımızda bulunabilir. Bu filmlerin üçü de birbirine benzeyen bir “günbatımına el ele yol alma” örüntüsü, bir nebze feminizm ve kuir tınılar içeriyor.
Kuir filmlerden bahsetmem boşuna değil. Love, Lies, Bleeding’in tam da böyle bir ekolün devamı olarak hayatımıza girdiğini, özellikle 90’larda sevilen bir motif olan “günbatımında kadrajın dışına ve mutlu bir sona araba süren kadın hikayelerine” (ve daha dolaylı olarak Spagetti Western’lere) gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu noktada, Wachowski’lerin Bound filminden kısaca bahsetmek şart: çok seksi, lezbiyen bir neo-noir olan film, tamirci Corky ve bir mafya kişisinin partneri olan Violet’in bir ilişki yaşamaya başlamasını konu alır. Çeşitli üçkağıtlar, yalanlar ve mafya babasının ölümüyle sonuçlanan maceralardan sonra, lezbiyen çiftimiz mafyanın parasına el koyup mutlu bir şekilde kamyonetlerini zengin geleceklerine sürerler. Corky ve Lou’nun butchluklarını taçlandıran pikap kamyonlarını bir tesadüf sanmıyoruz herhalde?
But I’m a Cheerleader filmi de, benzer bir finale sahip. Liseli bir ponpon kız olan Megan‘ın lezbiyen olduğunu düşünen arkadaşları ve ailesi onu bir çeşit “homoseksüelliği tedavi” (conversion) kampına göndermeye karar verirler. Lezbiyenliğe delalet olan şeyler, ünlü kadınların posterlerini odasına asması ve vejetaryen olmasıdır. Tabii ki burada kendisi gibi lubunyalarla tanışan Megan’ın “yoldan çıkması” işten bile değildir! Filmin sonunda “tedavi” merkezine karşı mücadele eden “queer’ler birliği”ne katılan Megan aşık olduğu Graham’ı tedavi merkezinden kaçırır ve bir kamyonetin arkasında mutlu geleceklerine doğru yola çıkarlar. Bu gençlik komedisi, toplumsal cinsiyetin performe edilerek, tekrarla öğrenildiğinin altını çiziyor. Filmin absürtlüklerinden biri, Ru Paul’un genç “homoseksüelleri” “tedavi eden” karakterlerden biri olması.
En az Bound kadar kışkırtıcı, seksi ve neo-noir sayılabilecek Love, Lies, Bleeding, Lou’nun spor salonunda tuvalet pompaladığı sübliminal bir sahneyle açılıyor. Bu salonda ona aşık olan genç kızlardan birinin (Daisy) flört sahnesinin bundan sonra gelmesi tesadüfi değil. Vücut güzellik yarışmasında derece yapmak için aynı spor salonunda gecesini gündüzüne katan Jackie ile Lou burada tanışırlar. Lou ve Jackie tanıştıktan sonra fonda Ella Fitzgerald’ın Stars Fell On Alabama şarkısı çalmaya başlar. Jackie, kalacak yeri olmadığı için Lou’nun evine taşınır ve bol bol sigara, yumurta sarısı ve steroid içeren seks sahnesi izleriz. Flörtün ve aşkın ilk 6 ayı değil mi?[1] Leziz! Sonrası tuhaf, birbiriyle kesişen ilişkiler zinciri: Lou’nun tuhaf babası ve şiddetsever eniştesiyle (JJ) de yakınlaşmış olan Jackie, Lou’nun kız kardeşine şiddet uygulayan JJ’i öldürür.
Filmin içine serpiştirilmiş kara komik anlar da filmi zenginleştirmek için tasarlanmış. Örneğin, Jackie JJ’i öldürdükten sonra Lou gidip olay mahallini temizler, adamın cesedini bagaja koyarken cebindeki sigara paketini görür ve “hayır” der. Çünkü Lou tam o sırada sigarayı bırakmaya çalışıyordur. O anda Lou’nun bu temizliği ve taşımayı ilk kez yapmadığını anlamış oluruz. Cinayeti örtbas etmeye çalışan Lou, spor salonunda kendisine aşık olan Daisy tarafından görülür. Sonuçta JJ Lou’nun babasının başka insanları da öldürüp sakladığı bir yarıktan aşağı yuvarlanır: Lou’nun niyeti suçu babasının üzerine yıkmak ve sevgilisiyle uzayıp gitmektir. Fakat Jackie, Lou’nun ön ayak oluşuyla vücut geliştirme yarışması için steroid kullanmaya başlar ve kaslarını hızla büyüten steroide bir bağımlılık geliştirir. Bir noktadan sonra, her bağımlılık hikayesi gibi bu da yokuş aşağı gider ve Jackie hırsla hazırlandığı yarışmadan gördüğü halüsinasyonlar eşliğinde diskalifiye olur. Jackie, Lou’nun yanına döndüğünde suçluluk duygusu ve steroidlerden kafayı bulmuştur ve Baba Lou’nun onu “kurtarmak” için tek görgü tanığı Daisy’yi ortadan kaldırması gerektiğini söyler. Jackie Daisy’yi de öldürür.
Filmin sonunda Jackie’nin bir Hulk’a, dev kaslı bir canavara dönüştüğünü ve Baba Lou, Lou’yu öldürecekken onu engellediğini görürüz. Lou annesini de muhtemelen öldürmüş olan tuhaf babasıyla yüzleşir ve onu polise teslim eder.
Jackie ve Lou sabah olurken kamyonetlerine atlayıp olay mahallinden uzaklaşır. Filmin tam burada bitmesi gerekiyordu değil mi? Arabanın bagajındaki Daisy’nin cesedi onları rahat bırakmaz: Lou ve Jackie’yi işlenen cinayetlere bağlayabilecek tek görgü tanığı o ve hala yaşıyordur. Jenerik akmaya başlarken, Jackie uyur, Lou Daisy’yi gömmek için bir çukur kazıp sigara yakar. Lou, kaçınılmaz olarak babasına benzemiş olmaktan, onunla paylaştıkları bu karanlık ve ölümlerle bezeli kaderinden bir anda kurtulamamış olur. Bu sahneler de Marvel benzeri anlarla paralel okunduğunda Rich’in bahsettiği pastiş ve kültürel temellük anlarına işaret ediyor.
Bir kuple I’m a Cheerleader, bir kuple Bound derken 1990’lar estetiğine göz kırpan seksi, cüretkar bir lezbiyen neo noir izlemiş oluyoruz. Kristen Stewart’ın yıllardır yapmak istediğinden bahsettiği, aslında kendisinin Hollywood’a açılmasını da imleyen bu film, eğlencelik bir neo-noir olarak tüketilmeyi bekliyor. Bol bol kendisinden önceki anlatılara referans veren, aslında kendi anlatısı da bundan ileri gitmeyen bu pastiş harikasını, bir haftasonu gecesi kolayca ve keyifle izleyebilirsiniz!
Kaynaklar:
Rich, R., 2013. New Queer Cinema. Durham: Duke University Press
Hanson, E., 1999. Out Takes: Essays on Queer Theory and Film. Durham: Duke University Press
[1] Yazar burada Michelle Gurevitch’in Six Months of Love şarkısına referans veriyor: https://open.spotify.com/intl-tr/track/0ImZJIFxv4HBobMgG4BRpU?si=62d8204c02ab434f