6 Şubat’ın üzerinden tam bir yıl geçti. Kentlerini, sevdiklerini, aidiyetlerini ve “ev”in kendisini yitirmenin acısını sırtlanan binlerce insan için zaman ileriye doğru akmadı aslında. Kaldırılmayan enkazların altından halâ bedenler çıkarken, birkaç göstermelik isim hariç hiçbir sorumlu hakkında yasal işlem yürütülmezken; halâ temiz su bulunamayan bu deprem coğrafyasında koca bir yıl boyunca yaşananlar binlerce insanın yasını tutmasına da müsaade etmedi. Mezarların üstüne rihen konuldu, Kırklar Yası’nda bahurlarla ağıtlar yakıldı, slikalar pişirildi, 6 Şubat’ın yıldönümünde sessizce yürüdü binler. Valilik kararıyla gelen yasaklar ve barikatlar ise yalnızca yürüyüşün değil; anmanın, hatırlamanın, unutmayı reddetmenin karşısına dikildi bir bakıma. Acının görülmediği, yalnız ve çaresiz bırakılmışlığın büyüdüğü bu zamanda, ortak bir acının yasını tutabilmek için bile direnmek gereken bu topraklarda; geçen bir yıla ne eklediğimiz şimdi her şeyden daha mühim. Dayanışarak ve sesinden vazgeçmeden hem yıkılan kentleri ve “ev”i hem de umudu inşa edebilmenin sorumluluğu hepimizin omuzlarında. Depreme ve sonrasına dair kamusal tartışmayı yürütmek, ortak bir iradeyle bu sürecin devamlılığını sağlamak, 6 Şubat gecesi bir araya gelerek “Sesimi duyan var mı?” diye haykıran binlerce insanın sesini duymak, duyurmak ve yükseltmek bir yurttaş sorumluluğu olarak da önümüzde duruyor. Yıldönümlerinin anlamını bilerek, hep birlikte o müdahil-kurucu ses olabilmek için 6 Şubat’a, hatta belki ondan daha çok 6 Şubat’ın “sonra”sına işaret ederek… “Ya Depremden Sonra?” sorusunu 365. günün de üzerinden günler geçerken inatla sormaya devam ederek…
“Ya Depremden Sonra?” serisinin ilk söyleşisinde yaşananın toplumsal bir travma olması sebebiyle sahadaki psikologlara yüzümüzü dönmüş, deprem ve sonrasında ruh sağlığımız üzerine TODAP’la (Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği) konuşmuştuk. İkinci söyleşide ise depremin yalnız insanlar için değil tüm canlılar için yıkıcı etkilerine ve sonrasına Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nden Mine Yıldırım ile bakmıştık. Bu kez Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu’ndan Prof. Dr. Mehmet Zencir ile deprem bölgelerinde şu bir yılda sağlık açısından neler yaşandığını, toplum sağlığının neden sadece sağlık emekçilerine bırakılacak tıbbileşmiş bir çıktı olarak görülemeyeceğini ve 6 Şubat sonrasında ortak çaba ve dayanışma ile neler başarılabildiğini konuştuk.
TTB olarak yayımladığınız deprem raporlarında hem deprem bölgesindeki yurttaşların hem de kurtarma, yıkım ve enkaz kaldırma çalışmalarında yer alan işçilerin asbest maruziyeti için risk altında olduklarının altını çiziyorsunuz. Enkaz kaldırma çalışmalarında oluşan toz nedeniyle insan barınma alanlarının da risk altında olduklarını belirtiyorsunuz. Depremin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen halâ enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor ve halâ kurallara riayet edilmediği söyleniyor. Bu bağlamda halk sağlığı açısından halihazırda yürütülen çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz ve tespit ettiğiniz eksiklikler nasıl giderilebilir?
Enkaz çalışmalarıyla ilgili meslek örgütlerinin sağlıkçıların (TTB) ve mühendislerin (TMMOB) ilgili oda ve dernekleri bulunuyor. TMMOB adına Çevre Mühendisleri, TTB adına Halk Sağlığı, Toraks gibi uzmanlık dernekleri var. Yine bu iki yapıdan oluşan Temiz Hava Hakkı Platformu var. Daha çok asbeste yoğunlaşmış olsalar da onların önerileri doğrultusunda yerinde ve yavaş olsun, ayrıştırma yapılsın, envanter tutalım diye bir yol izlemek istedik. Enkazın yavaşlığıyla birlikte ıslatılarak araçlara ayrı ayrı yükleme yapılsın, tozlu yüklenen araçların üzeri brandayla örtülsün, yaşam alanlarının ve geçici yerleşim alanlarının seçiminde hepimizin kabul ettiği tarım alanlarına, yerleşme alanlarına, zeytinliklere, yer altı sularına uzak olsun gibi ilkelerimiz vardı. Buralarda atıklar cinsine göre ayrı ve geçici olarak depolansın, kalıcı depolama için ise kurallara uygun ve daha yapısal, yani gelişigüzel değil, özen verilmiş bir çaba ile yer seçilsin istemiştik. Buna karşın enkaz kaldırılma süreci başlayınca, toplum içerisinde farklı düşünceler ortaya çıktı. Bir kısmı çalışmaların bu kadar yavaş olmasını, “bu kentte yaşamak istiyoruz” diyerek sorunlu buldu. Bir kısım ise yerinde ayrıştırma işlerinde çok fazla toz çıktığını söyleyerek hızla yüklensin ve dışarıda ayrıştırma yapılsın talebinde bulundu. Özetle şunu söyleyeyim; bilimsel olan ile toplumun beklentisi arasında, günlük-anlık ihtiyaçlar-sorunlar açısından çatışmalar oldu. Bazı doğru dediklerimiz zaman içerisinde yanlış çıkabildi, toplumun kendi bilgisiyle daha riskli olarak tanımlanabildi.
Toz belirgin bir sorun olduğu için talepler daha çok ona yoğunlaştı, direkt solunum yoluyla alındığında asbestin etkisi çok bariz. Anında alınacak önlemler kritik oldu. En korkulan risk ne de olsa. Pratikte yerinde ayrıştırma diye bahsedilen şirketlerin demirleri ve bakırları alıp geri kalanın hiçbirine dikkat etmeyen bir uygulamaydı, dahası envanter çıkartılmayan, hızlı olan bir uygulamaydı. Önerilen yerinde ayrıştırma ile hiç alakası yoktu, kavramın-yöntemin içi boşaltılmıştı, karikatüre dönmüştü. İhaleyle enkaz kaldırıldığı için ve ihalede de şirketin geliri doğrudan enkaz alanından çıkarttığı demir ve bakır üzerine olunca şirketin demir ve bakıra odaklandığı ve geri kalanını dikkate almadığı bir yol izlendi. Böylelikle yerinde ayrıştırma kavramı kendi içerisinde kadük oldu. Ha yerinde ha öbür tarafta yapmışsınız tartışması birden ortadan kalktı. İş usulüne uygun yapılmadığı için, artı ticari olarak bu işe giren şirketin kendiyle ilgili tasarrufu olduğundan birden bizim kullandığımız kavramlar, yavaşlık ve yerinde-ayrı toplama dediğimiz şeyler başka saiklerle konuşulmaya başlandı. Uygulamanın daha hızlı nasıl olacağına, tozun nasıl azaltılacağına odaklanıldı. Şu anda benim gördüğüm en büyük sıkıntı, risk açısından değerlendirirsek, toza maruz kalan enkaz alanındaki işçiler. En az önlem alınan ve en fazla ve sürekli maruz kalan grup. Mutlaka maske kullanmaları gerekiyor. FFP2 ya da 3 yahut N95 dediğimiz daha koruyucu maskelerin kullanılması gerek ama bu maskeyi kullanan neredeyse yok gibi duruyor. En büyük risk bu. Vatandaş olarak bizler yakın bir yer yıkıldığında toza anlık maruz kalıyoruz, sonrasında toz soluma riskimiz azalıyor. Ama işçi sürekli aynı alanlarda olduğu için işçi sağlığı önlemlerinin çok daha fazla öne çıkması gerekiyor. İşçi sağlığıyla ilgili neredeyse hiçbir önlem yok. Bunu toz için söyleyebildiğimiz gibi kask için de söyleyebiliriz. Ayakkabılar, elbiseler, barınma koşulları, çalışma süreleri gibi enkaz kaldırma için kullandıkları ve kaldırma noktasındaki zorluklar… İşçi sağlığı için çok yönlü tehlike söz konusu. Kısa sürede çok yoğun ve yüksek bir riskle karşı karşıya kaldıklarını söyleyebiliriz. 11 Eylül saldırısındaki asbest tartışmasına bağlarsak, şu anda geriye dönük biçimde en çok itfaiyecilerin maruz kaldığı risk tartışılıyor. Orada yakın mesafede oturanlar ve itfaiye bünyesinde enkaz çalışmasında yer alanlar izleniyor. Enkaz çalışmasında yer alanlarda asbeste bağlı kanser çok yoğun bir şekilde ortaya çıkmış durumda. Türkiye’de işçi sağlığı ve güvenliği tartışması biraz daha geride. Halk sağlığı daha öne çıkmış oldu ancak işçi sağlığı ihmal edilmiş bir alan olarak varlığını sürdürüyor. Bir yıllık periyoda bakarsak birinci risk olarak bunu söylerim.
İkinci olarak enkaz kaldırılıyor ancak sonrasında ıslatma gibi -göstermelik yapılanları kastetmiyorum- hiçbir önlem yok. Kentin suyla ilgili sorunu olduğundan ya da maliyetli olduğu için su miktarı yeterli değil zaten. Enkaz kalıntısı çok fazla ve sulanmıyor. Deprem bölgesine giderseniz rahatlıkla görebileceğiniz biçimde enkazın kaldırıldığı yerlerde tozun sürekliliğine neden olan kalıntılar bulunuyor, kentin hemen her yerinde. Ayrıca araçların üstü genellikle kapanmadığı için otomatikman yollar, caddeler, sokaklar toz dolu. Belediyenin caddeleri sulaması gerekiyor ama ne yazık ki hiç tanık olmuyoruz. İşte sulama bu zamanlarda çok daha kıymetli hale geliyor. Bölge -özellikle Antakya- oldukça rüzgârlı, rüzgâr çok olunca o toz da tıpkı işçilerin sürekli etkilenmesi gibi toplumu da sürekli etkiler hale geliyor ve miktarı düşük de olsa süreklilik tehlikeyi büyütüyor. Bunların tümü tozla ilgili ama bunun dışında en az on, on beş farklı kalem daha var: Ağır metallerden civa, kurşun, arsenik; radyasyon, bazı boya maddeleri vb. Bir yaşam alanı, çalışma alanı olduğundan, aynı zamanda hastane gibi yapılar yıkıldığı için buralarda kullandığımız her türlü kimyasal maddenin atığı var. İşyerleri çok önemli… Sanayideki bir iş yerinin yıkıldığını ve sanayi enkaz atıklarını düşünürseniz ne kadar farklı kalem kirletici olduğunu görürüz. Bunların ayrı toplanması, envanter çıkarılması, ayrı taşınması ve depolanması gerekiyordu ancak bunların hiçbiri yapılmıyor. Bunların ilerideki etkisini de hiç bilemez hale geliyoruz. Bu karmaşık tablonun toplam maruziyetinin etkisini ancak ileride ölçebileceğiz. Civa örneğin, florasan lambalar kırılıyor, toprağa karışıyor, topraktan yer altı sularına gitme ihtimali var. Bunlarla ilgili ne yapıldı, enkaz kaldırılırken molozların geçici depolandığı yerlere mi gitti bilmiyoruz, buralarda bilgimiz çok sınırlı.
Üçüncü olarak şunu eklemek gerekir. Toz başta olmak üzere hep kronik etkiye odaklandık. Tozun kronik hastalıkları, kalp hastalıklarını, tansiyon, solunum sistemi problemlerini, alerjik hastalıkları aktive etmesi ve enfeksiyon sıklığını artırma potansiyeli çok yüksek. Toza maruz kalan kişilerde -eğer kronik hastaysa- hastalığın daha komplike seyretmesini, kontrolden çıkma potansiyelini bekliyoruz. Kalp hastasıysanız toz aldığınızda bu size yeni bir yük oluşturuyor, kalbinizin hastalıkla ilgili kontrolü bozuluyor. Bu nedenle kalp hastalığına bağlı hastalığın kötüleşmesinden, daha komplike hale gelmesinden yaşam kaybına, ölüme kadar giden bir riskli durum var. Toza bağlı olarak yakın dönemde enfeksiyon, alerjik hastalıklar, gözlerde konjonktivit, cilt kaşıntıları, tansiyon, kalp, solunum sistemi problemleri, nörolojik hastalıklar vb. bağlı hasta başvuranlarda artış bekleriz. Bunların bir kısmı tedavi edilebilirse de hastayı kaybetme riskimiz de var. Deprem sonrasında bu dönemle ilgili geçmiş yıllara kıyasla ne kadar fazladan ölüm olduğunu gözden geçirmemiz gerekir. Uyarıyoruz ama bununla ilgili hem veriler paylaşılmadığı için hem nüfusu bilemediğimizden elde edilen veriler fayda sağlayamıyor. Deprem bölgesinde halâ kaç kişi yaşıyor çok belirli değil. Bu da bizim önemli sorunlarımızdan bir tanesi. Akut dönemde enkaz kaldırma çalışmalarına bağlı hastalıklar ve yaşam kaybı olarak neler yaşadığımızla ilgili bir envanterimiz, istatistiki bir veri tespiti ya da önlem alabileceğimiz yoğunlaşmış bir çalışma yok. Bu konuda büyük bir açık olduğundan Sağlık Bakanlığı’nın bunu gerçekleştirmesi gerek. Veri topluyorsa da bizlerle paylaşması gerek.
11 Eylül saldırılarından bahsettiniz. Oradaki asbest meselesini biraz açabilirseniz memnun oluruz. Bir de ağır metallerin ve diğer kimyasalların toprağa ve suya karışma ihtimalinden bahsettiniz. Hatay/Antakya tarım ve zeytincilik bakımından en önemli coğrafyalardan biri. Yakın zamanda zeytin ve zeytincilikle ilgili de birtakım tartışmalar yaşandı. Bu bahsettiğiniz durumun gıda, beslenme ve dolayısıyla halk sağlığıyla ilgili bir bağlantısı var mı?
Bazı şeyleri açıklıkla konuşmakta fayda var. Olası riskleri çıplak bilimsel formatta konuştuğumuzda oradaki herkese bu kenti terk et demiş gibi oluyoruz. Bunu bize söyleyen arkadaşlar oldu, hekim arkadaşlar bile tablo bu kadar sertse biz burada niye yaşıyoruz diye sordu ama aynı zamanda burada kalmamız gerekiyor diye de eklediler. O zaman riski bilerek kalmak gibi bir pozisyon söz konusu. Geçimlik ekonomi için tarım ürünlerinin satılması gerekiyor. Şu an tarım ürünlerinin satışıyla ilgili sıkıntı var deniyor. Onunla ilgili de Bülent (Şık) hoca bir çalışma yapmıştı. En azından o asbestin olmadığını kanıtladı. Biz de bir izleme, değerlendirme yapalım dedik. Çevre Mühendisleri Odası’ndan Beyza Üstün hoca, Bülent hoca, ziraat mühendisleri, biz, asbest dışındaki diğer kirliliklerin ve en azından risk oluşumunun izlenmesiyle ilgili bir iş yapabilir miyiz diye bir süredir konuşuyoruz. Bu risk almak olabilir.
Burada devreye iki şey giriyor: Bazı şeylerin anlık, güncel etkileri oluyor. Örneğin şu anda geçimlik ekonomi tersine döndürülmezse ve insanlar kendi geçimlerini sağlayamazsa en büyük sağlık riski bu noktada ortaya çıkar. Bir yandan da ileride uzun vadede ortaya çıkma riski olan şeyler…Yani ikisini zorunlu olarak karşılaştırmak gibi bir yükümlülüğümüz oluyor. Ve bu noktada alabildiğimiz önlemlere odaklanmak gerekiyor. Bu da şu demek: Bahsettiğimiz kimyasalların toprağa ve yer altı sularına karışma ihtimali var ancak ne miktarda ne kadar taşındığını bilmediğimiz için bunları incelememiz ve sağlık açısından veya ekolojik dengenin tahribatı açısından kabul edilemez olanları dışarıda tutacak bir strateji izlememiz gerekiyor. Bunu kamunun yapması gerek. Söylediğimiz araştırmalar çok pahalı, maliyet yükü çok yüksek ve çokça insan gücü gerektiren çalışmalar. Gönüllü yapılabilme potansiyelleri pek olanaklı değil. İşte burada bütünsel tehdit ile herhangi bir parça arasındaki gerilimi yaşıyoruz. Bütün olarak Antakyalıların Antakya’da kalmasını istiyoruz. O kentin kendi kültürüne göre yeniden var olmasını istiyoruz ama sağlıkla ilgili tehdit var mı, var. Böyle bir ikilemdeyiz. Dolayısıyla bilimsel olarak böyle bir risk yoktur diyemeyiz ama çelişkili, gerilimli durumu da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bir yandan da toplumsal muhalefet olarak aklımız devreye giriyor ve aklımız devreye girdiğinde de geçimlik ekonomi çok kıymetli hale geliyor. Geçimlik ekonomi şu an daha çok zeytin ve zeytinyağından sağlanıyor. Asbest açısından düşündüğümüzde durum çok net, asbest solunum yoluyla alındığında çok tehlikeli. -90’lı yılların ortasında ya da 2000’ler olabilir- su borularının hepsi asbestli boruyla değiştirildiğinde oldukça tartışılmıştı tüm ülkede. Akademik görüş, gıda yoluyla alınan asbestin oluşturduğu sağlık riskinin solunumla kıyaslanamayacak kadar düşük olduğu ya da risk olmadığı yönündeydi. Bülent hocanın yazısında da onu görürsünüz, kendisi de muhtemelen o rapordan alıntı yapmıştır.
Toplum açısından şu anda en büyük mesele gelecek kaygısı ve stres. Stres yaşantıyı sürdürmenin zorluğuna, çalışma ve yaşam koşullarına bağlı. Bu, halk sağlığı bakımından çok büyük risk olarak ortada duruyor. Bununla baş edebilme noktasında madde kullanımında ve sigara kullanımında artış görülecektir, alkol muhtemelen peşine gidecektir. Eğer toplum bununla baş edemezse madde bağımlılıklarına doğru kayma ihtimali olabilir. Özüne bakarsanız sigara kullanımının yarattığı risk ile asbest riski arasında çok büyük bir fark yok. O zaman bizim için toplumun daha büyük olan diğer risk faktörlerini de tetikleyecek olan kaygının azaltılması, Hatay, Adıyaman ve Malatya halkının ayakta durmasının, yaşamının sağlanması daha kıymetli. Hatay için zeytinyağını konuşuyoruz. Malatya için kayısıyı konuşacağız, Adıyaman için ise salçayı. Burada genel olarak en azından gıda maddelerinde oral yolla alınacak asbest riskinin ihmal edilebilir düzeyde olduğu paylaşılmış oldu. Ama diğer yüzlerce kimyasalı çok da konuşma şansımız yok gibi görünüyor. Hele Türkiye gibi bu işleri hiç ciddiye almayan bir ülkede ihtimal yok. Gıda maddelerini düşünürsek, şu anda marketlere satılan gıda maddeleri ne kadar güvenilir ki? Aynı üründen bir tanesi 500 lira, bir tanesi 100 lira. Beş katı fark olan ürün satılmaya devam ediyor, onunla ilgili kamusal bir denetim yok. Toplum da kendi yoksulluk koşullarında zararlı olduğunu bile bile o ürünü kendi için, çocukları için tüketiyor. Devam eden riskin travmatik, olağan dışı durumlarda katlandığını söyleyebilirim. Zaten riskimiz var, deprem yaşamayan bölge için de riski olan bir yerdeyiz. Bu koşullarda o riskin çok daha fazla arttığını söyleyebiliriz.
Deprem boyunca SES ve TTB gibi meslek örgütleri sahanın bilgisini temel alarak özellikle deprem bölgesinde görev yapan ve kendileri de depremden etkilenen sağlık emekçilerinin barınma, çalışma koşulları ve işgücü planlamasına dönük çağrılarda bulundu. Bu koşulların mobbinge varan bir boyutta olduğunu da kamuoyu yine SES ve TTB vasıtasıyla öğrendi. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizlerin saha deneyiminizi öğrenmek isteriz.
Koşullar değişse de bunların bir kısmı halâ devam ediyor. Çalışma ve yaşam koşulları halâ çok zor. Sonuçta halâ insanlar konteynerlerde yaşamak zorunda. Konteyner kentler dediğimiz yerleri, bir toplama kampı ya da hapishane gibi tanımlıyoruz. Dar bir alanda, birbirine bitişik, özel alan- mahremiyet gibi kavramların ortadan kalktığı, giriş çıkışın sürekli denetlendiği bir ortam düşünün. Burada gündelik normal bir yaşantıyı sürdürme potansiyeli çok kolay değil. Ayrıca alıştığınız toplum dışında yeni bir toplumsallık var. Orada kimler toplandı? Eski komşularınız yok artık, yerinde başkaları var. Toplum içerisindeki birçok gerilim noktasının burada varlığı söz konusu olabiliyor. Burada insanların alıştığından çok daha fazla çocuk var. Çocuklar kendi yaşantılarını kuruyor, onun getirdiği gürültüyü düşünebilirsiniz; gürültüden rahatsız olan bir toplum kesimiyseniz, örneğin yaşlıysanız, kronik hastalığınız varsa ya da uyuyorsanız bu sıkıntı yaşamınıza sebep olur. Çocukların büyüklerle temas alanları da çok arttı. Bu nedenle çocuklar artık yaşına uygun olmayan davranış kalıplarında bulunabiliyor. Akran şiddeti çok artmış durumda. O yaşam alanının kendi içinde çok gerilimi var. Mutfak ve banyo çöplerinin toplandığı yerler, normalde kalamayacağımız bir ortam olarak riskli bir alan. Sağlık çalışanları da burada kalmaya çalışıyor. Eğer kalmayıp ev kiralamak isterseniz, ekonomik yük devreye giriyor. Çocuklarınızı aynı kentte okutmuyorsanız okullarla ilgili kaygınız artıyor, okula ayrı bir maddi harcama yapmak zorunda kalıyorsunuz. Çalışma koşullarına bakınca ise yöneticilerin deprem gerçekliğini ve travma yaşamış bir sağlık çalışanı ile karşı karşıya olunduğu gerçeğini görmeyen yönetsel baskılarını devreye soktuğunuzda gerginliğin yüksek olduğunu görebiliyorsunuz. Kentten ayrılan insan sayısı çok fazla, sağlık çalışanları için geçerli olan şey muhtemelen öğretmenler için de geçerli. Tayin isteyen birçok kişinin gittiğini düşünebiliriz. Kalanlar ısrarla o kenti ayakta tutmaya çalışanlar olabiliyor. İkincisi ekonomik durumu çok uygun olmayan, göçme koşulları uygun olmayanlar kalıyor. Üçüncü grup da başka kentlere gidip bu kentlerde gerek ekonomik gerek sosyal yaşamda rahat edemeyip geri dönenler… Onların en sık söylediği şey “Kendimizi mülteci gibi hissettik” sözü. Ayrımcılığın çok fazla olduğu, deprem gerçekliğinin travmatik olarak tekrarlandığı, kendini başka bir ortamda yalnız hissetme hali. Yalnız hissetmektense döneriz kentimize, bize benzeyenlerle beraber oluruz eğilimi artıyor. Gidilen yerlerin çoğu büyük şehirler ve bu şehirler buralarla kıyaslanamayacak kadar pahalı. Onun getirdiği yükten dolayı geri dönüş var. Bu sağlık emekçilerinde olduğu gibi diğer kamu çalışanları için de geçerli. Güncel olarak bazı bölgelerde halâ esnek mesai uygulaması devam ediyor. Belirli periyotlarla çalışmaya geliniyor, örneğin Antakya’da öyle. Diğer illerde kaldırıldı: Adıyaman’da, Malatya’da, Maraş’ta tam mesai olabiliyor. Bir travma yaşamışsınız ve o travmayla bu kadar yoğun tempoyu nasıl kaldıracağınız konusunda bir tartışma var. Tempo da şu: Her türlü sağlık sorununun artma potansiyeli fazla, olanaklarınız az, hastanelerinizin olanakları halâ tam olarak istediğiniz nitelikte değil. Ameliyat ortamı, ameliyat sonrası hastanın izlenmesi, hastanenin yataklı tedavi koşulları, bunların hepsi sıkıntı. Ayrıca sık sık elektrik kesintileri olabiliyor. Her birini üst üste koyduğunuzda çalışma koşullarında yük artmış diyebiliriz. Gidenlerin yerine gönüllü gelenler az.
Deprem bölgesinde istihdam çok fazla değil, yeni başvurular az. Kontenjanlar açılıyor ama dolmuyor. Bu kadar zor koşullara rağmen teşvik uygulaması yapmazsanız, insanların bu koşullara gönüllü veya ahlâki nedenlerle gelmesi beklenemez. Birçok sağlık çalışanı kendi yaşantısını sürdürme çabasında. Bu nedenle de şu an deprem bölgesine tayin ya da atama istemek pek cazip değil. Kadroların büyük bir kısmı boş kalabiliyor. Yeterli sayıda sağlık çalışanının olmasını da etkiliyor bu durum. Artı siz iyi değilsiniz, yöneticiler de bu gerçekliği görmeyip normal koşullardaymış gibi baskı yaparsa işler karışıyor. Sağlıkta dönüşüm programı sonrası ücret ağırlıklı olarak performansa odaklandığı için, temel gelir dediğimiz gelir en büyük sıkıntılardan biri haline geldi. Temel ücret çok düşük tutuluyor, ücretinizin büyük kısmını döner sermaye ya da performansla alıyorsunuz. O sizin tepenizde bir tehdit olarak sürekli duruyor. Her üç ayda bir bu tartışılıyor ama halen bu uygulama tamamen kalkmış değil. Harcama kalemleriniz artmış ama geliriniz sürekli tehdit içeriyor, hatta bununla ilgili baskılanma olduğunu söyleyebiliriz.
Birinci basamak sağlık hizmetleri bizim için çok kıymetli. Burada da aile hekimliği sisteminin yapısal sorunları karşımıza çıkıyor. Kendi biriminizdeki tüm malzemeleri sizin sağlamanız gerekiyor. Geçen Antakya’da aşı saklamayla ilgili, buzdolabı vb. gereçlerle aşı takibinin izlenmesi, cihazların alınması gibi gereklilikler yine aile hekimlerinin kendisinden istendi. Aşılarınızın soğuk zincirini artık biz takip etmeyeceğiz bu sizin sorumluluğunuzdadır dendi. Kamu görevini bireylere yani aile hekimlerine aktarmış oluyor bu haliyle. Onlar da şunu söylüyor: Tamam biz bunu alalım ama şu an maliyetin ötesinde aşıyı koruma ihtimalini sıkıntıya sokacak denli sık elektrik kesintisi var. Bu koşullarda bile toplum için çok kıymetli olan aşının daha merkezi, daha güvenli bir ortamda saklanması, kullanılacağı aşamada soğuk zincire uygun koşulda birinci basamağa transferi gibi bir kamusal görev aile hekimlerine ve yanlarında çalışan aile sağlığı hemşirelerine bırakılmış durumda. Bu da mali yükün ötesinde sürekli bir gerilim noktası oluşturuyor. Elektrik gittiğinde cihazlar ısıyla ilgili istenen eşikte değilse uyarı veriyor. Uyarı verince o aşıyı -maliyeti sizin sorumluluğunuzda- hızla müdürlüğe teslim etmeniz gerek. Ettiniz ettiniz, edemediyseniz onun negatif ücretten düşme anlamında bir performans yükü var. Bu gereksiz bir baskı ve kaygı gerekçesi. Burada bile merkez ciddi bir sorumluluk almadı diyebiliriz. Bununla ilgili merkezde yeterli sağlık çalışanım yok, bunu aşağıya dağıtacak bir koşulum yok deniyor. Baştan beri şu önerilmişti: Kent nüfusunun yoğun yaşadığı bölgelerde, belirli aile sağlığı merkezlerinde aşı planlaması yapalım ve buradan yaygınlaştıralım. Bir türlü bakanlık bunu kabul etmiyor. Her bir aile hekimine aşıyla ilgili sorumluluğu devretmiş bulunuyor. Geçtiğimiz haftalarda bu konuşuluyordu Antakya’da. Normalde depremin üzerinden bir yıl geçmişken ve böylesi koşullarda bunun değil de hangi sağlık sorunlarımızın arttığı, bu sorunları nasıl azaltabileceğimiz gibi başka gündemlerimizin konuşuluyor olması gerekiyordu. Oysa biz daha çok mekânımızı, mekândaki bilgisayarımızı, elektriği konuşuyoruz. Eğer kendi aile sağlığı merkeziniz yıkılmışsa nerede çalışacaksınız, mekânların olanakları neler gibi meseleleri konuşur hale geldik. Bu da sağlıkta dönüşüm programının yapısal sorunlarıyla ilgili. Bu iş kamu hizmetleri mantığından çıkmış ve özel sektör mantığı devreye girmiş durumda. Sağlık çalışanları bu kadar yoğun baskıyla karşı karşıya kaldığında yoğun stresle birlikte kendini tükenmiş hissedenlerin sayısı da artıyor. Sayamayacağımız kadar çok ruh sağlığı sorunu var. Hem travmanın verdiği hem de çalışma koşullarının, yöneticilerle olan gerilimlerin getirdiği travmaya bağlı ruh sağlığı sorunlarını çokça görebiliyoruz.
Depremin üzerinden bir yıl geçti ama biz halâ özellikle Antakya’dan temiz suya dahi erişimin olmadığıyla ilgili haberler almaya devam ediyoruz. Deprem bölgesindeki geçici yerleşim alanlarında beslenme koşulları, temiz-sağlıklı suya erişim imkânları ve tüm bunların sağlığa olan etkisi hakkında neler söyleyebiliriz? Bir de değişen mevsim koşulları sebebiyle sağlık açısından kimi önlemlerin alınmasını gerektiren durumlar olduğu bilgisi var. Sizin halk sağlığı alanında ön gördüğünüz sorunlar neler?,
Artık kış mevsimi geldiği için bizim en çok korktuğumuz solunum sistemi hastalıkları ve enfeksiyonlar başta olmak üzere birçok hastalık bizim için tehdit olacak. Bir enfeksiyonun riskli gruplarda ölüme kadar götürme potansiyeli var. Yaşlılarda, kronik hastalığı olanlarda, kötü beslenenlerde, çevresel ortamın sıkıntılı olduğu yerlerde. Örneğin konteyner kentlerde konteynerler genelde çok küçük, 35-40 metrekare kadar ve buralarda kalabalık nüfuslar kalıyor, içerisindeki havanın kalitesi zaten bozuluyor. Burada herhangi bir kişi enfekteyse, bulaşıcı hastalığı varsa, enfeksiyon hastalığı varsa o zaman tüm aileye bulaşma ihtimali oluyor. Aynı şeyi okullar açıldıktan sonra enfeksiyon hastalıklarında yaşanan artışta gördük, evden okula, okuldan eve taşıma zaten her dönem beklediğimiz bir şeydir. Ancak bu koşullarda bunu daha fazla yaşadık. Bu yüzden bireysel ve toplu hijyen çok önemli. Bireysel hijyen için su kıymetli. Suya erişim zorluysa özbakım tehlikeye giriyor. Ayrıca sokaklar çok kirli, her yer toz, yağmur yağdığı zaman tozlar çamur oluyor. Bu, hem bireysel hem toplu hijyenle ilgili sorun yaratıyor. Her çeşit bulaşıcı hastalık karşımıza çıkabiliyor. Yazın daha çok ishalle karşılaşmıştık. Normale göre biraz daha fazlaydı ama korktuğumuz oranda bir salgın olmadı. Şişelerden su içme ishali engelledi diyebiliriz. Bunca riske rağmen o biraz rahatlatıcı oldu. Onun dışında uyuz uzun süre devam etti, hâlâ da görebiliyoruz. Elbette bunlar çok bariz bilinen şeyler, öksürük falan da öyle.
Fakat görünmeyen ve ancak incelersek bulabileceğimiz şey beslenme bozuklukları. Özellikle beş yaş altı çocuklarda. Beş yaş altı çocukların gıdaya erişimleriyle ilgili eksiklik varsa veya değişik nedenlerle çocuk proteinli gıdalarla yeterince beslenemiyorsa malnütrisyon dediğimiz kısa boyla kendini gösteren, düşük ağırlıkla, zayıf kiloyla temsil edilen çocukları görebiliyoruz. Bazen de tam zıttı biçimde yetersiz protein ve yüksek miktarda karbonhidrat alındığında obezite gibi kilolu olan ama yeterince vücut gelişimi olmayan çocukları görme potansiyelimiz var. Bu şu anda bizim önümüze koyduğumuz başlıklardan bir tanesi. Bu çalışmayı Hatay’da yaptık. 564 çocuğu takip ettik, inceledik. Boy ve kilolarına, hangi besinleri nasıl aldıklarına baktık, besinlerin saklanma koşullarıyla, ailenin koşullarıyla, travma öyküleriyle ilgili bilgiler topladık. Bunların yapılması gerekiyor. Bu çocukların gözlenerek -bazen gizli açlık diye de geçiyor- malnütrisyonun ortaya konması gerekiyor. Hasta diye karşınıza gelmez ancak siz araştırırsanız bulabilirsiniz. Bu çocuklarda ülke ortalamasına göre %20 daha fazla kısa boy saptandı. Bu sadece çocukların değil tüm toplumun beslenmesinin bozulduğunun erken uyarısı diye görülmeli. Arkasında yatan toplumsal eşitsizliklerle birlikte. Gizli kalanlardan bir tanesi de tüberküloz olabilir. Bu koşullarda verem hastalığı bekliyoruz. Sağlık hizmetleriyle ilgili belli hizmetlerde aksamalar çok olduğu için, erken tanı koyduğumuz hastalıklarda erken tanı çalışmaları yapılamadığı için gözden kaçabilir, daha ileri aşamalarda gelebilir. Kadınlar için meme kanseri de erken tanı konusunda risk ihtimali yüksek bir diğer mesele. Ruhsal hastalıkları da incelerseniz bulursunuz. Tümünden bağımsız depreme bağlı ruhsal travma geçirmenin yanında vücut travması yaşayan insan da çok oldu. Ampütasyon en serti ancak ampütasyondan bağımsız, enkaz altından çıkarılan, kas sistemiyle ilgili travma yaşayan çok insan var. Çadır koşullarında oturup-kalkma, burada yaşamanın getirdiği başta bel, boyun, kas ağrıları, fıtık… Bunların uzamış etkileri söz konusu. Kış aylarında soğukla beraber bunların artma potansiyeli olabilir. Bu, bizim için özel çalışma gerektiren şeyler. Bunların tümünde sizin sağlık hizmetine olan erişiminizin kolaylaşması gerekiyor.
Erişimle ilgili kimi sorunlar var: İnsanların kendi yaşam ortamlarıyla sağlık kurumları arasında gidip gelmesini zorlaştıran ulaşımla ilgili sorunlar var. Ulaşım halâ kolay değil. Toplu taşıma yetersiz, araç kalkış sıklıkları az. Kendi çadırınızı ya da konteynerinizi bırakıp gitmekle ilgili güvenlik kaygıları var. Bunların çoğunu düşündüğümüzde ihtiyaç duymasına rağmen sağlık hizmetlerine başvuru yapmayan kişiler olabiliyor. Bir önceki saydığım sağlık sorunlarıyla ilgili algılama açısından sorunlar var. Bu, kişinin algılanan sağlık gereksinimi diye geçiyor ancak siz araştırırsanız bulursunuz. Vatandaşın bunu bilme ihtimali az. Algılanan gereksinimle karşılanmayan gereksinimleri üst üste koyduğumuzda bizim sağlıkla ilgili ertelenmiş sağlık sorunlarımız karşımıza çıkacak. Bu sorunlar ne kadar çıkar bilemiyorum. Akut enfeksiyonları hemen görebiliyoruz ancak kronikleşmiş şeyleri ileriye doğru taşıya taşıya gideceğiz diyebilirim. Suyla ilgili sorunumuz ise şu: Vatandaşa temiz su sağlama görevi belediyelere ait. Kamu bu görevi belediyeye verirken, denetleme görevini de sağlık müdürlüklerine vermiş. Bu kurumlar ise raporlarını paylaşmıyorlar. Paylaşmadıkları için de su temiz mi kirli mi anlayamıyorsunuz. İnsanlar artık şişelenmiş suya kendi ceplerinden ödeme yapmaya başladı. Onun için suyun temiz olup olmadığıyla ilgili alınan numunelere ilişkin bir kamu otoritesinin -ister belediye ister sağlık müdürlüğü ister ikisi birlikte, ki ikisinin birlikte olması daha doğru olur- bir açıklama yapması gerekir. Artık iletişimle ilgili sorun yaşamadığımız bir çağda bu açıklama bir panoya asılır ya da basına verilir, yani bir yöntem bulunur. Oysa bu durumla ilgili açıklama yapmama, dolayısıyla bir şeffaflık sorunu var. Bu nedenle Hatay’da eğer su temizse vatandaşın kendi şebeke suyunu kullanmasını destekleme yönünde bir çalışma yaptık. Fakat sular düşündüğümüzden daha kirli çıktı. Burada bir şekilde belediye şöyle diyor: Biz suyu temiz getirdik, teslim ettik ancak temiz getirdiğimiz su depolarda kirlendi, depoların temizliği ise bizimle ilgili değil. Her iki kurum da kamuya ait, her ikisinin de vatandaşın içtiği suyun temiz olmasını sağlamak gibi bir sorumluluğu var. Şebekelerde, depolarda, saklama koşullarında bir sorun varsa dahi önlem suyu kullanan bireye yüklenmiş. Fakat bireyin bu sorunu çözme ihtimali yok. Onun için biz en azından şebeke sularının temizliğinin ilan edilmediği koşullarda şişelenmiş suyun ücretsiz dağıtımının devam etmesini istiyoruz. Bu, halk sağlığı için ters bir öneri olsa da… Çok sayıda pet şişeyle karşılaşıyoruz ve bu da ayrı bir ekolojik sorun. Diğer koşullar yerine getirilmediği için bunun sağlanmasını istemek zorunda kalıyoruz. Böyle bir ikilemdeyiz.
Bu atıkların geri dönüşümüne yönelik tabip odalarında bir çalışma var. Çevre sorunlarıyla ilgilenen kişilerle birlikte Hatay’daki arkadaşlar pet şişelerin geri dönüşümü üzerine bir proje yürütmeye çalışıyor. Yani bir sorun var ancak bu soruna önlem alındığında diğer bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Kamunun ise kendi içinde bile iş birliği yok. Oysa biz sürecin toplumla iş birliği içinde yürümesini istiyoruz. Sağlıkla ilgili, il-ilçe Hıfzı Sıhha kurulları dediğimiz kurullar var. Buralara tabip odalarının katılımı zorunlu ama odalara haber verilmiyor. Böylelikle tabip odaları düzenli olarak sağlıkla ilgili duyduğu, bildiği veya önereceği şeyler üzerine kamu otoritesiyle birlikte tartışma olanağını kaybetmiş oluyor. Bir de toplumla buluşturduğunuzda iş daha da karmaşık hale geliyor. Ulaşım konusunda sıkıntılar var: Yollar bozuk, trafik ışıkları düzensiz ve yetersiz bir araştırma yapılırsa bu bölgede trafik kazalarının sayısının daha fazla olduğunu da görebiliriz. Ayrıca depremin ardından trafik koşulları sebebiyle özel araçların büyük kısmının hızla bakım ve onarımdan geçirilmesi gerekiyor.
Toplumun kendini dahil hissedeceği bir mekanizmaya ihtiyaç var. Toplum, kentin yeniden inşasında söz sahibi olacak bir yerde olursa rahat edecek. Belki birlikte tartışacak, gerilimli konularda uzlaşacak ve kendi kolektif kararlarını alacak. Bunun da en azından ruh sağlığına iyi geleceği kesin. Fiziksel sağlığı da kesin etkiler ona şüphem yok ama ruh sağlığıyla ilgili etkisini çok daha erken görürüz. En azından toplumun kendini bu koşullarda gerçekleştirme potansiyeli kıymetli diye düşünüyorum. Örneğin tabip odasındaki arkadaşlar kendilerini anlatamamanın getirdiği birtakım sıkıntılar yaşıyor. Sağlığı olumsuz etkileyen, sizin de soruda belirttiğiniz tüm çevresel sorunlar, yaşam alanlarında karşılaşılan problemler varken maalesef sadece hastaneyi konuşan bir sağlık anlayışı söz konusu. Hastanelerde yatak sayısı yeterli mi, hizmet yeterli mi ile sınırlı bir yaklaşım. Ancak önce hastalığı önlememiz gerek, bunun için de yaşam alanlarındaki sorunları çözmeniz gerek ama bunu anlatamıyoruz. Sağlık bakanı veya üst düzey yetkililer geldiğinde onlar hastaneleri geziyor, orada fotoğraf çektiriyorlar, hizmetle ilgili görüntü veriyorlar ama yaşam alanlarının takibi ve buraya yönelik önlemler konusunda bir yıl geçmesine rağmen pek iyi bir yerde olmadığımızı söyleyebiliriz. Yağışlar sonrası yaşananlar da bunun kanıtı. Zaten iklim krizinin yarattığı beklenmedik bir artış var, bunu yok sayamayız. Adıyaman’daki arkadaşlarla görüştük, on iki bin kişinin yaşadığı bir konteyner kent sular altında kalıyor. Tüm Adıyamanlılar diyor ki buraya konteyner kent yapılmaz, burası drenajı olmayan bir yer. Kenti bilenler, kentin belleği oraya yapılamayacağının farkında. Toplum katılımı dediğimiz bir şey var ama bu koşullarda bile kentliyi dinlememek anlaşılabilir değil. Herkes “beklediğimiz oldu” diyor ve göz göre göre beklenen şeyin olması çok rahatsızlık verici. Konteyner içine dolmuş suları hepimiz gördük. Muhtemelen benzer şeyleri Pazarcıklılar, Elbistanlılar, Maraşlılar da söylüyordur. Bu nedenle yöre halkının fikrinin alınması önemli. Sel geldiğinde kanalizasyonla sel sularının karışma potansiyeli var. En çok korktuğumuz da o, başta ishal, Hepatit A olmak üzere çok sayıda enfeksiyon hastalığı bu koşullarda devreye girebilir. Ayrıca bazı hepatit türleri de söz konusu olabilir. Bunun yanı sıra ıslanmış bir yerde yaşayacaksınız; rutubetin getirdiği kas ağrılarını, kötü solunum ortamını da düşünebiliriz. Bu nedenle deprem bölgesine dışarıdan gelenler olarak o kentin belleğine sahip olmadığımız için anlık sorunlara akut faydalarımız olsa da böyle uzamış durumlarda kentin belleğine bir ayna tutmamız gerek. Bunun için sağlıkta birinci basamak kıymetli. Koruyucu sağlık hizmetleri konusunda kentin belleği, oradaki birinci basamak yani aile hekimleri ve aile sağlığı hemşireleridir. Bu belleğin yitmemesi gerek; bu bellek giderse, geçici olarak gelenler ne kadar iyi niyetle gelirlerse gelsinler toplumun sağlık sorunlarına istediğimiz oranda katkı sağlama potansiyelleri zayıf olacaktır. Örneğin malnütrisyon çalışmasının veri toplama aşamasında Antakyalıların katılmadığı durumlarda veri toplamak için konteynerlere ve evlere girmekte çok zorlanıyoruz. Bir biçimde dışarıdan görüldüğümüz için meramımızı anlatmamız ve bize güven duyulması zor oluyor. Ancak Antakyalı bir arkadaşımızla gittiğimizde ve o yörenin kendi anadilinde bir şeyler söylendiğinde hızla kabul görüyoruz. Bellek dediğimiz böyle bir şey, anlık kapatılabilecek bir şey değil. O bellek sağlık alanında ne yapacağınıza dair biriktirdikleriyle birlikte toplum katılımı dediğimiz süreci devreye soktuğu için de bence kıymetli. Bunu yapmadığımız zaman çok sorun yaşıyoruz…
Depremin yaşandığı illerde kamu kurumlarının yokluğundan ya da sınırlı, yetersiz faaliyetlerinden kaynaklı olarak depremden etkilenen kişilerin yardımlara erişim bağlamında büyük sıkıntılar yaşadığını gördük. Kadın sağlığı ve sağlıkta toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından ortaya çıkan tabloyu nasıl yorumlarsınız? Kadınlar yanında özellikle mülteciler hem dil bariyeri hem de biriken öfkenin yönelebileceği ötekileştirilmiş bir grup olmaları sebebiyle yardımlara erişim anlamında daha dezavantajlı bir konumdalardı. Benzer bir durumun LGBTİ+ bireyler için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık hakkına erişim açısından bu nasıl yorumlanabilir? Dezavantajlı grupların sağlık hakkına erişimi mümkün oldu mu?
Kadınlarla ilgili çok erken dönemde saptadığımız şeyler var. 15. gün civarıydı, bir kadın arkadaşımız dağıtım merkezlerindeki gönüllülerin neredeyse hepsinin erkek olduğundan, dağıtımları erkeklerin yaptığından ve kadınların istedikleri malzemeleri talep edemediğinden bahsetti. Bununla ilgili kendi dağıtım istasyonlarımızda erken bir uyarı yapmaya çalıştık, bu hiç aklımıza gelmemişti. Sadece bu da değil; birçok dağıtım yerinde erkekler var ve onlar da toplumdaki bildik egemen, eril tavırları sürdürerek kadınların dağıtım merkezlerine gitmesini engelliyor, gidenler de aşağılanarak kendini kötü hissediyor gibi eleştiriler gelmişti. İlk olarak bunu söyleyebilirim, çok erken safhalarda karşılaştığımız durum bu. Kadınlar kendi sorunlarıyla ilgili karma yerlere gelmek istemiyorlardı, o yüzden kadın sağlık birimleri önemliydi. Bu nedenle kadın sağlık birimleri kurduk. Bu birimler kadınların başvurularını artırdı.
Ayrıca hijyen kitleri ve çocuklarla ilgili malzemeleri banklara dizdik, kadınların oradan hızla alabildiğini gördük. Bu şunu da gösterdi: Kadın birimi bile kurulsa yine de kadınlar kaygı taşıyabilir. Daha sonra erkek arkadaşlarımız kadın birimlerinden uzaklaştırıldı ve kadın birimlerinde çalışan arkadaşlarımızın tamamı kadınlar oldu. Oradaki amacımız da sadece malzeme dağıtmak değil, aynı zamanda kadınların anlatabilecekleri şeyler olduğunu düşünerek kadınlarla görüşme olanaklarını artırmaktı. Ayrıca her ne kadar ilk iki ay anadil engelini çok hissetmesek de ikinci aydan sonra kadınların anadillerinde kendilerini anlatması ihtiyacı duyulur hale geldi. Bunun ardından mümkün olduğu kadar bölgenin özelliğine göre Arapça ya da Kürtçe bilen arkadaşlarımızı burada tutmaya çalıştık. Bu bizim için de özgün bir faaliyet oldu ve paylaşımları çok artırdı. Dağıtım için köylerde genelde merkezi yerler tercih ediliyordu, bu merkezi yerler de cami, okul, muhtarlık gibi kadınların pek gelemediği ve sorunlarını anlatmadığı toplu yerlerdi. Bunu fark edince bu sefer biz evlere gitmeye başladık. Böylece bir nebze de olsa kadınlara erişim olanaklarımız artmış oldu. Yaşlı kadınlar başta olmak üzere her yaştan kadına en azından yaşadıklarını paylaşabilmeleri için bir olanak yaratmaya çalıştık. Bu anlattıklarım pozitif hamlelerle erişebildiklerimiz. Bu hamleleri yapmasak hepsi toplumsal cinsiyet eşitsizliği olarak karşımızda duracaktı çünkü deprem bölgesinde bu eşitsizlik çok daha arttı. Yaptığımız kadın çalışmalarının büyük bir kısmı için bunu söyleyebilirim.
TTB ve SES deprem koordinasyon merkezlerinin yürüttüğü çalışmaların çoğu kadın çalışmalarıdır. Arkadaşlarımızın sahada edindiği deneyimler çok fazla ve o deneyimlerin büyük kısmı birkaç başlığa odaklanıyor. Malnütrisyon çalışması bitince TTB’nin kadın hekimlik ve kadın sağlığı kolu, çalışan kadınlar hakkında bir araştırma yapacak; şu sıralar onun hazırlıkları yürütülüyor. Feminist arkadaşlarımızın saptadığı bakım yükünün artması gibi başka meseleler de var. Çocuk, hasta, yaşlı, engelli bakımı ve evin bakımı bildiğimiz bir şeydi. Az konuşulan şey ise şu: Yaşam ortamının her yeri biraz daha erilleşti diyebiliriz. Konteyner kentlere giriş çıkış saatleri, çamaşır yıkamaya gidip gelmek, dışarıdaki tuvaletleri kullanmak gibi durumlarda patriyarkanın türlü halleri daha çok hissedilir oldu. Kamuyla, devletle her türlü paylaşımınızda karşınızda daha da oturmuş pozisyonda bir patriyarka görüyorsunuz. Evin dışında kamunun otoritesinin getirdiği patriyarkanın arttığını gözlemliyoruz. Bunları ve etkilerini nasıl araştırırız, soru olarak verilere nasıl dökeriz gibi sorular konuyla ilgili olan arkadaşlarımızın önlerine koyduğu sorular.
Tüm bunlarla birlikte mülteci gerçekliği bir kat daha fazla yaşanıyor. Mültecilerin yaşam alanı sürekli değiştiriliyor. Yerli nüfus için yer ihtiyacı olduğunda mültecilerin konteyner kentleri boşaltılıyor ve yerli halk oraya yönlendirilirken bir bakıyorsunuz mülteciler başka yere gönderilmiş. Normal koşullarda mülteciler zaten hizmetlere erişimde sorun yaşıyordu, bu durum depremle birlikte daha da artmış durumda. Mevcut yerli nüfusa yoğunlaşmış faaliyetler daha fazla. Hem anadil sorunu hem kültüre uygun olmama haliyle birlikte hizmet yelpazesinin de genişlemesiyle mültecilere yönelik hizmetler hep en sona bırakılıyor. Mültecilerin talepleri, ihtiyaçları öteleniyor. Antakya’da çok net bunu gördük. Mülteci nüfusun yaşadığı bölgeler çok zorda. Onlar da kendi biriktirdikleri deneyim doğrultusunda bu olumsuz koşullarda en dirençli nasıl durabiliriz diye kendilerini sağlama alacak önlemler almaya çalışıyor. Mültecilerin yaşadıkları çevre sorunlarından ihtiyaç duydukları sağlık hizmetlerine kadar neredeyse tamamen bir plansızlık söz konusu. Çocuklarının aşılanma durumu nedir bununla ilgili resmi bir bilgimiz yok. Sadece onlardan aldığımız bilgiye göre hareket ediyoruz.
Eğer mülteci nüfus içerisinde atak kadınlar varsa -toplum lideri ya da öncü kadınlar dediğimiz- onların motive ettiği çadırlar olabiliyor, onlar kamu hizmetine erişim noktasında daha cesurlar ama büyük çoğunluk için durumun böyle olmadığını söyleyebiliriz. Orada dil önemli, Türkçeyi öğrenen Suriyeli kadınlar daha ataklar, bu işi kotarmaya çalışıyorlar, sadece kendileri için değil o çadır kentle ilgili tüm sorunlarda kamu kurumlarıyla bağlantıları onlar kurmaya çalışıyor. Biz de ilişkileri hep onlar sayesinde yürütebildik, çalışmalarda bizi ağırlıklı dolaştıran o arkadaşlar oldu. Yaşadığı mevcut gerçekliği bilen, o gerçekle ilgili donanımını güçlendiren, kendi halkı için şeyler yapan çok sayıda kadın var. Onların çabalarının gerek mülteci karşıtlığını yıkma noktasında gerekse hizmetlere erişimdeki eşitsizlikleri, ayrımcılıkları ortaya koyma ve bunların nasıl aşılabileceğine dair yöntem önerme konusunda bize çok katkısı olduğunu söyleyebilirim. LGBTİ+ bireylerle ilgili bilgim az. Antakya’da TTB ve SES deprem koordinasyon biriminin psikososyal birimi vardı. LGBTİ+ arkadaşlarımızı buraya yönlendiriyorduk. Psikolojik hizmetler konusunda gerek Psikiyatristler Derneği’nden gerek TODAP’tan gelen arkadaşların temasları oldu. Onların konuyla ilgili bilgisi daha fazladır. Ancak biz LGBTİ+ları gören bir hizmet yürüttüğümüzde bir başvuru olabileceğini de fark ettik. Kurumun bu konuda duyarlı olması, talebi de yönlendirebilir. Bununla ilgili deneyimimiz bu.
Çocuklar için bir çalışma yapıldığından bahsettiniz, yaşlılardan da kısmen bahsetmiştiniz. Pandemide de gördük, belki emek gücüne de diğer gruplar kadar dahil olmadıkları düşünüldüğünden varlıklarından en hızlı vazgeçilen grup yaşlılar. Yaşlılara dönük bir çalışma var mı acaba?
Şu anda yok, yaşlılara yönelik bir çalışma başlatamadık. Bizim de gönüllü havuzumuz azaldı tabii. Deprem bölgesindeki sağlık emekçilerinin desteğiyle yürütmeye çalışıyoruz. Halk sağlığının kendi öncelik sıralamasına doğru gidiyoruz ve aslında o öncelik sıralamasında dediğiniz ileride görünüyor. Bu konuyla ilgili alınacak önlemler ve yapılacak çalışmalar Türkiye’de hiç organize olmadı. Türkiye’de geriatrik hizmetler dediğimiz veya gerontoloji dediğimiz bu iki alan kapalı alanlar. Daha çok gönüllü kuruluşların, birkaç üniversitenin, bazı hastanelerde duyarlı birkaç uzman arkadaşımızın ya da birkaç belediyenin motive ettiği bazı hizmetleri biliyoruz sadece. Ancak yaygınlaşmış bir geriatrik veya gerontolojik hizmetler -biri daha çok sağlık kısmına bakan, diğeri bütüne bakan bu hizmetler- yapılandırılmış değil. Sorunu saptadığınızda fakat bir çözüm bulamadığınızda, böylesi bir durum halk sağlığının ilkelerine aykırı. Bir önlem seti öneremeyecekseniz kişinin sorunlarını ortaya çıkartmak, travmayı daha çok artırmak gibi bir noktaya getirebiliyor. Dolayısıyla doğrudan yaşlıları hedef alan bir çalışma şu an yok ama şunu yapıyoruz: Yaşlılarla ilgili olarak sahada, çadır kentte ya da evde bir sorun bize gelirse o sorunla ilgili bulabildiğimiz çözümleri hızla hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bir fizyoterapi birimimiz var ve onun çalışmaları mevcut. Kansere yönelik erken tanı birimimiz var. Bir de yatan yaşlı hastalara yönelik pet benzeri ihtiyaçlar olduğunda bunları karşılama şansımız oluyor. Daha çok kanser için konuştuk ama yaşlılar için de kullanılabilir: Sağlık hizmetlerine erişemeyen nüfusun hizmete erişim için ulaşım olanaklarını desteklemek gibi bir uygulama aklımıza geldi. Hem mali olanaklarımızı hem insani gücümüzü düşündüğümüzde çok yüklenemedik ama elbette bu ciddi bir açık. Pandemi döneminde daha sertti tabii, tamamen ekonomik ve verimlilik hesaplı bir gözden çıkartma vardı. O dönem için ciddi bir etik sorun olduğunu söyleyebiliriz. Burada da yaşlının konteyner kentte yaşaması çok zor. Yaşlılar hasarlı da olsa kendi evinde yaşamak istiyor ya da köyü varsa köyüne gidiyor. Bunun konteyner ya da çadır kentte yaşamaya kıyasla en azından ruhen daha iyi olduğunu söyleyebilirim çünkü kendi bildikleri kültürel çevredeler ve daha sosyal bir ortamdalar.
Aslında çadır kentlerden bahsettik, bir sonraki sorumuz da bununla ilgiliydi. Çadır kentlerin kurulduğu zemin ve alan açısından uygunluğunu nasıl değerlendirirsiniz? Burada kalan kişilerin sağlık hizmetlerine erişimi açısından olanaklar ne durumda? UMKE ya da gönüllü tabip odalarının çadırları ya da sahra hastaneleri bulunuyor mu? Aşılama, tarama, su klorlama gibi koruyucu sağlık hizmetleri verilebiliyor mu? Bu hizmetlerde iller arası bir farklılaşmadan bahsedebilir miyiz?
Biliyorsunuz, çadırlar geç kuruldu. Konteynere de geç geçildi. Şimdiye kadar prefabriklere geçilmesi gerekirdi ama geçilmedi. Halâ çadırda olanlar, konteyner kentte kalanlar da var. Konteyner kentlerin bir kısmı çok büyük, buralarda zaten mutlaka bir sağlık birimi var. Ancak Dünya Sağlık Örgütü’nün olağandışı durumlarda veya afetlerde sağlık hizmetleri konusunda öngördüğü biçimde bir çalışma yürütülmüyor. Konteyner kentte sağlık birimi, hekim, hemşire var ve başvuran kişilere yönelik hizmet veriliyor ama normalde çadır kentlerin tümüyle ilgili saha hizmeti önerilir. Sahada hizmetten kasıt, sağlıksız ortamı belirlemek ve sağlık sorunu varsa erken saptamak. Bu nedenle çadırlarda ve konteyner kentlerde günlük gezilerin yapılması gerek. Böyle yürütülürse de günlük sahada çalışan sayısının artması gerek. Çünkü sahada çalışan sayısı az olunca sınırlı hizmet sağlanıyor ve sorunu olduğunu düşünen kişilerin başvurusuna yönelik bir hizmet verilmiş oluyor. Ayrıca aile hekiminin sağlıklı bir internet erişimi ya da kendi IP numarası olan bir bilgisayarı yoksa sadece o anki gözlemleri kaydedebiliyor. Yani hasta geçmişini görmesi ve buna göre planlama yapması gerekiyor. Kamunun bilgisayarı olmadığı için aile hekiminin kendi bilgisayarının olması, o bilgisayarla sahaya gitmesi, gittiği yerde elektrik kesintisinin olmaması ve internet bağlantısının sağlanması gerekiyor. Ancak böyle olursa hasta geçmişini görebilir. Böyle bir uygulama yaşanan aksaklıklar nedeniyle şu ana kadar pek de gerçekleşmedi. Daha çok kayıt alınıyor ve kayıtlar sağlık müdürlüklerine bildiriliyor. Müdürlükte eksik aşılı ya da izlemesi olan çocuklar varsa onların eksiği giderilmeye çalışılıyor. Şimdi kısmen bu durumun değişmiş olma ihtimali var ama en azından Ağustos sonuna kadar bahsettiğim gibi olduğunu söyleyebilirim. Burada şu önemli: Çadır çadır gezdiğinizde gündelik ilişkide hem yeni bir sağlık kültürü oluşturuyorsunuz hem bu koşullarda yaşanacak şeylere ilişkin günlük bir bilgi paylaşımı yapmış oluyor ve karşılıklı etkileşimde bulunuyorsunuz. Vatandaşla sağlık çalışanı arasındaki mesafe azalıyor; daha yatay bir güven ilişkisi başlıyor ve sorunların saptanması ile erken müdahale olanakları ortaya çıkıyor. Ama siz sahada değil de merkezden çalıştığınızda bunları görme, deneyimleme şansınız yok. En büyük sorunlarımızdan bir tanesi bu.
Bir başka sorun ise şu: yirmi, otuz ve kırk çadır olan farklı çadırkentler var diyelim. Topladığınızda nüfus iki yüzden üç yüze kadar değişiyor. Sağlık Müdürlüğü buralara görevlendirme yaptığında nüfusa oranla bir dengesizlik oluşuyor. Bazı yerlerde nüfustan dolayı çok başvuru olurken bazı yerlerde günde sadece birkaç başvuru alınıyor. Böyle bir plansızlık var. Bu nedenle bizim önerimiz şuydu: Sağlık birimleri kuralım, nüfusa/bölgeye göre bir planlama yapalım, sahada hizmet yürüten sağlık çalışanı sayısı artsın ve sahada çalışma yürütülsün. Gaziantep’te birinci basamakta deprem koşullarında aile hekimliğini ele aldığımız bir çalıştay yapıldı ve deprem koşullarını gören radikal değişiklik önerilerinde ortaklaşılmıştı. Hem sağlık emekçilerinin özlük hakları açısından hem vatandaşın sağlık hizmetlerine en etkin nasıl erişebileceğiyle ilgili öneri listesi çıkartmıştık. Bu müdürlüklere sunuldu, bakanlığa gönderildi ama genel olarak görmezden gelindi. Bir hekimi, hemşireyi az nüfuslu bir çadırkente koyduğunuzda çalışabilecek bir ekibi çalıştırmamış oluyorsunuz. Bunun tam zıttı da il içi yoğun göç nedeniyle bazı ilçelerin nüfusları artarken -mesela Hatay Serinyol’da- çalışan sayısı aynı kaldığında, sağlık çalışanı aile sağlığı merkezindeki poliklinikten çıkamıyor. Normalde zaten aile hekimliğinde sahada hizmet yok ama deprem gerçekliğinde, bu yaşam koşullarında sahada hizmete ihtiyaç var. Bunu öngören bir sisteme geçemedik.
Pandemi döneminde de afetlere dayanıklı sağlık hizmetleri tartışması yapılmıştı. Yaşananlar şu anki aile hekimliği sisteminin afetlere dayanıklı olmadığını ve esneyemediğini gösterdi. Aile hekimliğinin ekonomi merkezli algısı böyle bir kamusal hizmete dönüşümüne engel ve dikkat ederseniz bundan halâ dönemiyoruz. Bir örnek; uzun bir dönem Antakya’da kamu hastanelerinde doğumlar olmadı, daha yeni yeni komplike olmayan doğumlar yapılmaya çalışılıyor fakat özel hastaneler açık. Orada bir özel hastane ilk bir buçuk-iki ay ücretsiz hizmet verdi ama ikinci aydan sonra ücret almaya başladı ve tek kadın doğum hastanesi olduğu için de çok yüksek fiyatlarla hasta bakımına devam etmiş oldu. İhtiyacı olan insanların büyük bir kısmı da ekonomik sebeplerle oralara gidemedi. Pandemide de kamu hizmetine dönüşü önermiştik. Yeniden kamucu bir sağlık sistemine geçilmesi gerekiyor. En azından bu denenebilirdi, bir geçiş dönemi olabilirdi. Fakat tabii bu politik olarak da bir direnç noktası olduğu için geçici bile olsa yapmak istemediler. Afetlere dayanıklı bir işleyiş geliştiren, esneme yeteneği olan yöneticiler yok karşımızda. Yerel yöneticilerle görüştük; onlar da ellerinden gelen bir şey olmadığını çünkü yetkinin onlarda değil merkezde bulunduğunu, hiçbir esneme olmadığını ve merkezin bakanlığa kadar gidebildiğini aktarıyorlar. En azından halk sağlıkçıları açısından söyleyebilirim.
Toplum sağlığı merkezlerinde, ilçe sağlık müdürlüklerinde çalışan halk sağlıkçılarının önerileri, aşağı yukarı hepimizin ortak önerileriyle benzer. Ancak bu önerileri bakanlığa kabul ettirmekte onlar da zorluk çekiyorlardı. Bu koşullarda sağlık hizmetlerinin planlanması açısından yeterince bir hamle yapma yetkiniz yok. Şu anda Türkiye’de kamuda herhangi bir pozisyondaki yönetici arkadaşların inisiyatif kullanma bakımından yetkileri neredeyse sıfırlanmış halde… Toplumun gerçeğine uygun bir değişiklik yapma, bu yönde karar alma, müdahale programı gerçekleştirme gibi şeyler söz konusu değil. Her şey merkez tarafından belirleniyor. Onun için dikkat ederseniz hem pandemide hem de depremde daima merkez ve bakan konuştu. Aslında sahanın konuşması gerekirdi çünkü sahanın bilgisiyle merkezin bilgisi birbirinden çok farklı. Bir diğer tartışma da çadırlar ve çadırkentlerle ilgili. Vatandaş kendi evine, toprağına yakın olsun diye oralara çadırlarını kurmuş durumda. Bu topluluğa yönelik bir sağlık hizmeti ise yok. Devletin kendi belirlediği konteyner kentlerde söylediğim düzeyde hizmet var ama düzensiz çadır topluluklarında yok, bunların da sayısı az değil. Bu düzensiz çadır toplulukları ihmal edilmiş durumda. Ancak merkezlere giderlerse bu hizmetleri talep ettikleri oranda hizmet alabiliyorlar. Tüm bu olumsuz tabloyu bozan ise sağlık çalışanları içerisinde inisiyatif alan, toplumcu görüşü olan arkadaşlar. Onlar inisiyatif kullanıp sahaya çıkabiliyorlar, TTB ve SES deprem koordinasyonu sahaya çıkabiliyor. Hem Antakya’da hem Adıyaman’da bunu gördük. Toplumun inisiyatif alan kesimlerinin yarattığı olumlu bir sürü değişimi görebiliyoruz ama kamunun bu tür bir atağı yok.
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde toplumun kamu kurumlarına, bu kurumların yöneticilerine ve topyekün sisteme olan güvenini sarsan en önemli olaylardan biri de kamu binalarının, özellikle devlet hastanelerinin yıkılması oldu. Kamu kurumlarının ihale usulünce yapılan, ihale şartnamelerinde depreme dayanıklılık koşulu bulunan, kontrolörler tarafından denetlenen ve belediyelerce inşaat izni için ruhsat verilen bu binaların yıkılması sistemdeki çarpıklığı da açık eden bir nitelik kazandı. TTB’nin çalışmalarına göre kaç tane hastane, sağlık kurumu yıkıldı ve kaçı işlemez halde? Bu soruyu beklenen İstanbul depremi ile bağlamak isteriz. Hastanelerin şehir dışına taşınması, Cerrahpaşa, Haseki gibi hastanelerin önce kaderine terk edilip sonra yıkılmaları, devlet hastanelerinde şu anki sağlık hizmetlerinin durumu… Sizce İstanbul’da yaşanacak deprem için sağlık alanında öncelikli olarak yapılması gereken hazırlıklar neler?
İstanbul’da birinci basamak sağlık hizmetleri dediğimiz hizmetler en geç yapılanmış hizmetler. Türkiye’de de birinci basamak sağlık hizmetlerinin örgütlenmesine en geç geçen il İstanbul. Aile hekimliği sistemine itiraz etsek de şu an en yaygın birinci basamak hizmeti o. Orada da arkadaşların büyük kısmı kamu binalarında değil kendi kiraladıkları özel binalarda hizmet veriyor. Bu binaların büyük kısmı da yıkılan binalara benziyor. Bir apartmanın en altında, dükkâna çevrilmiş, kolon sorunu olan yerler. Nitekim hem Antakya’da hem Adıyaman’da hem de Maraş’ta, bu illerin depremden daha çok etkilenen ilçelerinde gördük bu yıkılan binaları. Yıkılan kurumların büyük bir kısmı bunlardı. Bu kadar sağlık kurumu yıkılmasaydı bu kadar kayıp verilmezdi. Onlarca hastane ve ASM yıkıldı. Antakya için İskenderun Devlet Hastanesi, Hatay Eğitim Araştırma Hastanesi, Özel Hastaneler… Maraş için Şehir Hastanesi, Devlet Hastaneleri gibi, Adıyaman’da Kadın Doğum Hastanesi, Özel hastaneler… Bu kadar hastane yıkılır mı, anlaşılır değil. Aynı şekilde Pazarcık Devlet Hastanesi, Adıyaman’daki, Maraş’taki hastanelerden biri. Dahası ASM’ler… 66 ASM yıkılmış durumda. Bu kurumlar ayakta dursaydı, biz önlenebilir birçok ölümü engelleyebilirdik. Bize en çok zarar veren şeylerden biri buydu.
Halk sağlığı açısından afetlerde sağlık hizmetleri bakımından önemli olan bir diğer şey ise şu: Siz kırılgan nüfuslarla ilgili soru sordunuz ancak deprem bölgesinde, daha yoğun olarak dört beş ili ele alırsak, kırılgan nüfusu aşan bir durum var. Kutuplaşmış ve çatışmalı toplum nüfusları var. LGBTİ+ tamam kırılgan nüfus ama Arap Alevi nüfus, Kürt Alevi nüfus kırılgan nüfus olmasa da şu anki mevcut egemen devlet rejimiyle çatışmaları olan nüfuslar ve bu nüfusun yoğun olduğu bir bölgede ilk kez bir deprem yaşıyoruz. Kısmen Van Depremi’nde görmüştük ama burada çok sert karşımıza çıktı. Yardım dağıtımından hizmet erişimine, deprem sonrası yeniden imar planlarına kadar birçok olumsuz örnek verebiliriz. İstanbul’da da çatışmalı gruplar var ve İstanbul’da da rahatlıkla hangi ilçelere, mahallelere hizmetin az gideceğini öngörebiliriz. Bence bu bilgiyle uygun bir planlamayı devreye sokmamız gerekiyor. Ayrımcılıktan bahsediyoruz ve ayrımcılık genelde küçük azınlıklara olur gibi bir bilgimiz var. Ancak öyle değil, geniş toplum kesimlerine hatta nüfusun neredeyse tümüne yönelik bir ayrımcılıktan söz ediyoruz. Yüzlerce örnek gördüm, hepsini söyleyebilirim gerekirse. Bunu İstanbul’a getirirseniz, Türkiye’de en fazla özel sağlık hizmetinin olduğu yer.
Bir afete dayanıklı olabilmeniz için yaygın birinci basamak hizmetlerinin olması gerek. Bu hizmetlerin çok katlı yapılarda değil uygun kamu binalarında olması gerek. Ancak bunlar yok. Hepsi merkezileşmiş, hepsi hastane şeklinde. Özel hastanelerimizin büyük kısmı da apartmanlarda. 2010-2011 yıllarında TTB’nin yaptığı bir çalışma var. Bu çalışmada sağlık çalışanlarına hizmet verdikleri yapıların dayanıklılığı ile ilgili fikirleri soruluyor. Sağlık çalışanlarının büyük bir kısmı çalıştığı hastanenin depreme dayanıklı olmadığını düşünüyor. Böyle bakıldığında bu tarz büyük binalarda hizmet veren sağlık çalışanları buralarda çalışmaktan kaçınacaktır. Bu bizim için en büyük sıkıntılardan bir tanesi çünkü depremde kayıpların büyük bir kısmını ilk üç dört günde yaşıyoruz. Bu günlerde arama kurtarma, cerrahi işlemler, erken müdahale resüsitasyon gibi işlemleri düşündüğümüzde buralar birden iflas edecek. Yani en çok kurtarılma ihtimali olanları kurtaramayacağız. Üçüncü günden sonra da sağlık hizmetlerinin yaygınlaşmamasına bağlı sorunlar yaşayacağız. Dördüncü günden sonra yaygınlaşmış bir birinci basamak hizmet olmadığı ya da onların uygun mekânları bulunmadığı için şöyle bir şey yapmak zorunda kalacağız diye düşünüyorum: Antakya’da kurduğumuz deprem koordinasyon merkezi ile yereli iyi bilen arkadaşlardan sahanın bilgisini alarak tüm mahallelere erişmeye çalışan bir planlama yapmaya çalıştık. Sahada hareketli bir hizmet üretmeye çalıştık. Adıyaman için de aynı şey geçerli. İstanbul içinde ise kaç Antakya, kaç Adıyaman var diye düşündüğünüzde, benzer dayanışmaların planlanmasına burada da ihtiyaç olacak.
Kamu dışındaki kurumlar için söylüyorum, ilk iki-üç ayda çok ciddi bir dayanışma gösterildi. Antakya’da sağlık açısından en çok başardığımız buydu. Gönüllü çalışmaları koordine edebilmeyi başardık, her toplumsal-siyasal kesimin yürüttüğü sağlık çalışmaları vardı. Onları koordine ettik, ihtiyaç varsa gidermeye çalıştık. Sağlık ve sağlık hizmetleri açısından orada sürekliliğin sağlanması için katkıyı sağlamaya çalıştık. Aynı şeyi İstanbul’da da yaşayacağız. Bunun için kamunun değil de toplumsal alanın kendini örgütlemesini oturup düşünmemiz gerekir. Bunu konuşmak zorundayız. Kamunun bu konudaki hazırlığına baktığımızda görüyoruz ki İBB bu hazırlığı başka yapıyor, kamunun diğer kurumlarının ise hazırlık yapıp yapmadığından bile haberimiz yok. İBB’nin yaptığı çalışmalara İstanbul Tabip Odası’nı çağırdığını biliyoruz, onlar bir şekilde varlar. Bunun dışında da afet gönüllülerine yönelik İstanbul’da demokratik siyasal yapıların yürüttüğü çok da olgunlaşmış olmayan bir hazırlık var. Buralar belki önceden organize edilebilirse iyi olur. Çünkü duplikasyon dediğimiz hizmeti götürürken herkesin belli bir bölgeye yoğunlaşması söz konusu olabiliyor, bu da elimizdeki olanakları iyi kullanamamaya sebep olabiliyor. Sonuçta biz bu ülkede çatışmalı bir dönem geçirdik. Gezi sürecini yaşadık. Tüm bu süreçleri biliyoruz. Bu noktada toplumsal kesimlerin en azından koordine olabilme becerisini göstermesi gerek. Bu açıdan Antakya’da yürütülen TTB-SES koordinasyonunu bunu nasıl başardık diye oturup gözden geçirmemiz gerek. Toplu başardık çünkü sadece TTB-SES değil, oradaki tüm siyasi yapılar sağlık konusunda koordine olabilme becerisi gösterebildi. İstanbul için aklıma gelenler bunlar.
Diğer soru ise çok zor bir soru ama ilk ne yapılsın derseniz bence depreme dayanıklılıkla ilgili gözden geçirme, hastaneleri, sağlık ocaklarını gerekiyorsa güçlendirme yapılmalı. Bir de HAP dediğimiz Hastane Afet Planı diye bir şey var, her hastanede yapılıyor ama hepsi kağıt üzerinde ve göstermelik. Nitekim burada da gördük; kısaltması IRAP olan ve olası depremlerin ne kadar zarar vereceğine dair hesaplamalar yapılmış ama riskleri azaltmakla ilgili hiçbir şey yapılmamış. Bu tüm iller ve tüm hastaneler için de geçerli. Kâğıt üstünde olan şeyleri gerçekleştirmek gibi bir durum yok. Pandemi döneminde de tartışmıştık, depremle birlikte de şunu gördük. Talep ettiğimiz şeyler kamu kurumları, devlet, hükümet tarafından zaten biliniyor ve kasti biçimde bir görmezden gelme stratejisi izleniyor. O zaman talepten çok bir baskı oluşturmak gerektiğini düşünebilir. Ancak bu baskıyla sınırlı kalmayan biçimde kendi öz gücümüzle neler yapabileceğimizi düşünmemiz ve böyle işler önümüze koymamız gerekiyor. Ben böyle bir stratejinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Kendi öz gücümüzü nasıl harekete geçireceğiz, nasıl koordine olacağız, toplumsallığımızı, öz yönetimlerimizi nasıl kurabileceğiz diye düşünmemiz gerek. Nitekim depremin ilk 2-3 aylık dönemindeki başarı bununla ilgili, bunları daha görünür kılmamız gerek. Bazı sorunları bu yolla aştık. Nitekim kamu hizmetlerinin sağlanması konusundaki desteğimiz özellikle yerel yönetimleri harekete geçirebilmek için yaptığımız baskılarla oldu. Buralarda da -özellikle belediyelerde- bazı hizmetler daha demokrat, sol, sosyalist kimselerin inisiyatifler kullanmasıyla mümkün hale geldi.
Ama seçimlerden sonra belediyelerin büyük kısmı bölgeden çekildi. Şu anda sorun olarak yaşadığımız birçok şeyin altında da bu erkenden alandan çekilme, seçim bölgesinde alınan oylarla ilgili negatif söylem ve ona yüklenen anlamlar var. Bundan dolayı da yardımların çekilmesi gibi istemediğimiz bir tabloyla karşı karşıyayız. Antakya’da, Adıyaman’da nerede, kiminle konuşursanız konuşun bu söylenecektir size yani “Biz cezalandırıldık” denilecektir. Bu nedenle bence öz gücümüzü nerede yoğunlaştırabiliriz, buralarda neler yapabiliriz diye düşünüp bu noktaları öne çıkarmamız gerek. TTB’nin bir afet akademisi hazırlığı var. Burada erken dönem, deprem sırası ve deprem sonrası olmak üzere üç ayrı düzeyde neler yapılabileceği ile ilgili çalışmalar yürüyor. Yerelde ve merkezde nasıl bir koordinasyon kuracağız, bununla ilgili ön hazırlığı nasıl güçlendireceğiz, süreci nasıl izleyeceğiz, sonrasında kalıcı etkileri nasıl ortadan kaldırabileceğiz gibi henüz olgunlaşma aşamasında olan bir yaklaşımımız var. Hedefimiz özellikle meslek örgütleri arasındaki koordinasyonu sağlamak. Meselâ bu depremde TMMOB ile TTB yeterince koordinasyon sağlayamadı. Bunu nasıl aşabiliriz diye düşünmek ve yöntem geliştirmek bizim için önemli.
Tabii İstanbul depremi deyince zor bir soru sormuş oluyoruz, şu bilgi bizim için yol gösterici olmalı: Dünyanın neresinde olursa olsun depremden sonra ilk üç gün yapılanlar en kurtarıcı, en dönüştürücü olanlar. Bu da o bölgenin hazırlığıyla, toplumun kendi öz gücünü organize etme becerisiyle ilgili. Önerim hazırlıkların tek bir merkezde toplanmayıp ilçe ve semt bazlı hazırlıkların yapılması. Bu olmazsa hiç hareket edemeyiz. Türkiye’de tüm deprem çalışmaları AFAD’a bağlandı, AFAD’ın inisiyatifi çok arttırıldı, geri kalan diğer tüm kurumlar felç edildi. Bu yüzden de yapılabilecek birçok şey yapılamadı. Merkez yerine yereli güçlendiren, yerelin hazırlıklarını destekleyen bir strateji olabilir. Bu, Hastane Afet Planı örneğinde olduğu gibi başhekim istediği için değil, sağlık emekçileri kendi afet planlarını önemsedikleri ve kendi hastanelerinde bir refleks geliştirmek istedikleri için yapılmalı. Bu olmadığı için çok büyük yıkımlar yaşadık. İskenderun Devlet Hastanesi’nde, Hatay Eğitim Araştırma Hastanesi’nde çok sayıda sağlık emekçisini kendi hastanelerinde kaybettik. Onun için kurumlarımızda talep yerine biraz daha kendi özneleşme pratiklerimizi öne çıkarmamız gerekiyor. Şöyle sıkıntılı bir yol izleniyor: Sağlık örgütleri ve sendikalar olarak hastanelerle ilgili bir reçeteyi Sağlık Bakanlığı’na sunmakla sınırlı kalan bir yol. Evet, bunu baskı oluşturmak için yapalım ama bunu aşıp bizim kendi hastanelerimize de sahip çıkmamız gerek. Burada biz çalışıyoruz, burası bizim hastanemiz; bu kadar tepeden yönetilmesine izin vermememiz gerekir. Kendi hastane yönetimlerimizde en azından afet gerçekliğinde söz sahibi olma, burada inşacı rol üstlenme gibi stratejik bir değişime ihtiyaç var. Tüm pratik bunu gösterdi bana.
Bu söylediklerinizle bağlantılı olarak depremin hemen ardından SES-TTB olarak sizler açıklama yaptınız. Kritik saatlerde olduğumuzdan, Sağlık Bakanlığı’yla, il sağlık müdürlükleriyle temasa geçmek istemenize rağmen geri dönüşün olmadığından bahsettiniz. Dahası alanda çalışmanın belli bir düzeyde engellendiği de ortaya çıktı. Bu noktada sizin yürüttüğünüz çalışmalarda karşılaştığınız engelleri sormak isteriz.
Bu örgütler depremin ardından 05.30’da toplandı. Üyelerine duyurular yaptılar ve onlardan gönüllü olarak başvurmalarını istediler. Gönüllüler örgütlere geldi, gelenler hızla bakanlığa bildirildi ama bakanlık bir şekilde bu gönüllü listelerini görmezden geldi. En büyük sıkıntı buydu. Geriye dönük kendi içimizde en büyük özeleştirimiz ise şu: Çatışmalı ortamda olduğumuzu, böyle bir ülkede yaşadığımız gerçeğini unutmuş olduk. Gönüllü listesini bakanlığa vermekle yetinmememiz gerektiğiyle ilgili bir ders çıkardık. -Sonraki depremde yine aynısı olacak, listelerimiz görmezden gelinecek- Yine de bir şekilde deprem bölgesine erkenden gitmiş olmamız önemli. Gittiğimizde gördük ki birçok kişi gönüllü listelerinden bağımsız yazı yazacağına atlamış gitmiş ve varmış bölgeye. Sonuçta bu arkadaşlar oradaydı artık fakat biz de bölgede olmamıza rağmen önemli bir kısmını bulamadık. Bizden bağımsız gidenlerle ilgili de şu gereksinimleri giderebiliriz, bu çalışmaları koordine edebiliriz gibi bir inisiyatifi erken kullansaymışız iyi olurmuş. Bu sadece TTB-SES için değil, sağlıkçılar dışındaki tüm toplum kesimleri için de geçerli. Bir hareketlenme oluyor, oraya çok sayıda insan gidiyor ve bunu nasıl koordine edeceğimizle ilgili yeterli bir hazırlığımız yok. Orada uzun süreli kalışla ilgili izin verilmediği için de gidenler yıllık izinlerinden kullanıyor. İzin süresi bittiğinde ise çaresiz kalıyorsunuz. Özel sektörde çalışan arkadaşlar kurumları izin vermediğinde ücretlerini alamadan işten ayrılıp gelmiş. Ancak ekonomik kayıplar dayanışmanın önüne geçmedi, dayanışmaya dair bir motivasyon var. Herkesin aynı bölgede ve bir merkezde toplanmasıyla ilgili de sıkıntı yaşadık. Bu nedenle belirli bir koordinasyonla tüm yerellere dağılmak daha önemli. Böylece Pazarcık örneğinde olduğu gibi devlet baskıyla o merkeze el koyunca, tüm olanaklarınız ortadan kalkmamış olur. Ayrıca her ne koşulda olursa olsun kamu otoritesiyle müzakereyi sürdürmek ama müzakereyle yetinmemek, müzakere yürütürken diğer yandan bir şeyler yapabilmek de önemli. Buralarda yönetici pozisyonda olan kişilere, toplumun ya da kamusal örgütlerin baskısını hissettirmek gibi bir ihtiyacımız var. Yani bunu süreğen kılmamız gerek, burayı yok sayan bir tavırla gidemeyiz. Sonuçta 1 milyon 300 bin sağlıkçıyız, şu anda yüzde 75-80’imiz kamuda çalışıyor. Kamu kurumlarında çalıştığımız için kendi kamu kurumlarımıza baskıyı ihmal etmeden inisiyatif geliştirmek değerli olabilir. Poliklinik merkezli hizmetler ilk 10 gün için belki önerilebilir ama bu çok tehlikeli. Çünkü vatandaşın yaşadığı devasa sorunları tıbbi olarak çözebilmek gibi bir algı yaratıyorsunuz, bu anlayışın kırılmasına ihtiyaç var. Ayrıca sadece başvurana hizmet etmiş oluyorsunuz, sahada hizmet vermemiş oluyorsunuz. Onun için sahada gezerek hizmet vermeye dönük olanaklarımızı geliştirmemiz gerekiyor. Bizim için normalde sağlıkçı olmayan ancak motor süren, aracı olan bir sürü kişi sağlık hizmeti yapmış oldu; herkesin bize sağlık hizmeti katkısı sağladığını gördük. Çoğunlukla hekimler, hemşireler konuşuluyor, tamam yapılanlar kıymetli ama mesela Adıyaman’da bir hemşire şunu söylemişti: “Hasta taşımak ne kadar değerliymiş, hastaları taşımayı bilmiyormuşuz diyerek hizmetlileri aradık biz”. Bu yürütülen faaliyetlerin büyük bir kısmının tüm bir ekiple yapıldığını, herkesin önemli olduğunu hatırlamak ve o görünmeyen kahramanları da öne çıkarmak anlamlı olur.
Yerellik ve yerelin hazırlığı çok kritik, dışarıdan gittiğinizde bölgeyi bilmiyorsunuz. Böyle koşullarda depremden etkilenenler kısa süreli bir travma yaşadığından dolayı herkes destek sağlayamıyor ancak destek verebilen 3-5 kişi olduğunda bu sizi çok rahatlatıyor. Çünkü siz sokakları, yaşam ortamını bilmiyorsunuz; sadece kültürü değil mekânları da bilmiyorsunuz. Mekânların bilgisine sahip olan bir ekibin hizmetin sürekliliğine katkı sağlamasına yönelik bir mekanizma kurabilmek anlamlı olabilir. Bu hizmeti yürüten ekibin gereksiz, aşırı fedakârlık yapmaması önemli çünkü bizim enerjinin tümüne uzun soluklu olarak ihtiyacımız var. Deprem bölgesine gidenlerin konforuyla ilgili bir başlığımızın olması gerekir, tüketmememiz gerek çünkü öyle sıkıntılar yaşanabiliyor. Dinlendirebilme, iyi besleyebilme, iyi uyutabilme gibi önemli başlıkların önümüzde bir iş olarak durması gerek. Bir de unuttuğumuz için halâ sıkıntısını yaşadığımız bir noktayı atlamamak gerek: Kayıtlar. Erken dönem kayıtlarla ilgili maalesef not almadık, hâlbuki o kayıtlar bizler için çok önemli. Süreçte tüm inisiyatiflerin hazırladığı raporların çok işe yaradığını gördük. Aynı şey ne kadar kişinin kaybedildiğinin kaydını tutmak için de geçerli. Eğer biz erken dönem yaşamını kaybedenlerin kayıtlarını tutmakta alternatifler geliştirebilmiş olsaydık, bu çok anlamlı olurdu.
Bir de depremin her döneminde sağlıkçı profili farklı oluyor. Erken dönemde daha çok acil ve cerrahi işlemlerde olanlar öne çıkarken; birinci basamakta olanlara daha geç aşamalarda ihtiyaç olabiliyor. Biz halk sağlıkçılarına da genelde sahaya üçüncü günden sonra gitmemiz gerektiği söylenir ancak biz orada ilk günden gidilmesi gerektiğini gördük. Gerek belgeleme gerek üçüncü/dördüncü gün için hazırlığın erken yapılması, koordinasyon gibi yetenekler halk sağlıkçılarında biraz daha baskın. Bu yeteneklerin ilk günden sahada kullanılması fark yaratabilir. Bir de bizim daha çok koruyucu hizmetlere odaklanan bir stratejiye ve toplumun öz gücünün kapasitesini güçlendirmeye yönelik bir çalışmaya odaklanmamız anlamlı olabilir. Bunu yaptığımız oranda başarılı olma potansiyelimiz yüksek. Engel derseniz yardım malzemelerine el koymaktan çadırların kaldırılmasına, deprem koordinasyon merkezimizin Sevgi Parkı’ndan taşınmasından Pazarcık’ta el konulmasına dek birçok engel yaşadık. Buna arada kolluk güçlerinin baskılarını ve halâ bazı konteyner kentlere girmemizin engellenmesini de ekleyebiliriz. Ayrıca meslek örgütlerimizin tüzel kişiliği olmasına karşın afet koordinasyonuna alınmaması gibi şeyler de aklıma geliyor.
Sağlık emekçileri de cinsiyetsiz değil ve bizler sahaya gönüllü olarak gittiğimizde de aslında cinsiyet ayrımıyla yüzleşiyoruz. Gönüllü olarak deprem bölgesine gitmek ve çalışma yürütmek isteyen bir kadın ya da LGBTİ+ için de koşullar daha zorlu olabiliyor. Buna dair TTB’nin ve SES’in raporları ya da deneyim aktarımları varsa öğrenmeyi çok isteriz.
Bizim şu an sahada ağırlıklı olarak çalışmalarımız kadın sağlığı üzerine odaklanıyor. Kadın arkadaşlarımızda daha ayrıntılı bilgiler mevcut. Sonuçta bizden gönüllü gidenlerde oransal olarak kadınlar çok daha fazla. Hem hekimlerin ve hemşirelerin hem psikologların ve psikiyatristlerin büyük bir kısmı kadın, bunun altını çizmek isterim. Bu nedenle çalışmalar kadın ağırlıklı ve odaklı yürütüldü. Toplumda bilgi paylaşma buluşmaları diye adlandırılan çok sayıda buluşma yaptılar kadınlarla, ayrıca yine kadın odaklı buluşmalar olan doğrudan psikososyal buluşmalar gerçekleştirdiler. Ayrıca çocuklarıyla kadınlar için ayrı ayrı buluşmalar planlandı ve yürütüldü. İsmini kadınlar öyle koyduğu için “portakal rengi konteyner” dediğimiz alanda ve birimde uzun bir dönem daha çok ihtiyaç malzemeleri ve kadınların özel sağlık sorunlarıyla ilgili -hem fiziksel hem ruhsal sağlığı içeren- buluşmalar oldu. Bu buluşmalar şu an halâ devam ediyor mahallelerde ve konteynerlerde.
Antakya’da depremden sonra açılan hastanenin ilk yağmurda sular altında kalan görüntüleriyle karşılaştık. Sizin de bahsettiğiniz gibi Antakya’da doğumlar yapılamıyordu ve doğumhane yetersizliği konuşuluyordu. Depremin üzerinden geçen zaman içerisinde hastanelerde iyileşme oldu mu diye sormak isteriz, bir miktar da cevap verdiniz esasen.
Sıfır diyemeyiz sonuçta, artık hizmet başladı. Maraş ve Malatya gibi neredeyse rutin hizmete dönen iller var. Ancak halâ hastaneler açısından özelleşmiş hizmetlerde sorun olduğunu söyleyebilirim. Onkoloji ve fizik tedavi ile rehabilitasyonun meselâ sorunlu alanlardan olduğunu söyleyebiliriz. Komplike ameliyatlar ya da ileri tanı dediğimiz tanılarda da zorluklar yaşanıyor. Yani bir yılda gelmek istediğimiz yerde olmadığımızı paylaşmak gerekir. Yeni hastane planları gözden geçiriliyor. Antakya için yeni hastanenin halkın çok onayladığı bir yerde değil onaylamadığı bir yerde yapıldığını söylemek önemli. Bu sebeple hastaneler için yer seçimi sıkıntılı. Birçok hastanenin tam efektif çalışmadığını belirli bölgeler için söyleyebiliriz ama her ilde böyle olmadığını da belirtelim.
Bildiğiniz gibi enkazdan sağ çıkarılan kişilerin hastanelere götürülmelerine rağmen kayıp olduğu ve bulunamadığı pek çok vaka tespit edildi. Hayatını kaybeden, yakınlarını bulmaya çalışan insanların teşhis amacıyla yaşadıkları da bir başka ağır süreç olarak karşımızda duruyor. TTB Merkez Konsey Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın açıklamasından hareketle kimliği tespit edilemeden defnedilen pek çok kişi için DNA incelemelerinin devam ettiğini ancak ölü muayenesi yapılmasına rağmen otopsi yapılan oldukça az vaka olduğunu biliyoruz. Cenazeler, parmak izi ve diğer örnekler alınarak kodlamayla defnedildi. Yakınlarından alınan tetkikler sonunda eşleşme söz konusu olursa cenazelerin kimliği tespit edilebiliyor. Tüm bunlardan hareketle sağlık kurumlarında bu kayıtlar nasıl tutuluyor, bu doğrultuda Sağlık Bakanlığı’nın ve yetkililerin ihmallerinden bahsetmek mümkün mü?
Erken aşamada ağırlıklı sayıyı ve ne kadar kaybımız olduğunu şu an bilmiyoruz. Buralarda söylediğiniz bu soru işaretleri gündeme geliyor ama en büyük soru işareti şu. Erken dönemde muhtarların onayıyla bir sürü kişi defnedildi, bunlar zaten bilinen kişilerdi, orada bir sorun yok. Ancak bilinmeyen kişiler dediğimiz nüfusla bağlantısı az olan bir kesim de var; onların daha çok mülteci nüfus veya çalışmaya gelen kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa iyi kötü kayıplarını arayan nüfus belli, onların da sayısını biliyoruz ama sayısını bilmediğimiz bir nüfus olabilir. Yine de tüm bildiklerimizin sayısı bize yetersiz geliyor yani çok daha büyük kayıplar olduğu düşünülüyor. Özellikle erken dönem muhtarların onaylarıyla defnedilen ya da doğrudan hiçbir muayene olmadan defnedilen kişiler düşünüldüğünde. Sonuçta nüfustan düşmeden miras hukuku dahil birçok süreç işleyemeyeceği için nüfusla ilgili başlıklar pratik bir şekilde çözülmek zorunda. Ancak bu rakamlar elbette bize yansımayacak. Bakanlık Şubat sonu, Mart başından sonra herhangi bir sayı paylaşmadı, kısmen Eylül ayında depremin erken dönemindeki etkilere bağlı sayılar paylaşıldı, hatta bazı illerde bu verilerin bir kısmında azalma vardı. Yani depreme bağlı kayıplarla ilgili konuşulan sayılar ve veriler hiç kimseye gerçekçi gelmiyor. Son dönem yapılan açıklamaların bir tutarlılığı olmadığı da malumunuz.
Şebnem hocanın söylediği alanda daha profesyonel bir bilgi var; orada bahsedilen de DSÖ’nün önerdiği program, fotoğrafın çekilmesi, numunenin alınması ve kişinin kendi dini ritüellerine uygun defnedilmesi. Genelde özellikle erken birkaç gün içerisinde dini ritüellere uygun defnedilişin olmadığını söyleyebiliriz, bu oldukça sıkıntılıydı. Çok yaygın bir kayıp olduğundan özellikle erken dönemde insanların cenazelerinin ulaştırılması, defnedilmesi, kefen bulunması gibi çok ciddi sorunlar yaşandı. Ama ne kadar kayıp var bilmiyorum, bir ara 1200 rakamı geçiyordu, o rakam değişti mi bilmiyorum, bu bilgiyi güncellemedim. Daha çok adli tıpçı arkadaşlar bu konuya yoğunlaşmış durumdalar. Bir de çocuk kayıpları vardı. Zaten deprem gibi olağandışı durumlarda, afetlerde iki uç noktayı çok görüyoruz: Bir tanesi aşırı fedakârlık, diğeri aşırı istismar. Özellikle organ mafyası başta olmak üzere çok sayıda çocuğun kaçırıldığını dünya deneyimlerinden biliyoruz, muhtemelen aynı deneyim Türkiye’de de yaşanmış olabilir. Büyüklerini kaybetmiş çocukların eğer yakın akrabaları yoksa bir şekilde kaçırılma potansiyelleri var. Bazılarının kamu kurumlarına teslim edildiği söyleniyor. Ama bu konunun en azından benim yoğunlaştığım bir alan olmadığını söyleyebilirim.
Deprem sırasında yıkılan hastanelerde hayatını kaybeden sağlık emekçileri de oldu. Bu konuyla ilgili TTB’nin, SES’in yürüttüğü bir hukuki süreç var mı?
Hastanede bizzat depreme bağlı kayıplar işçi cinayetleri kapsamında, gerekli önlemler alınmadığı için işveren hukukuyla açılmaya çalışılan bir dava. Sağlık emekçisi olup da yaşamını kaybedenlerle ilgili TTB ve SES dava açabilecek bir aile yakınını arıyordu çünkü kamusal olarak siz açamıyorsunuz. Biz önlem alınması gerekirdi diyerek bir şekilde dile getirdik ama dava açma ehliyeti bizde olmadığından gönüllü bir aile aranıyordu, buna yönelik bir çaba vardı. Bulunabildi mi bilemiyorum, şu anda bilgim yok. Bu SES ve TTB yönetimine sorulabilir. Sonuçta işverenin bir şekilde çalışma koşullarını işçiyi koruyarak güvenli hale getirmek gibi yükümlülükleri var. Yıkılan hastanelerde ölen hasta yakınlarının da dava açma hakkı var. Hasta güvenliğini sağlamak da hastane yönetiminin sorumluluğu. TTB ve SES’in sağlık emekçileri üzerinden düşündüğünü biliyorum ancak hasta yakınlarının bu şekilde bir girişimi olup olmadığını bilemiyorum. Onlar için de hastanenin hasta güvenliği kapsamında alması gereken önlemler var, bu önlemlerden en önemlisi ise mekânın sağlam ve dayanıklı olması. Biz sağlık çalışanlarının sağlığı ve işçi sağlığı üzerinden böyle bir hukuksal dava açmaya çalışıyoruz. Pandemi döneminde yaşadıklarımıza benzer bir hukuksal gerilim var ancak hastanede fiilen çalışırken kaybettiğimiz kaç kişi var onu tam bilemiyoruz. Son hatırladığım 600’e yakın sağlık çalışanı, 100 küsur da hekim kaybı olduğu yönündeydi. Ama rakamlar yanıltıcı olabilir. Hastanede hizmeti üretirken fiili çalışma halindeki kayıplar iş kazası diye sayıldığı için meseleye böyle bakmak zorunda kalıyoruz. İskenderun ve Hatay Eğitim Araştırma Hastanesi’ne sormuştuk çünkü onlar yıkılan hastanelerdi. Burada sağlıkçı yakınlarının dava açması üzerine bir arayıştaydı SES ve TTB. Bu, işçi sağlığı ve güvenliği kapsamında kamu hukuku kapsamında bir dava açılacak olması sebebiyle önemli.
Bu meseleler dramatik bir şekilde kahramanlaştırma eksenli ele alınıyor ama yapılması gereken çok temel bir şeye bakılmıyor. Bu işçi sağlığı ve iş güvenliği meselesiyle de doğrudan ilişkili; dolayısıyla aslında hesap verebilir, sorumluluğu alan, suçu üstlenen kimse de ortada olmuyor. SES ve TTB gönüllüleri depremin ilk anlarından itibaren sahadaydı. Devlet yetkililerinin almadığı sorumluluktan doğan boşluğu ellerinden geldiğince de doldurmaya çalıştılar. SES ve TTB bu kadar önemli bir yerde dururken toplumsal muhalefet, örgütlenme ve benzeri konularla birlikte düşündüğümüzde sağlık emekçilerinin sendikal faaliyetleri ve toplum sağlığı ilişkisi üzerine genel değerlendirmeleriniz ne olur?
Bizim için deprem bölgesinde sendikanın ve TTB’nin yürüttüğü çalışmalar yeniden bir örgütlenme atağı gibi de oldu. -Gönüllülerden bağımsız söylüyorum- kendi kurumunun dışına çıkıp toplum sağlığı için iş üretebilmek… Deprem bölgesinde sağlık emekçilerinin sahada toplum sağlığı adına iş üretmesi aslında bir yaklaşımla, perspektifle ilgili ve bunun yeni bir ilerleyici hat olduğunu söyleyebilirim. Bununla ilgili faaliyetler gerçekleştirildi ancak toplum sağlığının ve sağlık çalışanı sağlığının birlikte yürütülmesi gerekir. Antakya’daki arkadaşlarla TTB ve SES Deprem Koordinasyon Merkezi olarak haftalık program hazırlamıştık: Bu, haftanın en az bir günü sağlık kurumlarını gezmeyi, sağlık çalışanlarının sağlığıyla sorumlu olma halini içeren bir programdı. İster bizim üyelerimiz olsun ister olmasın tüm sağlık emekçileriyle sürekli bir temas sağlandı. Bu programlı bir çalışma olarak da yürütüldü. İhtiyaçların giderilmesi, önlük gibi anlık ihtiyaçların ve yardım malzemelerinin dağıtılması gibi… Sembolik de olsa “Biz buradayız temasımızı sürdürüyoruz, sorunlarınızın arkasındayız” diyen bir tavır geliştirildi. Bu sorunları tespit etmeye yönelik anketler, oturumlar yapıldı, ayrıca deprem bölgesinde olan arkadaşların faaliyetlerinden dolayı bir araya gelebilmelerini sağlayan buluşmalar gerçekleştirildi. En son Sibel Tekin tarafından dayanışmayı anlatan bir belgesel film çekildi, “Duvarlardan Süzülen Umut”tu galiba, yani bir belgeleme pratiği de oldu. Sahada aslında sağlık çalışanlarının kendi özneleşme pratiklerini gerçekleştirebildiklerini gördük. Deprem faaliyetlerini yürütürken, bu faaliyetleri kendi kurumlarımızda nasıl yapabiliriz diye önümüze iş koyduk.
TTB ve SES deprem bölgesindeki çalışmalarını kendi koordine etti, birlikte karar verdi ki bu çok kıymetli. Her akşam tüm gelenlerle toplantılar yapıldı, ayrıca kentte sağlık hizmeti yürüten siyasal-toplumsal gruplardan temsilcilerin katıldığı toplantılar gerçekleştirilerek bir sonraki gün organize edildi. Sağlık çalışanlarının kendi öz yönetimlerine yönelik bir pratiği deneyimledik. Bu pratiği neden kendi kurumlarımızda yapamayız diye yeni bir sorumuz var önümüzde. Böyle bir süreci yürütebildik, böylece hem kendimiz özneleştik hem toplumla buluştuk. Toplumla yatay güven ilişkisini güçlendiren bir yol izledik. “Farklı bir sağlık mümkündür”ün pratik örneğini ortaya koymuş olduk. Buna kendi içerisinde bir örgütlülük kadar yeni bir zihniyetin örgütlülüğü de diyebiliriz. Bu yolda yürüyen, bu konuyu genişletmeye çalışan ve pratikleri devam eden arkadaşlarımız var. Bu süreç depremzede sağlık emekçilerinin hızlı toparlanmasını da sağladı. En büyük şey örgütlenme dediniz ya; bu birlikte olma hali ve dayanışma, dışarıdan gelenlerle yerel sağlık emekçilerinin buluşmasını da sağladı ve büyük bir güç verdi. Bu, travmanın etkisini kaldırma noktasında koruyucu bir misyon da üstlendi diye düşünüyorum. Hem de yeni bir toplumsal sağlık için yeni bir umut oldu. Bizim için en büyük birikimlerden bir tanesi, herkesin sağlığa katkı sağlayacak hizmet üretebildiğini görmemiz oldu. Mesela çocuk sağlığı açısından evet biz aşıyla, çocuk izlenmeleriyle ilgili epey faaliyet gösterdik ama sağlığı, biyo-psiko-sosyal ve siyasal bütünlüğü diye düşünürsek, adı konulmasa da depremin neredeyse ilk gününden beri çocuklara eğitsel emek veren, oyun açısından çocuklarla birlikte zaman geçiren topluluklar var. Sayıları çok fazla, en azından Adıyaman ve Antakya’da sayıca çok olduklarını biliyorum. Bu arkadaşlar çocuk sağlığı açısından bakarsak çocukları zinde tuttular. Toplum sağlığı açısından sağlık dediğimiz sadece sağlık emekçilerine bırakılacak tıbbileşmiş bir olay değil. Bu toplumun iyileşmesi ve sağlığı herkesin görev alacağı bir misyon. Çocuklarla olan buluşmalar bunun en büyük örnekleri, kadınlarla olan buluşmaları da buna ekleyebiliriz. Bunların ille de sağlıkçılarla olması gerekmiyor ama hepsi sağlık çıktısı. Tüm bunlar bizim için sağlığı tıbbi personele daraltılmış bir anlayıştan nasıl bir adım öteye taşırız sorusuna cevap üreten yeni bir açılım oldu. Bu konuda tartışmalarımız-buluşmalarımız oldu. Bu anlamda herkesin hem kendi sağlığına hem de toplum sağlığına dair söz söyleyebilme potansiyelini artırmaya yönelik çabaların olduğunu söyleyebilirim. Bizim için de buluştuğumuz toplum kesimleri için de karşılıklı birbirimizden öğrendiğimiz bir süreci deniyoruz.
Çok teşekkür ederiz. Sizin vurgulamak ya da eklemek istediğiniz başkaca başlıklar var ise onları da duymayı çok isteriz.
Şunu tekrar etmekte fayda olabilir. Biz sağlığın sadece sağlık emekçilerine daralan bir tartışma olmasından öte bunun dışına çıkmasının çok kıymetli olduğunu, toplumun her ferdinin yani gıda taşıyandan dağıtana kadar herkesin bu süreçte yer almasının çok anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Yerel yönetimlerle sağlıkçıların birlikte çalışmasının bu koşullarda çok ön açıcı olduğunu da belirtmek gerekir. Birlikte çalıştığımız belediyeler birçok başlıkta süreci hızlandırmamıza katkı sağladı. Bu açıdan toplumsal sağlığa katkı koyan diğer unsurları da görünür kılmakta fayda var. Ağırlıkla TTB merkezli gitmek çok doğru olmaz; tüm sağlık emekçileri artı tüm sağlık emekçilerini aşan şekilde kentin sağlığından çevrenin sağlığına, çocukların sağlığından sorumlu olan öğretmenlerden çevre ve gıda mühendisine, diyetisyeninden normal sıradan vatandaşa dek yürütülen faaliyetlerin tümü bir toplumsal sağlık çıktısı. Bunun çok kıymetli olduğunu vurgulamakta fayda var. Bu perspektif bizim açımızdan çok önemli.
Bu röportajın deşifresinde bize destek olan Meltem Oral’a teşekkürler.