Enflasyon, insanların ve para birimlerinin birbirleri üzerinde tuhaf etkilerinin olduğu bir cadı kazanı olarak adlandırılabilir.
Elias Canetti, Kitle ve İktidar[i]
Enflasyon toplumların çok kez rasyonel izahlara sığmayan davranış ve duygulanımlarının en beklenmedik şekillerde kendini gösterdiği fenomenlerden biri. İnsan davranışlarının çıkarın yahut zevkin maksimizasyonuna dayandığını söyleyen rasyonalist insan doğası (ve elbette, seçmen davranışı) tezlerini afallatan bu adeta gizemli fenomen bizi bir yandan libidinal ve spiritüel ekonomi ile para ekonomisi arasındaki süreklilik ve aktarımlar üzerine düşündürürken, saf siyasi bakışın bu ekonomileri çok kez peçeleyen soyut ve sözümona akılcı kategorilerini de bulandırır. Gerçekten de para ve cinsellik kadar, çağdaş beşeri hayatın hemen tüm dinamiklerine yön verdiği halde, gündelik dilde bir nevi konuşma enflasyonuyla hasıraltı edilen iki mesele daha yok gibidir (emek meselesini saymazsak).[ii]
Ülkede enflasyon oranının TÜİK verilerine göre %64,27, ENAG verilerine göre %170.7, İTO verilerine göre %105.5, OECD verilerine göre %72 olduğu 2022 yılının Mart ayında alınmış bir not:
“Markette sebze fiyatları uçmuş durumda. Beni bilhassa afallatan çok sevdiğim biber oluyor. Fiyatı daha birkaç gün öncesine kadar en fazla 5tl olan biberi birden 30-40 tl’ye fırlamış görmek, onu bambaşka bir ışık altında algılamak demek. Biber artık bir meta olarak gerisindeki, şimdi-burada karşılaşmamıza vesile olan somut beşeri ilişkileri; onu üretenler, toplayanlar, işleyenler ve marketlere ulaştıranlar ile satanlar ve tüketenler arasındaki toplumsal ağları daha somut düşündürüyor, hatta düşündürmüyor da adeta konuşuyor biber: toplumsal üretim ilişkilerini piyasa fiyatıyla peçeleyen gizemli sessizliği bozulmuş bir meta. Ve her yanda onun gibi sayısız diğerleri. Dünya niyetine yaşanan piyasa tıka basa onlarla, yaydıkları haleyle, kışkırtıp devindirdikleri arzularla, onları temsil eden sayılarla dolu olduğuna göre. Fiyatların kontrolsüzce artmaya başladığı ilk günler bedensel mevcudiyetimin yoğunluğunda belirgin bir seyrelme hissediyorum. Bedenen ve zihnen daha az varım, desem yeridir. Gözlerimin önüne ince bir perde inmiş. Ara ara başım dönüyor. Vertigo? Dünyevi varoluşa hükmeden devletli piyasanın sembolik, enerjetik iç denizinde birlikte yüzdüğüm insanlara bakıyorum da yolda yürürken resmen sarhoş gibiler; her zamankinden daha dikkatsizler, bakışmaktan daha bir kaçınıyorlar, hesap etmeye mahkûm edilmiş bireysel zihinlerine hepten gömülüp kaybolmuşlar sanki.
Kolektif düzeyde hissedilen bu yoğun bireysel izolasyon etkisine rağmen, bedenleri maddenin yasası gereği bir süre sonra yoğuşup (ideolojinin) kalıb(ın)a dökülmeye hazır bir nebulaya dönüştüren afallamanın her yandaki mevcudiyeti hissedilmeyecek gibi değil: Sanki aramızda, bireysellik sınırlarımızı hükümsüz kılarak bizi kitleleştiren (daha doğrusu kitleliğimizi, yönetilen bir sürü oluşumuzu hatırlatıp hissettiren) bir sis tabakası var, buharlaşarak seyrelen mevcudiyetlerimizin havadaki moleküllerinden oluşma. Nicelleştirilmiş değerlerin hükmü altında serbest bireyler olarak birbirimizden güven(ce)li bir şekilde ayrılarak bildiğimiz tek biçimde bir araya geldiğimiz varlık zemini olan pazaryeri, piyasa ayaklarımızın altında sarsılıyor. Belki dünyanın değil ama dünya diye kanıp nesillerce sürgit bir inançla ve türlü ritüelle tek tek topluca hapsolduğumuz piyasanın çivisi çıkmış. Fiyatlar; şeyleri ve ilişkileri mübadelenin bağlantıları içinde iyi kötü sabit bir çerçevede tutan bu alışıldık temsili sayılar artık aynı (miktardaki) nesnelerde somutlaşmıyor. Belki dünyanın değil ama piyasanın (kalan) büyüsü bozulmuş, bu defalık. Alım gücünün; insanın bedensel kudretinin indirgendiği bu nicelleştirilmiş toplumsal “gücün” düşmesiyle gelen öznel mevcudiyet seyrelmesinin tersine nesneler kültik bir hale yayacak kadar katılaşmış durumda. İnsanların bireysellik sınırları silikleşirken, bireyselliğin piyasanın nesneler dünyasındaki en somut mikro modeli olan meta fenomenal bir somluğa bürünmüş. Uçuculaşan somut insan varlığı böylece artık bu katılaşmış bireysellik formuna (meta-formuna) daha bağımlı, onunla özdeşleşmeye daha meyilli ve (muht)aç. Piyasanın hükmettiği somut anlam dünyasına “suni denge” efekti veren sembolik-sayısal mütekabiliyet bozulmuş. Piyasanın soyut temsil ve değer sistemi en azından alışkanlık ve akabinde yeni bir suni denge etkisi devreye girene kadar sallantıda, sallantıdayız.
Marketlerin sebze reyonlarının kenarlarına atılmak için ayrılmış sebzeleri toplayan insanların sayısı günler içinde artıyor. Ya da çöp karıştıran insanlar arasında artık “düzgün” giyimli olanları da dikkat çekiyor. Sokaklarda dolaşarak selpak, yara bandı, ıslak mendil satan ya da pazarlarda hamallık eden yaşlı insanlar çoğalıyor. Dilenenlerin, kendi kendine konuşanların, hatta delirenlerin sayısında da gözle görülür bir artış var. Şiddet, cinnet ve intihar vakalarının daha da artacağını tahmin etmek güç değil. Ortada bir hırsızlık lafı dolaşıyor ama bu hırsızlığı tam olarak kimler, nasıl bir iktisadi işlemle yaptı, bu konuda teknik olarak çoğunluk bilgisiziz. Enflasyon bu yanıyla, yani bilgisine ancak “inisiye olmuş” az sayıdaki kişinin (yani, uzmanların vs.) vâkıf olması anlamında mistik bir fenomen. Market reyonlarında, kasa başlarında (pandemi gibi enflasyon tepkilerini de ilk göğüslemek durumunda kalan kasiyerlere bu yüzden tazminat ödenmelidir), orada burada kısık sesli şikâyetler ve şaşkın, kimi zaman da alttan alta bir oyun duygusunun zevkinin eşlik ettiği fiyat karşılaştırmaları dışında gözle görülür bir patlama yok, sadece bir şişme. Sokaktan yükselen sesler şiddetle bastırılıyor;[iii] enflasyondan şikâyet etmek değil ama onu protesto etmek suç. Bu utanç verici gerçeği, soyulduğumuz, eksildiğimiz, aslında kannibalizmin incelikli bir iktisadi biçimiyle diri diri yendiğimiz gerçeğini haykıramamak, sokaklarda buna ses çıkar(a)mıyor olmak onu daha da ezici ve utanç verici kılıyor. Kelime anlamı şişme, kabarma olan enflasyon aynı zamanda toplumların negatif duygulanımlarında da (güvensizlik, korku, endişe, öfke, utanç, gurur, vs) bir şişkinliğe tekabül ediyorsa, kitledeki, bir isyana dönüşmeyen bu enerjetik şişkinliğin öyle ya da böyle patlama noktaları bulacağına, patlamaya hazır bu enerji birikiminin öncelikle katmerleşmiş bir hayat, zevk, tefekkür, emek düşmanlığına ve muhafazacı bir ahlakçılığa akıp, ideolojik bir rasyonalizasyonla belirli toplumsal gruplara yönelik açık veya örtük bir nefrete dönüşerek katılaşacağına şüphe yok.”
Bugün dünyanın birçok ülkesinde sağ popülizmin, mülteci ve göçmen karşıtlığının, LGBTİ+, kadın, yabancı, kısacası aslında hayat düşmanlığının yükselişi ile enflasyonla açığa çıkan kolektif enerjiler arasında nasıl bir ilişki var? Muhafazakâr sağ denen ideolojinin taşıyıcısı haline gelen kitleleri birer siyasi irade mercii olmaktan önce birer “enflasyon kitlesi” olarak değerlendirebilir miyiz? Toplumları kitleleştiren ve kitle/sürü olarak yönetildiklerini açıkça duyumsatan enflasyon gibi fenomenler aynı zamanda yaygın kolektif utanç yaratan fenomenlerse, kitleliğin, yani bireysel güvenlik-güvence sınırlarının aşınmasının verdiği bu bastırılan toplu utanç, demokratik meşruiyet zemininin yokluğunda, nasıl reaksiyoner (milli) gurura tahvil edilerek sağ popülizme yakıt sağlıyor? Artan ekonomik güvencesizlik ve varoluşsal belirsizlik nasıl oluyor da kitlelerde teolojik bir baba-yasa, (büyük) aile, ahlak yakarısını perçinleyerek neoliberal devletlerin güvenlikçi egemenlik söylemlerince kapılıyor? Kapitalist sistemin atık haline getirdiği somut hayatlar bu kitlesel nevroz durumunda ne şekilde “kamusal tartışma”ya açılıyor? Kısacası, enflasyonda açığa çıkan bu totalleşme ile totalitarizm arasında nasıl bir duygulanımsal ve libidinal ekonomi işliyor?
Bu soruları, Weimar Cumhuriyeti’nde yaşanan 1923 hiperenflasyonuna şahitlik etmiş üç metin ışığında açmaya çalışacağım.
Notlar
[i] Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, İstanbul: Ayrıntı.
[ii] Oturduğum evin konumundan ötürü bir nevi “sokağın nabzını tuttuğumu” söyleyebilirim. Sokaktan gelen seslerden yaptığım çıkarıma göre, para ve cinsel ilişkiler, konuşulan ve konuşturan meselelerin başında geliyor. Özellikle enflasyon sonrası dönemde tanış sohbetlerini ve telefon konuşmalarını bitirirken kullanılan ifadeler arasında, “Allah’a emanet ol” kalıbının kullanımındaki artışsa dikkat çekici. Toplumdaki sözümona genel muhafazakârlaşma gibi salt ideolojik bir açıklamayla izah edilemeyecek bu artışın “pratik ihtiyacın ve özçıkarın tanrısı para”nın (Marx, “Yahudi Sorunu”) hareketleriyle, dolayısıyla “din olarak kapitalizm”le (Benjamin) rabıtası ortada. Diğer yandan, genelde bir hayata/Allah’a güven (emanet) telkin etmesi beklenecek bu ifade, içinde bulunduğumuz özgül ekonomik ve varoluşsal güven(ce)sizlik-belirsizlik koşullarına tercüme edildiğinde, her bireyin tek tek, tanrılaşmış (mutlak mevcudiyete ve hükme sahip) para piyasasının ellerine emanet, daha doğrusu, terkedilmiş olduğu gerçeğine dair kolektif farkındalığı da semptomatik düzeyde yansıtıyor.
[iii] Enflasyon etkilerinin iyiden iyiye hissedilmeye başlandığı bu ilk dönemde üniversitelerde yapılan bazı öğrenci eylemleri dışındaki hatırlayabildiğim tek kitlesel sokak eylemi, elektrik zamlarına karşı 11 Şubat 2022’de yapılan Cizre eylemi olmuştu. Kolluk kuvvetlerinin eylemi şiddetle bastırdığını söylemeye gerek yok.
Ana görsel: Jackson Pollock, One: Number 31, 1950.