Amjad Al Rasheed’in yönettiği ve senaryosunu iki kadınla (Rula Nasser ve Delphine Agut) birlikte yazdığı İnşallah Erkek Olur (Inshallah Walad, 2023) Rasheed’in ilk uzun metraj filmi.
Film, Eleştirmenler Haftası bölümünde prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde gösterilen Ürdün yapımı ilk film oldu ve ülkenin Oscar adayı olarak duyuruldu.
Kocası Adnan’ın ani ölümüyle dünyaya yeniden bırakılan Nawal (Mouna Hawa) evinin salonunda kendisine nasıl yas tutması gerektiğini, yas ritüellerinin gereklerini anlatan kadınlarla çevriliyken, Nawal’in etrafı Ürdün yasalarıyla çoktan çevrilmiştir.
Kanun şöyledir: Erkek bir çocuğun yoksa kocanın mirasında kocanın ailesi pay sahibi olabilir, hatta bir kız çocuğun varsa çocuğun bakımını da üstlenebilir, belki onu elinden bile alabilir.
Nawal’in başına gelen talihsizlikler zincirinin ilk halkası, Adnan’ın, kardeşi Rifqi’ye (Haitham Omari) ödenmemiş borçları olduğunu öğrenmesiyle başlar. Adnan’ın kullandığı pikabın ödenmemiş dört taksidi vardır. Fakat Adnan artık burada yoktur ve yaşlı bir kadına yarı zamanlı hemşirelik yaparak geçimini sağlayan Nawal’in bu konudaki seçenekleri hayli sınırlıdır.
30 yaşındaki genç kadın başta iki başlı yasaların (hem resmî, hem dini) ve toplumun kıskacından çıkmak zorundadır. Ama nasıl?
Filmin, Nawal’in yaşadıklarına dramatik bir ilmek atmayarak, yani sadece olup bitenleri izlememizi sağlayarak bir başarı elde ettiği şüphesiz. Fakat hikâyeye eklediği, bazen de birbirinin aynısı olan katmanlardan bazıları, havada asılı kalan ve derinleşmeyen türden. Filmin izleyiciye sunduğu bir diğer havuç ise zaman zaman göz kırptığı oryantalist bakış açısı. Aynı ülkede yaşasalar da farklı geleneklerden gelen Hıristiyan Lauren (Yumna Marwan) ile Müslüman Nawal’in gebe olmak üzerinden kısa süreli formel dayanışması, belki bunu da bir senaryo ihtimali olarak gösterip geri çekmek.
Basit bir denk geliş (Lauren’in istemediği bir bebeğe hamile olması ve Nawal’in miras için erkek bir bebek doğurmak zorunda oluşu) izleyici için sıradan bir anlatı mı yoksa hakiki bir evrensel dilin izdüşümü mü? Amman’daki bir evde örülen bu yeraltı kadın dayanışması; kürtaj, inançlar, günahlar, Lauren’in Nawal’e “Hepimiz aynı bokun içindeyiz” demesi bize ne söylüyor? Belki de çok şey. Fakat günün sonunda bu dayanışmaya dair elimizde kalan, birtakım kırıntıdan ibaret.
Senaryonun gücünü gösterdiği en önemli anlardan biri ise Nawal’in Adnan’dan kalan pikabı yaşadığı tüm maddi zorluklara rağmen satmak istememesi. Araba kullanmayı bilmeyen Nawal’in Adnan’ın bir apartmanın girişine park ettiği bu pikabı bir metre de olsa yerinden oynatma çabası bir tür mücadelenin göstereni haline geliyor. Adnan’ın ölümünden sonra susmayan telefonu, telefonun kilidini açamadığı için içinde neler olup bittiğini bilmeyen Nawal’e bir bariyer daha koyuyor. Üstüne bir de Adnan’ın ceketinin cebinden çıkan prezervatifler ekleniyor.
Artık burada olmadığı için hesap soramayacağınız biriyle ilgili öğrendiğiniz detaylar ne kadar can yakıcı olabilirse, Nawal bunu olanca ağırlığıyla deneyimliyor. Telefonun diğer ucundaki ses, Nawal’in açtığı telefonlara bir an olsun karşılık vermiyor. Üstelik Adnan’ın, Nawal’in kucağına bıraktığı sırlardan sadece biri bu. Nawal’in paraya ihtiyaç duyduğu bir anda pikap yerine yatak odası takımını satması da bu sırlar karşısında nasıl pozisyon aldığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Belki de daha çok bu sırların onun için ne denli kalp kırıcı olduğunu gösteren bir jest bu.
Film Ürdün yasalarının bir kadına, kadınlara neler kaybettirebileceğini hayli sade bir şekilde işliyor. Evsiz ve işsiz kalmanız, çocuğunuzun elinizden alınması için ortada fazla bir gerekçe olması gerekmiyor çünkü; erkek çocuk doğurmamış “dul” bir kadın olmanız hikâyenizin erkekler tarafından nasıl yeniden yazılabildiğini korkutucu bir şekilde gösteriyor.
Dilemma
Ancak, Nawal bu keder sarmalı içinde ne abisine, ne ona olan aşkını belli ederek onu neredeyse taciz etmeye başlayan iş arkadaşı Hassan’a (Eslam Al-Awadi), ne de kayınbiraderine pabuç bırakıyor. Hakkı olduğunu bildiği her şey için fazlasıyla çabalıyor.
Bir aşamadan sonra ise, Nawal’in hayatla kurduğu yeni ilişki kendine yabancılaşmasına neden oluyor. Ne yapacağını bilmeyen ve çaresizce oradan oraya savrulan bir kadınsanız, toplumların ataerkil labirentlerini kendinize doğru eğip bükme imkânınız da var. Bu, yaşadığımız en büyük dilemmalardan biri ve filmde oldukça incelikli bir şekilde işleniyor. Size ilgi gösteren bir erkek, bir yanıyla size maddi destek sağlayabilecek biri de olabilir. Sonrasında bunun acısını sizden fazlasıyla çıkaracak olsa da, o an o ilgi işinize yarayabilir. Alışkanlıklarınıza yenileri eklenebilir ve asla yapmayacağınızı düşündüğünüz şeyleri hayata geçirebilmek için bazı üzücü girişimlerinde bulunabilirsiniz. Nawal bunları da deniyor.
Apartmanın girişine saplanan pikabı oradan çıkarabilmek ve bu işe yararlılığı kullanabilmek için Hassan’dan direksiyon dersi almak istiyor. Direksiyon derslerinden ilkinde yaşanan yakınlaşma, eve gittiğinde Nawal’in dişlerini kanatırcasına fırçalamasına neden oluyor. Bu temastan sonra evine dönen Nawal, evin Nawal ve kızı Nora’dan sonra neredeyse üçüncü üyesi haline gelen fareden kurtulmak için ilk kez bir hamlede bulunuyor. Çocukluğunda hiçbir şeyden korkmadığını, fakat şimdi mutfaktaki fareden bile korktuğunu söyleyen Nawal, farenin en azından mutfaktan çıkmasını engellemek için ona birtakım tuzaklar kuruyor. Bu kendini ve her şeyi “temizleme” isteği, esasen Lauren ile kurduğu dayanışmadan daha hakiki bir duyguya işaret ediyor. Nawal’in eve döndükten sonra izlediği tüm “temizlenme” ritüelleri, bu kaçınılmaz duygunun gerçekliğini ve yarattığı kederi her aşamasında size hissettiriyor.
Filmin görüntü yönetmeni Kanamé Onoyama’nın incelikli dokunuşları ise Nawal’in sarmalına bizi daha da çok çekiyor. Onoyama, Nawal’in ihtiyacı olan mucizeyi bir rüyanın en güzel hallerinden biriyle izleyiciye veriyor.
Etrafındaki herkes, tamamen yalnız bırakılan Nawal’in düşmesini beklerken o sadece tökezliyor. Belki de film sona erdiğinde aklımızı kurcalayan ve bir nevi daha güçlü bir anlatının önünü kesen detaylara takılıp geride durmamamızı sağlayan da bu. Bu hissi tetikleyen ise muhakkak, özellikle İran sinemasında benzer anlatıların birçok örneğine denk gelmemiz. Halbuki elimizdeki hamur, bize daha fazlasını verebilirdi.
Çünkü Ortadoğu’da hem devletlerin arkaik-modern yasalarına, hem de dini zorbalıklara göre hayatını sürdürmek zorunda olan kadınlar Batılı gözün gördüğü, sandığı kadar çaresiz de değil. O minik çatlaklar, istersek bize yol açan büyük yarıklara dönüşebiliyor. Ama çok istersek. Ve tabii, neden hakkımız olan şeyleri bu kadar çok isteyelim ve onları elde etmek için bu kadar çabalayalım ki? Sadece hayatta kalmak için.