Kendisini çocuğu için feda etmeyen, yani mesleğini anneliğinin önünde tutan bir anne karakteriyle karşılaştığımızda ona nasıl yaklaşıyoruz? ...Oğluna yeterli vakti ayırmayıp yazarlığını ön plana çıkarsa, Samuel hakkında da benzer tekinsizlik hislerine kapılır mıydık?

KÜLTÜR

Bir Evliliğin Anatomisi ve Evdeki Meleği Öldürmek

 

Bir Düşüşün Anatomisi bir kadın yönetmenin, Justine Triet’nin filmi. Uzundur farkettiğim bir dönüşümden nasibini alan karmaşık karakterleri ve bu dönüşümle kadının kurban, mağdur, cani ya da en iyi ihtimalle anne, ev kadını, cinsel obje gibi değil, kendisi gibi temsil edildiği bir yönetmenin filmi. Başladığı andan itibaren izleyene sorulan sorduran film, izleyicileri ve ailenin oğlu Daniel’ı aynı noktaya yerleştiriyor. Neler olup bittiğini anlamak için Daniel ile beraber bir o tarafa, bir bu tarafa savruluyoruz. Ama nafile. Çünkü gerçek dediğimiz şey aslında yok.

 

Film nasıl başlıyor hatırlayalım: Sandra, doktora tezini yazabilmek için kendisiyle röportaj yapmaya gelmiş kadına soruyor: “Ne bilmek istiyorsunuz?” Devam etseydi şöyle diyebilirdi belki de: “Öyle ya, ne bilmek istiyorsanız, onu biliyorsunuz çoğunlukla. Nereden bakıyorsanız onu görüyorsunuz. Ne anlam bulmak isterseniz onu bulacaksınız, o zaman söyleyin bana, ne bilmek istiyorsunuz?” Bu başlangıç noktası filmi en baştan okumamıza imkân veriyor. Ne bilmek istiyoruz ve bilmek istediğimizi gerçekten bilebilir miyiz?

 

Merdivenlerden aşağı seken bir top görüyoruz. Her şey ama her şey, yer çekimine ve zamana yenik düşüyor bu evde, işte topun ilk düşündürdükleri. Karlarla kaplı bir dağ evi, rahatsız edici bir aydınlık, eski bir VHS kasedi izliyormuşuz duygusu ve bu duygunun getirdiği tekinsizlik bize eşlik ediyor. Anlamaya çalışıyoruz. Oysa bazı sorular cevapsız, bazı cevaplar sorusuz, bunu bilmiyor muyuz?

 

Röportaj anına geri dönelim. Ana karakter Sandra, kendisine yöneltilen sorulardan kaçınıyor, bir röportajda çoğu yazarın vereceği ilk tepkiyi vermiyor; kendisiyle gizliden gurur duyarak, gürül gürül anlatmıyor yaptıklarını. İlk şüphe tohumu o an ekiliyor. Ardından üst kattan bangır bangır açılan müziğin sesi yankılanıyor odada. 50 Cent kalan her şeyi yutuyor, müziğin buradaki işlevi karın işlevinden farklı değil. Hem müzik hem kar, her şeyi gizleyebilir, bulunduğu yeri domine edebilir, sırları saklayabilir, halının altına süpürebilir.

 

Sandra’nın kocası Samuel müziğin sesini neden o kadar açıyor? Belli ki röportaja gelen kadının varlığından rahatsız. Bu kişi gitsin istiyor, röportaj yapılamasın istiyor. Karısını kıskanıyor, evet ama kıskançlığın sebebini de çözemiyoruz. Karısının flört ettiğini düşündüğü kişiyi mi kıskanıyor yoksa karısıyla röportaja gelinmesinden mi rahatsız? Bir ilişki hakkında sorular sormaya başlarsanız, bu, bir ilmeği atmış kazağa elinizi daldırmaya benzer. Kaçan ilmeği yakalar ve çekmeye başlarsınız, kazak söküldükçe ortada kalan artık sadece iptir.

 

Sandra ve Samuel’in gerçek hayatta da aynı isimleri taşıyor olmaları, bana kalırsa, Fransa’da ve aslında bu türün popüler olduğu Norveç gibi başka ülkelerde de son derece tartışmalı bir edebi tür olan öz-kurmaca meselesini deşiyor. Öz kurmaca (auto-fiction) kurmaca ve biyografi arasındaki ince çizgide duran bir tür. Bu türde, yazar çevresinde olan olaylardan, hayatındaki kişilerden etkilenir ama ne pahasına? Vigdis Hjörth  Türkiye’de çok okunan romanı Miras’ta[i] ailesini merkeze alıyor ve ailenin yıllardır saklamayı başardığı bir sırrı gün yüzüne çıkarıyordu. Kitap o kadar tartışma yarattı ki, yazarın kardeşi adeta, o olay öyle olmadı böyle oldu, dediği başka bir kitap yayınlayarak Norveç çok satanlar listesine girdi. Fransız yazar Emmanuel Carrère, Bir Rus Romanı Olarak Hayat Hikayem[ii] romanını annesinin karşı çıkmalarına rağmen yazıp pişman olduğunu anlatıyordu. Aynı yazar, son romanı Yoga’da[iii] da eski karısıyla ilişkisini anlattığında ise, eski karısı bu bölümlerin tümünün kitaptan çıkmasını istemiş ve yazar yayıncısının karşı çıkmalarına rağmen bunu yaparak kendisine şu soruyu sormuştu: “Bunu ne pahasına yapıyorum?” Bu kendi içinde de çok tartışmalı tür aslında postmodern sanatın indirgendiği noktadan bir tartışma yaratıyor. Çevresinde olan biten her şeyi bir vakanüvis titizliğinde kayda alan herkesin bir roman yazarı olamayacağı aşikâr. Bununla beraber, anlatılış yönteminin alışılagelmişten basit olduğu her içerik aynı sorunla karşılaşmaya mahkûm. Filmde bu konu bir değil birkaç bağlamda ele alınıyor. Ana karakterlerimizin ikisi de yazar. Biri diğerinden daha başarılı. Sandra, Samuel’den bir fikir alarak bir roman tamamlamış ama Samuel elinde olan fikirlerle ne yapacağını bilemez halde bocalıyor. Bu sebeple karısı ile konuşmalarını, tartışmalarını kayda alıyor. Bunu yaparken, kuşkusuz, aklında ilk olarak bu yaşananlardan nasıl beslenebileceği sorusu yatıyor. Belki de tartışmaları bile sadece onları kayda almak için çıkarıyor. Bilmiyoruz. Çünkü aslında Samuel’i hiç tanımıyor ve ona hep anlatılanlar üzerinden bakıyoruz.

 

Yeniden seken topa geri dönelim. Filmin en başına. Bu sahne size de Stanley Kubrick’in Cinnet (1980) filmini hatırlatmadı mı? Daniel’in saç kesimine bakınca, olayların bir dağ evinde geçtiğine, hatta oranın bir tatil evine çevrilmesine odaklanınca, evin içinin dolambaçlı giriş çıkışlarına dikkat edince bana bu film fazlasıyla Cinnet filmini hatırlatıyor. Farklı bir kurguyla çok iyi bir korku filmine dönüşebilecek Bir Düşüşün Anatomisi sadece Cinnet’ten değil, başka filmlerden de referans alıyor. Bir evliliğin içinde iki kişinin birbirini hiç tanımayabileceğini anlatan Kayıp Kız (David Fincher, 2014), sadece posterinden değil ama içeriğinden de esinlenilen Bir Cinayetin Anatomisi (Otto Preminger, 1959), hikâyeyi anlatma biçimiyle oldukça farklı bir yere düşse de, kadının toplumdaki rolü üzerine aynı paydada bulaşabilecek içeriği ile Saint Omar (Alice Diop, 2023) aklıma ilk gelen örnekler. Filmlerin birbiriyle bağı konusunda yaptığımız yorumların sübjektif olacağı aşikâr. Kendi penceremizden ne görüyorsak onu söyleyeceğiz. Ve aslında sadece bu yorum bile filmin karakterine uygun düşüyor.

 

 

Filmde, babasının düştüğünü ilk farkeden Daniel, görme engelli. Köpeği Snoop belki bir şeyleri görüyor ama o da anlatamıyor. Daniel, babasının karlar üzerinde yattığını anlayınca annesine sesleniyor ama müziğin sesi o denli açık ki, annesinin onu duyması zaman alıyor. Göremiyor, duyamıyoruz. Bir evliliğin içinde ne olup bittiğini göremez ve duyamayız. Dillendiremeyiz de. Sandra, Fransız Mahkemesi’nde İngilizce konuşarak bulunduğu ortama yabancı. Fransızca konuştuğu zamanlarda derdini tam anlatamıyor. Çünkü iletişim kuramayız, konuşamayız, asla birbirimizi tam anlayamayız. Anlamak istesek, yaklaşsak bile nafile. Her gerçek, seken top gibi elimizden kayar gider. Merdivende seken topu elinize almaya çalışırken arkasından koşturabilirsiniz; işte biz izleyici olarak tam da oradayız. Bir oraya bir buraya sekiyor ve her sekişte başka bir darbe alıyoruz ve soruyoruz: Samuel aşağıya nasıl düştü? İzlemeye başladıkça asıl sorunun kocanın değil, evliliğin düşüşü olduğunu ve mercek altına aldığımız düşüşün evlilik olduğunu anlamamız çok sürmüyor. Belgesel görüntüleri gibi olan mahkeme sahnelerinde konunun uzmanı olan kişilerin yorumlarını arka arkaya duyuyor ve daha çok soruyla doluyoruz. Oysa kim ne bilebilir? Hastasıyla birkaç saat geçiren bir doktor, röportaja geldiği bir evin sahibiyle yarım saat geçiren biri bir aile hakkında ne bilebilir? Görememek, iletişim kuramamak ve duyamamak burada sadece izleyiciye özgü değil. Filmi güçlü kılan unsurlardan biri de bu. Öyle olsaydı bu türün özelliklerini taşıyan bir gizem, suç filmi olurdu. Biz izleyiciler olarak film evrenindeki herkesten daha az şey ya da daha fazla şey bildiğimizde ortaya çıkan gerilim yok Bir Düşüşün Anatomisi’nde, çünkü burada gerçeği kimse bilmiyor denmiyor, gerçek bilinemez deniyor.

 

Filmde Sandra ne ideal kurban, ne ideal suçlu, ne de ideal anne. O, hayatının gidişatını kontrol etmek isteyen biri. Sadece bu kadar. Ancak izleyici olarak durup bir düşünelim. Bu filmde Sandra ve Samuel yer değiştirseydi ne düşünüyor olurduk? Sandra ve Samuel’in mahkemeye yansıyan kayda alınmış kavga sahnesinde ikilinin gel-gitli sorunlarını dinlerken Samuel, Sandra’yı aileye öncelik vermemekle suçluyor. Oğluna zaman ayırmıyorsun, ev işlerine zaman ayırmıyorsun, diyor Sandra’ya. Oysa Samuel oğluna ev okulu yaptırıyor, onunla ders ve oyun için ilgileniyor, üstelik Daniel’ın görme engeli doğuştan değil, bir kaza sonucu oluştuğundan, yeni hayatına adapte olması için ona destek oluyor. Ya da bize öyle söylüyor. Tartışma esnasında Sandra’nın da ne kadar çaba harcadığını duymak istiyoruz. Oysa o, Daniel’ı haftada bir kere okula götürdüğünü söylemekle yetiniyor. Biz bu konuda ne düşünüyoruz? Kendisini çocuğu için feda etmeyen, yani mesleğini anneliğinin önünde tutan bir anne karakteriyle karşılaştığımızda ona nasıl yaklaşıyoruz? Sandra çok sakin, bu konudaki fikri net. Kocasına diyor ki, sen istedin, bu işe gereğinden fazla emek vermeyi sen istedin, Daniel’a evde okul yaptırmayı sen istedin, üstelik buna gerek yoktu. Sandra, Samuel’e mağdur değilsin çünkü sen seçtin, derken aslında başka bir fikrini de bize açıklamış oluyor. Samuel’in yazarlığı konusunda fikirlerle dolu olsa da bir türlü icraata geçemediğini, aslında yapamadıklarını örtmek için kendisini oyalayacak bahaneler bulduğunu ima ediyor. Hepsinin alt metninde ise Sandra’nın kadın rolündeki eş olması var. Oğluna yeterli vakti ayırmayıp yazarlığını ön plana çıkarsa, Samuel hakkında da benzer tekinsizlik hislerine kapılır mıydık? Ona güvenip güvenemeyeceğimizi bir türlü kestiremediğimiz o girdaba düşer miydik? Aslında Sandra’nın evdeki meleği öldürmek gerektiğini savunan bir Virginia Woolf olmadığını söyleyebilir miyiz?

 

 

Yazının en başında uzun zamandır farkettiğim bir dönüşümden bahsettim. Bu hem karakterlerle hem de hikâyelerle ilgili bir dönüşüm. Kurmaca, adı üstünde, kurulan bir alandır; inşa edilen, insan eliyle oluşturulan. Bu sebeple de güvenli bir doğası vardır. Hayatın kestirilemezliği, ölümlülüğün insanın omzuna yüklediği yük, yarının ne getireceğini bilmemenin yarattığı şüphe, mutlu olduğun her anın üzerine çöken sis perdesi aslında kurmaca sevgimizle biraz huzura erer. Kurmaca bize hayali gösterse de, bize çizdiği yol hayatın kendisinden daha güvenilirdir, çünkü gerçek değildir, daha estetiktir, çünkü yapılmıştır. Hayat gibi değildir; kurmacanın her noktası oraya özellikle yerleştirilmiştir. Kurmaca bir mozaiktir. Onu taş taş oluşturur ve sonra güzelliğine uzaktan bakınca hayran olursunuz. Oysa hayat ebruya daha çok benzer. İç içe geçişler, renklerin salınması ortaya daha karmaşık bir yapı çıkarır. Bu filmde ve son yıllarda izlediğim birçok filmde kurmacanın doğası hayata daha çok yaklaştırılıyor. Elbette bunun da örnekleri vardı ama farkı, bu yaklaşımın hep merkezdeki bir kadın karakter üzerinden işliyor olması.

 

Bir Düşüşün Anatomisi, evliliği, ilişki denen o garip canlıyı masaya yatırıyor. Evet ilişki canlı, ilişki obur, ilişki bencil. Hep bana, diyor ve ilişkinin içindeki kişileri de yalayıp yutabiliyor. Değişiyor, dönüşüyor ama iştahı hiç azalmıyor. Hep beslenmek istiyor, onu besleme biçimlerimizi değiştirmek istese de. İlişkileri yürütmek, kuşkusuz, herkes için zor, ancak, bir kadın olarak ilişki içinde senden beklenen roller ve toplumun sana dayattıkları ile sürekli bir mücadele içinde olmalısın. Dahası bu mücadele aslında sadece inanılırlığın ölçüsünde senden yana. Herkesin gözündeki ideal kişi olmadığın an şüphenin okları sana doğru dönüyor. Sadece kendim gibi olayım demen yetmiyor, ne diyordu filmdeki avukat. Kendin olmayı bırakmalı ve insanların senin nasıl gördüğünü anlamaya başlamalısın. Sandra, ilk andan itibaren bir performans sergilese biz ona daha çok inanacağız, jüri ona daha çok inanacak, oğlu, kocası ona daha çok inanacak. O bunu yapmak istemediği için, bunu yapmayı seçmediği için inanılırlığı sorgulanıyor. Netflix’te yayınlanan Unbeliavable (2019) ve Neredeyse Normal Bir Aile (2023) dizilerinin karakterleri de benzer inandırıcılık sorunlarıyla uğraşıyorlardı. Toplumun ideal kadından beklentisi değişiyor, filmler ve diziler kadın karakterleri belli özelliklerini sivriltmeden temsil edebiliyor gibi görünse de, bu öyle çok yerinden çatlamış bir testi ki, her yanından su sızdırmaya devam ediyor.

 

 

[i] Vigdis Hjörth, Miras, çev. Dilek Başak, İstanbul: Siren, 2021.

[ii] Emmanuel Carrère, My Life as a Russian Novel, Imprint, 2011.

[iii] Emmanuel Carrère, Yoga, POL, 2023.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YHer Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne
Her Şeyin Onarıma İhtiyacı Var: Güzel Bir Sabah Filmi Üstüne

Hayatta her şeyin onarıma ihtiyacı olduğu doğru değil mi? İlişkilerden kişilere, kalpten akla hemen her şeyin onarıma ihtiyacı vardır.

KÜLTÜR

YHiçbir Kadın Susmamalı: Konuşan Kadınlar Filmi Üstüne
Hiçbir Kadın Susmamalı: Konuşan Kadınlar Filmi Üstüne

Yönetmen Sarah Polley bir röportajında şöyle diyor: “Bir şeyi anlatacak kelimeleriniz olduğunda, bu o şeyi nasıl anlamlandırdığınızı, onu hayatınızın hangi noktasına dahil ettiğinizi değiştirir.

KÜLTÜR

YOdysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne
Odysseus Artık Geri Dönmek İstemeyen bir Göçmendir: Sessiz Kız Filmi Üstüne

Odysseus artık bir kere çıkmıştır evinden. Bir kere gittiğiniz zaman artık dönseniz bulamayabilir, dönseniz de aynı insan olmayabilirsiniz. Anne babanızın birer ölümlü olduğunu fark etmişsinizdir artık.

KÜLTÜR

YKayıp Zamanın İzinde: Aftersun Filmi Üstüne
Kayıp Zamanın İzinde: Aftersun Filmi Üstüne

Filmin büyüsü, bittikten sonra da devam ediyor olmasından geliyor. Geçmiş aslında hiç geçmiyor. Filmi izledikten günler sonra aklınızda kalanların sizi giderek daha çok etkilemeye başlıyor olması sürpriz değil.

Bir de bunlar var

Kulak Dolgunluğu
Fransızcayı Cinsiyetsizleştirmek: Dil Değişince Toplum da Değişir mi?
Güven İçin Şeffaflık: Veri Gazetecisi Mona Chalabi ile Röportaj

Pin It on Pinterest