Merve Emre’nin “The Repressive Politics of Emotional Intelligence” başlığıyla New Yorker’da yayınlanan 12 Nisan 2021 tarihli yazısını Ahmet Burak Kaya çevirdi.
Ailem benim ahlaki eğitimimle pek ilgilenmezdi, ilgilendikleri zaman da iletmek zorunda oldukları ahlaki öğreti veya uyarılara kitaplar eşlik ederdi – genellikle çoksatar popüler psikoloji kitapları olurdu bunlar. Aklıma ilk gelenlerden ikisi: Mary Pipher’dan Reviving Ophelia: Saving the Selves of Adolescent Girls (Ophelia’yı Diriltmek: Ergen Kızların Benliklerini Kurtarmak) ile Daniel Goleman’dan Duygusal Zekâ.
İlkini büyük bir memnuniyetle okudum. Çiğnediğim kuralların hiçbiri Pipher’ın anlattıkları kadar korkutucu veya heyecanlı değildi -uyuşturucu yok, ebeveynlerin içki dolabına gizli ziyaretler yok, somurtkan oje sürmeler yok- ben de bu kötü davranış hikâyelerini hem iç gıcıklayıcı buluyordum, hem de kendimi bu ergen kızlardan üstün hissediyordum. İkinci kitabıysa bir kenara bıraktım, çünkü daha genel kusurlarıma işaret etmek için satın alındığı şüphesi vardı içimde. Sivri dilim ve iğneleyici çekingenliğimle “öfkeli bir ergendim;” yabancı bir ülkede doğmuş, komik isimli bir kızın Amerikan banliyölerindeki okul günlerini atlatmak için ihtiyaç duyduğuna inandığım zırhı kuşanmıştım. Duygusal Zekâ’da ise böyle bahanelere yer yoktu. Kitabın epigrafında Aristoteles, “Herkes öfkelenebilir, zor degildir bu,” diyordu, tıpkı benim ortaokul sağlık öğretmenimin dediği gibi, “Ama doğru kişiye, doğru derecede, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru biçimde öfkelenmek, işte budur zor olan.” Beni kişisel reforma çağıran bir kitap ilgimi çekmiyordu. Reforma ihtiyacı olanın ben değil, başka bir şey olduğunu hissediyordum ama bunun ne olduğunu sorsanız söyleyemezdim.
Bu kış nihayet Duygusal Zekâ’yı (Bantam Books’tan çıkan) yirmi beşinci yıldönümü özel baskısından okudum. Okuyucularına duyguların ne olduğunu ve “kişinin dürtülerini kontrol etmek ve yönlendirmek” için gereken “duygusal okuryazarlığın” nasıl geliştirileceğini öğretmeyi vaat eden kitap, geçtiğimiz çeyrek yüzyılda dünya çapında beş milyondan fazla satmıştı. Üstelik bu rakam sadece, kırk dile çevrilen ilk baskıyı ve onuncu yıldönümü için özel olarak yapılan ciltli ve ciltsiz baskıları kapsıyor. Yani bu rakama sesli kitap, e-kitap ya da Goleman’ın kitaba eşlik eden çalışma kitapları ve başlangıç kitapları serisi veya Harvard Business Review’in Empati, Otantik Liderlik, Dayanıklılık ve Farkındalık gibi başlıklara sahip on dört kitaplık güzel koleksiyonu “Emotional Intelligence Ultimate”ın kutulu seti dahil değil. Kadınlar için Duygusal Zekâ, Kolluk Kuvvetleri, Eğitim, Yönetim ve Liderlik için Duygusal Zekâ, Triatletler ve Yüzücüler için Duygusal Zekâ, (3-11 yaş arası çocuklar için) Duygusal Zekâlı Ninja gibi daha dar demografilere yönelik sayısız yan kitap da dahil değil. Bazıları bizzat Goleman tarafından, diğerleriyse siyasi analistler ve yaşam koçları tarafından yazılmış kitaplar bunlar.
Çeşitli duygusal zekâ değerlendirme anketleri de bu rakamın kapsamında değil, ki Goleman’ın iki yüz doksan beş dolar fiyatlı “360 derece anketi” Duygusal ve Sosyal Yetkinlik Envanteri de bu anketlerden biri. Anketi satın almanız durumunda, danışmanlardan oluşan bir ekip altmış sekiz maddelik bir anketi iş arkadaşlarınıza, yöneticilerinize, mevkidaşlarınıza ve müşterilerinize yolluyor. Ve ankette onlardan, 1’den (“Hiçbir Zaman”) 5’e (“Sürekli”) kadar uzanan bir ölçekte, duygularınızın eylemleriniz üzerindeki etkisini ne sıklıkla tanımlayabildiğinizi, stres altında soğukkanlılığınızı ne sıklıkla kaybettiğinizi ve geleceğe umutla bakma sıklığınızı derecelendirmeleri isteniyor. Gelen cevaplar, sizin kendi değerlendirmenizle birlikte, işyerindeki duygusal performansınızın “sıradışı” mı yoksa sadece “ortalama” mı olduğunu belirliyor, böylece düzeltmeye ihtiyaç duyup duymadığınız da açığa çıkıyor.
Duygusal zekâ genellikle kullanılmayan bir kaynak, (Goleman’ın ham zekânın kendiliğinden geçerli bir ölçüsü olarak ele aldığı) IQ’nun atıl muadili olarak değerlendiriliyor. Goleman’ın değerlendirmesi, IQ testinin aksine, standartlaştırılmış bir eğri üzerinde belirlenen sayısal bir değer değil, kapsamlı bir bireysel “yetkinlik profili” üretiyor. Mavi tonlarındaki çubuk grafikler, kişinin dört temel davranış boyutundaki görece güçlü ve zayıf yönlerini ortaya koyuyor: özfarkındalık, sosyal farkındalık, özyönetim ve ilişki yönetimi. Bu değerlendirmenin sonuçlarının nasıl kullanılacağı açık olmasa da, bir personel danışmanını sorularınızla sıkıştırdığınızda alacağınız cevap bellidir: Her iyi eğitimli danışman, bu sonuçların kendini geliştirme yolunda gerekli ilk adım olduğu konusunda sizi temin edecektir. Eski bir işletme vecizesinde dendiği gibi, “Ölçemiyorsanız, geliştiremezsiniz.”
Goleman tarafından geliştirilmiş “hiyerarşik duygusal zekâ modeli”
Kitabın yirmi beşinci yıldönümü baskısının giriş bölümünde Goleman, “duygusal zekâ” teriminin ilk kez “o zamanlar Yale’de profesör olan Peter Salovey ve lisansüstü öğrencisi John D. Mayer tarafından az bilinen (ve artık yayınlanmayan) bir psikoloji dergisinde” ortaya atıldığını açıklmasında bulunuyor. Oysa Imagination, Cognition and Personality (Hayal Gücü, Biliş ve Kişilik) adlı dergi aslında hâlâ varlığını sürdürüyor. Salovey artık Yale Universitesi’nin başkanı, Mayer ise New Hampshire Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Goleman’ın bu iki yazarın özgün makalesinden ne kadar çok ve ne kadar sadık bir şekilde yararlandığını görmek hayli manidar. Salovey ve Mayer’e göre duygusal zekâ, “kişinin kendisinin ve başkalarının hislerini ve duygularını izleyebilme” ve bir duygu üst dili konuşarak “bunlar arasında ayrım yapabilme” yeteneğidir. İki araştırmacının ilgilendiği alan, insanların duygular hakkında nasıl konuştukları ve aileleri, işyerleri, psikiyatri ve diğer sosyal kurumlar tarafından bu konuda konuşmaya nasıl şartlandırıldıkları ve bu tür kurumların geliştirdiği duygu söylemi içinde bireylerin nasıl yaşam boyu akıcı bir dil kazandıklarıydı.
Sosyolog Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (1956) adlı kitabında “izlenim yönetimi sanatları” için hayati önemdeki bu akıcılığı söyle tanımlıyor: sosyal etkileşim ritüellerinin kurallarına göre bireylerin kendilerini ayarladıkları teknikler. Sosyal karşılaşmaların nasıl düzenlendiğine ilişkin analizinde Goffman, bir bireye “anlayışlı olmanın, benliğe bağlı duygulara sahip olmanın ve bu benliğin yüz aracılığıyla ifade edilmesinin, gururlu, onurlu, haysiyetli, düşünceli, nazik ve belli ölçüde dengeli olmanın öğretildiğini” söylüyor. Salovey ile Mayer duygusal zekâ fikrini, bilişsel ve davranışsal psikolojinin kaynaklarını, Goffman’ın içgörülerini ciddi araştırmacıların ölçülü tonlarıyla geliştirmek için kullanır. Tıpkı ilham aldıkları akademik psikologların da kendi çalışmalarında yaptıkları gibi.
Goleman’ın giriş bölümünde yazdığı gibi, kitabının “kavramı meşhur ettiği” kesinlikle doğru olsa da, aynı zamanda bu kavramı kuralcı bir işletme sanatına dönüştürdüğü de bir gerçek. Goleman daha gözalıcı disiplinlerin -nörobiyolojinin uyarılabilir devreleri, psikanalizin uyum teorileri- kokteyl gevezelikleriyle donatarak ve büyük edebiyattan heyecan verici alıntılar yaparak, duygusal zekâyı bir uzmanlık teriminden, dünyada ne kadar kişisel problem varsa o kadar okuru çekebilecek bir reklam markasına dönüştürdü.
Goleman’ın kullandığı şekliyle kavram her duruma sonsuzca uyarlanabilir. Duygusal zekâ, Goleman’ın Asyalı-Amerikalıların “dikkat çekici” skolastik ve profesyonel başarılarına ilişkin tartışmasında olduğu gibi, kimi zaman “güçlü bir kültürel iş ahlakının nasıl daha yüksek motivasyon, şevk ve sebata -duygusal bir üstünlüğe- dönüştüğünü” gösteren bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kimi zaman da, konsantrasyon becerisi üzerine yaptığı tartışmada olduğu gibi, “akış” olarak, kişi kendini kaptırmış bir şekilde yazarken, piyano çalarken ya da meditasyon yaparken yeterince belirgin olan ama “en çarpıcı örneği belki de, sevişme esnasında kendinden geçme, iki kişinin akışkan ve uyumlu bir şekilde birleşmesi” olan bir akış olarak tanımlanıyor (Bu arada, sevişirken veya başka bir şekilde akışa ulaşamayanlar için “daha hafif bir mikro akış” daha yönetilebilir bir hedef olabilir). Kitabın bir bölümünde duygusal zekâ, kişinin üzüntüsüne gömülmeyi reddetmesi ve bunun yerine “olumlu düşünmenin gücünü” kucaklaması olarak tarif ediliyor. İşyerinde çeşitliliğin ele alındığı bir başka bölümdeyse, duygusal zekânın şirketlerin “farklı kültürlerden (ve pazarlardan) gelen insanları takdir etmelerini, aynı zamanda bu takdiri rekabet avantajına dönüştürmelerini” sağladığı söyleniyor. Kitabın erken çocukluk eğitiminde duygusal zekânın önemini vurgulayan son bölümündeyse, duygusal zekâ “demokratik toplumların” ve “erdemli yaşamın” temeli haline geliyor.
Duygusal Zekâ’nın yıldönümü baskısına yapılan tek önemli katkı, yeni eklenen giriş bolümü. Kitabı bugün okumak, ışıltılı bir zaman kapsülünü ortaya çıkarmaya benziyor. O dönem, Goleman gibi bir gazetecinin “ortalığı kasıp kavuran kötücül bir dürtünün” üstesinden gelmek için özdenetim ve şefkatin gücü hakkında hâlâ sorunsuz bir iyimserlikle konuşabildiği bir dönemdi. Bazılarının “uzun doksanlı yıllar” olarak adlandırdığı dönem, saygınlık ve aile değerleri, tarihin sonu ve liberal demokrasinin zaferi hakkındaki konuşmaların ayyuka çıktığı bir zamandı. Ancak, Goleman’a göre, Soğuk Savaş’ın sonunda Amerika’nın vaatleri “duygusal beceriksizlik, çaresizlik ve pervasızlık” tehdidi altındaydı ve sabah haberlerinde bile bunun kanıtlarını görmek mümkündü. Dokuz yaşındaki bir çocuk, bazı sınıf arkadaşlarının kendisine “bebek” demesi üzerine “kudurmuş,” sıralara ve bilgisayarlara boya sıçratmıştı. “Manhattan rap kulübünün” dışındaki silahlı çatışmaya yol açan şey bir itiş kakış kazasıydı. Televizyonda en sevdikleri programı izlemeye çalışan ebeveynler, kendilerine engel olan çocuklarını öldüresiye dövüyordu. “Bu anlamsızlığı nasıl anlamlandırmalı?” diye soruyordu Goleman. Bu davranışların ortaya çıktığı “irrasyonellik diyarına” nasıl inilebilirdi?
Geriye dönüp bakınca, Goleman’ın irrasyonel ve “kötücül dürtüleri” kınayışı, gözünün önündeki somut toplumsal faktörleri kabul etmeyi reddetmesi gibi görünüyor. Ekonomi Politikaları Enstitüsü’nün yazarları 1996’da yayınladıkları bir raporda, Washington iktisatçıları için alışılmadık bir dille, yetmişli yıllardan bu yana ücretlerdeki erozyonun, yüksek ücretli imalat işlerinin kaybının ve iş güvencesizliğindeki artışın orta sınıf üzerinde yıkıcı bir etki yarattığı sonucuna vararak, “Çoğu işçi için kazanç yok, hep acı var” diyorlardı. Sosyal hizmetlerin azalmasıyla birlikte bu acı daha da artmış ve ilerici politikacılar bile işçi sınıfı, siyahlar, göçmenler ya da kadınların sorunlarına duyarlı olduklarını göstermek yerine, ne kadar iş dünyası dostu olduklarını kanıtlamakla ilgilenmiştir. “Kötücül” tabiri, ilerici mücadelelerden bariz biçimde kaçınan bir dönem için fazla nazik bir kelime gibi görünüyor. Rodney King’in polis tarafından dövülmesini, Anita Hill’i sorgulayan politikacıların inanmazlığını veya Hill’e destek vermek icin tanık olmak isteyen kadınları ifadeye çağırmayı reddeden Kongre’deki boş sandalyeleri kim unutabilir?
Cevap, o zamanlar olduğu gibi şimdi de toplumsal adaletsizlikten bîhaber görünen Goleman’dır. Ona bakılırsa mesele, “postmodern ikilemlerle” dolu “modern bir hayat” yaşamanın bedeli olarak ödediğimiz ahlaki çöküş ve “duygusal keyifsizlik.” Giriş bölümü oldukça iddialı, ancak kitabın geri kalanında duygusal zekâ eksikliğinden kaynaklanan tatminsizliğin daha yavan biçimleri anlatılıyor: işsizlik, boşanma, depresyon, anksiyete, sürüklenen can sıkıntısı. Kimsenin iş gününün değerli saatlerini diklenerek, somurtarak, pasif-agresif e-postalar hazırlayarak veya tuvalet kabininde ağlayarak boşa harcamaması için iş arkadaşlarınızla çatışmalarınızı nasıl yönetebilirsiniz? Kimse el kaldırmadan veya ayrılmakla tehdit etmeden eşinizle nasıl tartışabilirsiniz? Goleman, “Dürtülerinin merhametine kalanlar -özdenetimden yoksun olanlar- ahlaki bir zaaftan mustarip olurlar,” diyor.” Ona göre sorulması gereken asıl soruysa şu: “Duygularımıza zekâyı, sokaklarımıza nezaketi ve toplumsal yaşamımıza şefkati nasıl getirebiliriz?”
İnsan duygusal zekâ kavramının neden bu kadar yaygın kabul gördüğünü yavaş yavaş anlıyor. Duygusal zekâ bir nitelik, hatta bir özellik bile değil, bir kısıtlama rejimidir. Kendinizi ve başkalarını izlemeye yönelik bir dizi uygulama -değerlendirme, geri bildirim, koçluk, meditasyon- tam anlamıyla kendini gerçekleştirme vaadini mutlak sosyal yoksunluğun tehlikeleriyle birleştiren bir yol. Modern dünyanın sorunlarına dair tüm haklı beyanlarına rağmen, açıkça muhafazakâr hedefler söz konusudur burada: insanları eğitimlerine devam etmeye, istikrarlı bir istihdamı güvence altına almaya, işlerine bağlı olmaya, aile kurup bir arada kalmaya ve kendi çocuklarını da aynı üretken faaliyet döngüsünü tekrarlamak üzere yetiştirmeye teşvik etmek.
Başka bir deyişle, duygusal zekâ, neoliberalizmin ahlakçı ideolojisine derinden borçlu bir kişisel gelişim doktrinidir. Eleştirmenleri ve karşı eleştirmenleriyle “neoliberalizm” kelimesi, o kadar gelişigüzel kullanılıyor ki, artık anlamını neredeyse yitirdi. Bu, yüzden bu terimi tartışan ilk teorisyenlerden Michel Foucault’un ortaya koyduğu bir tanıma geri dönmeye değer. Margaret Thatcher’ın İngiltere’de göreve gelmesinden birkaç ay ve Ronald Reagan’ın Başkan seçilmesinden bir yıl önce, 1979 yılında verdiği bir dizi konferansta Foucault, neoliberal ideolojiyi “evlenmek, suç işlemek, çocuk yetiştirmek, şefkat göstermek ve çocuklarla vakit geçirmek gibi eylemleri yerine getiren her toplumsal aktöre ekonomik bir modelin uygulanması” diye tanımlamıştır. Bu eylemlerden herhangi biri, bir maliyet-fayda veya risk-ödül hesabı olarak görülebilir ve doğru hesaplandığı takdirde “kıt kaynakların alternatif amaçlara optimal tahsisi” ile sonuçlanabilir. Bu modelin şekillendirdiği özne, yani homo economicus, kendini mutlak kişisel özgürlük arayışına adamış ve çevresindeki her tür değişikliğe rasyonel bir özçıkarla karşılık verir. Foucault, bu öznenin kendi çıkarı dışındaki her şeye karşı “kör” kaldığını öne sürer.
Bu körlük, psikolojik olan ile politik olan arasındaki bağı gizleyecek şekilde, popüler psikoloji zanaatinin temel ilkesi mertebesine yükseltilir. Bu türün tercih ettiği anlatım yöntemi kıssadır. İnsan davranışının çarpıcı bir örneği, bir gazete haberinden veya araştırma yazısından kırpılır. Toplumsal ve tarihsel ayrıntılardan arındırılmış bu örnek, artık ne derindir ne de karmaşık; bizlere doğru ve yanlış hakkında kolay hazmedilebilir bir ders verir. Bu ders, Goleman’ın tabiriyle “ruhun yeraltı ekonomisi”ndeki üretken ve üretken-olmayan duygu dağılımları hakkındadır.
Yöntem her zaman izler bırakır ve Duygusal Zekâ’yı okurken Goleman’ın örneklerinin hikâyenin sadece yarısını anlattığını hissetmeye başlarsınız. Nihai amacı insanları iş arkadaşlarına kendilerini sevdirmeye veya evliliklerinde daha az bağırıp çağırmaya teşvik etmek olan bu kitap, şaşırtıcı sayıda bölümde anlık güdülerle işlenen cinayetler ve gündelik şiddet hikâyeleri içeriyor. Örneğin, onu korkutmak için dolaptan atlayan kızını vuran babanın neden silahlı olduğu veya evrimsel savaş-veya-kaç içgüdüsüne neden teslim olduğu açıklanamaz bir şeydir. Şartlı tahliyeyle salıverilmiş bir eroin bağımlısı, bir apartmanı soyup iki genç kadını öldürür ve olanları “çıldırmıştım” diye açıklar. Lisenin gözde öğrencisi, fizik öğretmenini boynundan bıçaklayarak Goleman’a yüksek IQ ve iyi notların başarıyı getirmediğine dair çarpıcı bir kanıt sunar.
Goleman’ın kaynaklarını araştıran biri, çok geçmeden neyin dışarıda bırakıldığına dair bir örüntü farkeder. Kızını vuran baba mı? 1994’te West Monroe, Louisiana’da yaşıyordu; eyalet ülkenin en yüksek yoksulluk oranına sahipti, şehrin sakinleri gazetecilere, otoparkta soyulma korkusu olmadan alışveriş merkezine bile gidemediklerini söylüyorlardı. Olay gecesi görevli olan şerif yardımcısı olaydan sonra Associated Press’e verdigi mülakatta olayın “bugünlerde vatandaşların evlerinde bile ne kadar korku içinde olduğunu” ortaya koyduğunu söylüyordu. İki genç kadını öldüren eroin bağımlısı mı? Bu örnek daha eski, 1963 yılına ait ve Goleman’ın belirttiğinden daha tanıdık bir hikâye. Eroin bağımlısı bir beyaz bir yıldan uzun süredir yakalanamazken, polis, George Whitmore, Jr. adlı genç bir siyahı tutuklayıp ondan itiraf almıştı; daha sonra, Yüksek Mahkeme bu davayı polis baskısının ülkedeki “en çarpıcı örneği” olarak nitelendirmişti. Peki ya fizik öğretmenini bıçaklayan çocuk? Güney Florida’da yaşayan Jamaikalı bir göçmendi, iddiaya göre öğretmeniyle birlikte kendini de öldürmeye teşebbüs etmişti. Bir yargıç, “akademik mükemmellik takıntısından” ve Harvard Tıp Fakültesi’ne gidememektense ölmeyi tercih edeceğine dair inancından ötürü çocuğun akli melekelerinden geçici olarak yoksun olduğuna karar verdi. Amerikan elit yüksek eğitimi onun için iyi yaşamın kilidini açacak anahtardı.
Şehirleri ve tarihleri yerli yerine koymaya ve tarihteki boşlukları doldurmaya başladığınızda Goleman’ın saptamaları konudışı kalıyor. Bu başarısızlık, değişim kapasitesinin her zaman kendi içimizde olduğunu varsayan kişisel gelişim türüne içkindir. Goleman okuyucularına, biyokimyasal dalgalanmalarla beyinlerinin “duygusal olarak ele geçirilmesinden” nasıl kurtulacaklarını göstermeyi vaat ediyor. Vücudun kendi “sinirsel bubi tuzağını” harekete geçirme eğiliminden kaçınmayı da. Terörizm ve haneye tecavüzü hatırlatan bu dil, okurları tetikte olmaya, tepkilerini daima gözlemlemeye ve genelgeçer duygusal ifade ritüellerine uygun hale getirmeye teşvik ediyor.
Bu kişisel özgürlük vizyonunun daimi özdenetim yoluyla elde edilebilir olması da ayrı bir paradoks. Duygusal Zekâ’nın hayalindeki dünya, işveren ve çalışan, karı ve koca, arkadaş ve komşu arasındaki bir dizi medeni etkileşimden biraz daha fazlasını içeren bir dünyadır. İnsanları bir arada tutan, Foucault’nun özetlediği gibi, ortak başarılarının temelini oluşturan “içgüdü, duygu ve sempati” ve kendi iç yaşamlarını kontrol edemeyen “bireylerin talihsizliğine duydukları ortak tiksinti”den başka bir şey değildir.
Duygusal zekâ kavramı, küresel ekonominin keskin bir yapısal dönüşüm geçirdiği, imalat sektörünün gerilediği ve dünyanın en büyük pazarlarında hizmet sektörünün genişlediği bir dönemde ortaya çıktı. Bir perakende mağazasına gitmiş ya da bir derslikte oturmuş olan herkes, çalışmanın iletişimsel etkileşimler etrafında örgütlenmiş bir üretim tarzı olduğunu bilir. Bu üretim tarzı, Goffman’ın izlenim yönetimi sanatlarını (satış elemanının arkadaş canlısı sesi, öğretmenin zarif jesti, yöneticinin karizmatik sunumu) üretkenliğin kalbine yerleştirir. Arlie Russell Hochschild, 1983 tarihli The Managed Heart (Yönetilen/İşletilen Kalp) adlı kitabında bu tür işler için “duygusal emek” terimini ortaya attı. “Kreşler, huzurevleri, hastaneler, havaalanları, mağazalar, çağrı merkezleri, sınıflar, sosyal yardım ofisleri, dişçi muayenehaneleri – tüm bu işyerlerinde çalışanlar istese de istemese de, bir şekilde duygusal emek harcar” diyordu Hochschild kitabında. “Seçkin bir giyim butiğinde çalışan zavallı satış görevlisi kıskançlığı yönetir/işletir. Wall Street borsacısı paniği yönetir/işletir.”
Çoğu hizmet işi makinelerle daha verimli kılınamayacağından, duygusal emeğin üretkenliği ancak çalışanların hem başkalarına hem de kendilerine karşı daha ikna edici duygu gösterimleri geliştirmeleri teşvik edilerek artırılabilir. Hochschild’in belirttiği gibi, “bir yanda gerçek ama onaylanmayan bir duygu ile diğer yanda idealize edilmiş bir duygu arasındaki sıkışmışlık” ekonomik bir yükümlülük haline gelir. “Duygusal emek”se, bu sıkışmayı en aza indirmeyi, yüzeysel bir gösteriyi derin bir inanca dönüştürmeyi içeriyor, gerektiriyor.
Hochschild’de hizmet çalışanlarının yaşadığı yabancılaşmanın Marksist feminist bir eleştirisi olarak karşımıza çıkan şey, Goleman’da kişinin ilerlemek ya da belki sadece hayatta kalmak için ne yapması gerektiğine dair ciddi bir tavsiye olarak yeniden ortaya çıkıyor. Goleman, “duygusal emeği” “duygusal zekâya” dönüştürerek, bir çalışan ile işvereni arasındaki somut toplumsal ilişkiyi belirsiz bir bireysel yetenekle ikame ediyor. Hochschild’in kıskanç, esnek olmayan satış görevlisi, Goleman’ın kitabında, bu sefer kendi amaçlarına uyum sağlayarak yeniden ortaya çıkıyor. Asabileşmiş ve depresyona girmiş bir satış görevlisidir bu. Goleman’a bakılırsa, “Satışları düştükçe kendini başarısız hissediyor ve bu da depresyonunu besliyor.” Goleman’ın önerdiği çözümse, önce yüzeysel bir dikkat dağıtıcı, sonra da derin bir merhem olarak daha fazla çalışmak, daha iyi çalışmak, daha hevesli çalışmaktır: Böylece “hem satışların düşme olasılığı azalacak, hem de satış yapma deneyimi onun kendine olan güvenini artıracaktır.” Olumsuz duygularını kontrol etme ve yönlendirme becerisi hem ekonomik hem de ahlaki mükâfatları beraberinde getirecektir ona göre. Hem zaten işini elinde tutmak ve hayatını kazanmak istiyorsa başka ne seçeneği vardır ki?
İşçileri içsel duygularına yabancılaştıran duygusal emek, benliğin görünürde özel olan alanını toplumsal ve kurumsal çıkarların bir uzantısı olarak yeniden şekillendiriyor. Bu hücumlar, herhangi bir duygunun ne kadarının bireyden kaynaklandığı ve yalnızca bireye ait olduğu sorusunu gündeme getiriyor. İnsanların doğal empati ve sıcakkanlılık kapasiteleri piyasanın gayrişahsi yapıları tarafından mı ele geçiriliyor? Yoksa insanlar reklamlar, eğitim programları ve ağırlama senaryoları tarafından kendilerine verilen gülümsemeleri ve çizgileri aynen yeniden mi üretiyor? Kesin olan tek bir şey var: Duygusal emeği gerçek bir duygudan ziyade sahte bir gösteri olarak deneyimledikçe, psikolojik kaygılarımız da artıyor. Hochschild şöyle diyor: “Eğer işiniz duygu gösterisi gerektiriyorsa, değişmesi gereken genellikle duygulardır.” Bireysel çalışan açısından, tekrarladığı senaryoya inanmak için her türlü neden vardır. Senaryodan bağımsızlığını savunarak hiçbir şey kazanmamakla kalmaz, her şeyi de riske atar.
Duygusal zekâ kavramı, belirli türden çalışanları kaygılı ve esnek tutarken, hizmet sektörü dışındaki çalışanların duygusal yaşamlarını ve çalışma koşullarını da tamamen önemsizleştiriyor. Bunu Goleman’ın başarı öykülerindeki sınırlı oyuncu yelpazesinde görmek mümkün; duygusal açıdan zeki olanlar hep yöneticiler, mühendisler, danışmanlar, doktorlar, avukatlar ve öğretmenlerdir. Ona göre önemli olan tek soru kimin üste çıkacağıdır: “Manipülatif, orman savaşçısı patron” mu yoksa “kalple yönetmeyi” benimseyen “kişilerarası beceri virtüözü” mü? Onun ima ettiği okur, “sağlık, faturalar, hatta iyi olmak gibi küçük kaygıları bir kenara bırakabilen;” “iflas etme” ihtimali “sevdiği birinin uçak kazasında ölmesi” kadar düşük olan biridir. Bazı eyaletlerde kişisel iflas başvurusunda bulunma olasılığının her iki yüz kişide bire kadar indiğini, oysa sevdiğiniz birini uçak kazasında kaybetme olasılığının on bir milyonda bir olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Goleman’ın evreninde her ikisi de aynı derecede ihtimal dışıdır.
Aradan geçen zaman Duygusal Zekâ’ya yaramadı, artık eleştiri için fazla kolay bir hedef neredeyse. Ama aynı zamanda eleştiriye de dayanıklı: Ona can veren fikirler her yerde, üstelik cazibelerini inkâr etmek zor. Sonuçta, insanlardan birbirlerini önemsemelerini ve eylemlerinin başkalarını nasıl etkilediğinin farkında olmalarını istemenin ne sakıncası olabilir ki?
Verilebilecek en iyi yanıt belki de, bu kavramı, altında yatanları gösterecek biçimde yeniden hayal etmektir. Duygusal Zekâ’yı ve ondan türeyen kitapları, seküler bir çağ için, çoğunlukla beyaz profesyonellerden oluşan seyirci önünde oynanan ahlak/moralite oyunları olarak hayal edin. Dış dünyadan ışık veya ses almayan bir tiyatroda seyirciler yoksul, kirletilmiş işçilerin ve suçluların sahneye itilmelerini izliyor. Haydi vurun çocuklarınızı, bıçaklayın öğretmenlerinizi. Öfke, Depresyon ve Anksiyete gibi maskeli ahlaksızlıklarla yoldan çıkarılır oyuncular. Empati, Farkındalık ve Mantık gibi peçeli erdemler utandırır onları. Bu oyuncular asla inayete ulaşamayacak. Duygusal zekâ’dan hisseler çıkarmak sizin işiniz degil. Bu ders size göre degil.
Perde indiğinde, seyirciler birbirlerine dönerek çocuklarına böyle bir kaderden kaçınmayı nasıl öğreteceklerini, başkalarının şiddet dürtülerinden rahatsız olmanın kaçınılmaz olduğu bir dünyada nasıl mutlu yaşayacaklarını konuşurlar. En ön sıradan bile, maskelerin ve peçelerin, kınadıkları oyunculardan daha özgür olmadıkları bir gerçekliği gizlediğini göremezler. Maskeyi çekmek, hepsinin paylaştığı bir iktidarsızlığı ortaya çıkarır. Bu sayede, seyirciler ve oyuncular hep beraber ayağa kalkıp doğru insanlara karşı, doğru derecede, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru şekilde öfkelenebilirler; son yirmi beş yıldır kendilerine yakın tarihin en çekici ve sessiz baskıcı fikirlerinden bazılarını satanlara.