Benim Sinemalarım 1990 yılından kalma bir kadın işbirliği filmi ve Yeşilçam sonu/sonrası feminist bir eser olarak göze çarpıyor. Senaryosunu kendi yazdığı, 1973 tarihli aynı isimli kısa öyküsünden uyarlayan Füruzan, filmin yönetmenlik koltuğunu aslen ressam olan Gülsüm Karamustafa ile paylaşıyor. Her iki kadın sanatçının ilk uzun metraj yönetmenliği olsa da sinema ile ilk tanışıklıkları film bu değil: Karamustafa bu filmden önce Atıf Yılmaz’ın birkaç filminde görüntü yönetmenliği yaparak sinemaya adım atmış, Füruzan ise Gecenin Öteki Yüzü isimli kitabı 1986 yılında TRT dizisine çevrildiğinde ilk set deneyimini yaşamış. Yönettikleri ilk (ve maalesef son) uzun metrajlı film olmasına rağmen Benim Sinemalarım bir ilk film amatörlüğünden fersah fersah uzak. Sinematografisi, olayları dramatize etmekten kaçınan yalın anlatım tarzı ve kadın karakterin iç dünyası ve düşüncelerine odaklanması ile o dönemin “kadın filmleri”ne daha yakın bir yerde duruyor ve kanımca daha çok incelenmeyi ve konuşulmayı hak ediyor.
Filmin önemini anlamak için öncelikle çekildiği döneme bakmak lazım. Filmin çekildiği dönem olan 1980’ler Türkiye sineması kimi sinema tarihçilerine göre bir çöküş dönemi, kimileri içinse yeni bir sinema dilinin oluşmaya başladığı bir zamandı. 1980 darbesinden sonra Türkiye sineması, seyirci sayısının gitgide azaldığı ve en çok çekilen türün arabesk şarkıcı filmleri olduğu döneme girmişti. Bu filmler sadece ülkemizde değil, Almanya’daki video kaset piyasasında da Türkiyeli işçiler tarafından oldukça rağbet görüyordu. Öte yandan, Atıf Yılmaz’ın başını çektiği “kadın filmleri” furyası da Türkiye sinemasında yeni bir dönemin başlayacağının işaretiydi. Kırık Bir Aşk Hikâyesi (1981), Mine (1983), Dağınık Yatak (1984), Bir Yudum Sevgi (1984), Adı Vasfiye (1985), Dul Bir Kadın (1985), Aaahh Belinda (1986) bu kadın filmlerinden bazıları. Bu filmlerin büyük bir kısmında oyuncu Müjde Ar’ın başrolde olması tesadüf değil. Çünkü Müjde Ar’ın sadece “cesur sahneler”de oynayan bir kadın oyuncu olarak değil, aynı zamanda toplumdaki ahlak kavramını sorgulayan, özgür ruhlu kadınlara da hayat veren bir oyuncu olarak bilinmesi de bu döneme rastlar.
Yeşilçam’ın klişelerle dolu senaryoları ve tek boyutlu karakterleri 1980’lerin Arabesk filmlerinde devam ederken, onunla paralel olarak gelişen “sanat filmleri” akımında daha üç boyutlu yazılmış ana karakterler, kamera açıları, sinematografi açısından Batı sinemasına daha çok benzeyen bir sinema dili ve toplumun ahlaki kurallarını sorgulayan bir bakış açısı göze çarpar. Bu filmler gişe açısından bazen başarılı, bazen başarısız olsalar da Türkiye sinemasının 1990’larda yeniden doğuşuna ve yeni bir sinema dilinin oluşmasına da öncülük ederler. Yeşilçam, Türkiye toplumu için yapılan, onun beğenilerine göre şekillenen bir sinemadır; ülke sinemasında sadece bir dönemin değil, bir üretim şeklinin de ismidir. Dolayısıyla hem Doğu sinemasının anlatım tarzından etkilenmiş, hem de Türkiye toplumundaki pek çok geleneksel değeri doğrulayan, pekiştiren filmlerle doludur. Aile kavramı, namus ve alın teriyle para kazanma her zaman yüceltilir, kadın ve erkek kavuştuğunda hikâyenin düğümü de çözülür. Erkek kahraman asla ağlamaz, kavgayı kaybetmez; kadın kahramanın evlenmeden cinsel ilişkiye girmesi asla olumlu sonuçlanmaz, evliyken ilişkiye giren, içki içen, “serbest” kadınlar asla tasvip edilmez.
1980’lerin kadın filmleri ise bu klişelerin dışında bir ihtimal sunmuş, cinselliğini özgürce yaşamak isteyen kadınlara, sıkıcı evliliklerin içinde hapsolan karakterlere empatiyle yaklaşmıştır. Benim Sinemalarım işte böyle bir dönemde, 1988’den 1990’a kadar devam eden uzun bir sürede çekilmiş ve 1990 Mayıs’ında gösterime girdikten sonra aynı sene iki SİYAD ödülü alarak Cannes Film Festivalinde Eleştirmenler haftası bölümünde gösterim hakkı kazanmıştır. Klişe bir Yeşilçam hikâyesi olabilecekken iki kadın sinemacının elinde bambaşka bir filme dönüşen bu filmi incelerken, onu yedi sene öncesinde çekilen ve çok benzer bir hikâyeyi bambaşka bir teknikle anlatan Güneşin Tutulduğu Gün (1983) isimli Şerif Gören filmiyle kıyaslamak istiyorum. İki film pek çok açıdan benzeşse de pek çok yönden ayrışır. Aynı on yıl içinde çekilmiş olmalarına rağmen biri Türkiye sinemasının geçmişine (veya bitmekte olan dönemine), diğeri de geleceğine ait gibidir.
Benim Sinemalarım, 1960’ların İstanbul’unda bir kenar mahallede yaşayan ve Beyoğlu’nda bir giyim dükkânında tezgâhtarlık yapan Nesibe’nin evden kaçışının hikâyesidir. Film Nesibe’nin evden kaçışının birkaç gün sonrasında başlar ve flashback’ler ile Nesibe’nin çocukluğuna gider, onu evden kaçmaya iten olayları bize gösterir ve Nesibe’nin evden kaçtığı geceyle sonlanır. Nesibe köyden kente göçmüş fakir bir ailenin kızıdır, babasının işsiz olması ve annesinin arada terzilik yapmak dışında çalışmıyor olması sebebiyle ailenin ekonomik yükünü taşır. Ailesinden gizli ikili bir hayat yaşar ve iş dışında yaşlı adamlarla para karşılığında ilişkiye girerek bu sayede biraz olsun ailesinin ekonomik durumunu düzeltir. Ancak, kendisi Beyoğlu’nda gördüğü renkli hayata ve sinemada izlediği ışıltılı dünyaya oldukça uzak bir hayat sürmenin acısı içindedir. Çocukluğundan beri âşığı olduğu sinemalar onun için gerçek hayattan kaçtığı, monoton düzenini ve fakirliğini unuttuğu mekânlardır.
Nesibe ailesinden farklı olarak kentli olma, modern hayata ayak uydurma arzusundadır ve onların “namus” kavramına baş kaldırır. Ailesinin kurallarına uyduğu sürece asla istediği hayatı yaşayamayacağını bilir. Kendi yaşıtı bir denizciyle Beyoğlu’nda flört ettiği bir günde bir yakını tarafından görülüp ailesine şikâyet edilince önce annesiyle kavga eder, daha sonra babasından dayak yer. Annesiyle kavga ettiği sahnede annesini, onun ne şekilde para kazandığını bildiği halde buna ses çıkarmayıp genç bir erkekle gezince kendisine kızmakla suçlar. Annesinin namus kavramının iki yüzlü yapan şey, aileye “gelir” sağlayan bir ilişki türüne göz yumup, Nesibe’nin hareketleri komşuların bilgisi dahiline girdiğinde, yani evlenmesine engel getirecek bir duruma geldiğinde müdahale etmesidir. (Filmde anne karakteri bu suçlamaya karşı çıkarken acaba yaptığı şeyin gerçekten farkında mıydı değil miydi, seyirci olarak bundan tam olarak emin olamayız.) Nesibe dayak yediği gece evden kaçıp Beyoğlu sokaklarında tek başına dolaşır ve bir sinema salonunda film izlemeye girer. Film bize daha sonrasında neler olduğunu göstermez ve Nesibe’nin hikâyesini muğlak bir yerde bitirir.
Güneşin Tutulduğu Gün’de Sevgi’nin (Müjde Ar) hikâyesini izleriz. Müjde fakir bir semtte yaşayan kalabalık bir ailenin en büyük kızıdır. Annesi, babası, iki kardeşi ve yaşlı babaannesiyle aynı evde yaşar. Film sadece Müjde’ye değil, ailedeki diğer karakterlere ve mahalleliye de odaklanır. Ana karakter Müjde dışında ona âşık olan utangaç ve beceriksiz Zafer’in mahalleli tarafından alaya alınmasını, Müjde’nin manav babasının yanında çalışan erkek kardeşinin işten kaytarıp futbol oynamaya gidince babasından yediği dayakları da görürüz. Filmde Sevgi sürekli erkeklerin bakışlarına ve tacizine maruz kalır. Bir alışveriş merkezinde kadın giyim dükkânında çalışır, bir yandan da doktor diye hitap ettiği yaşlı bir adamla iş yapar. Doktor onu belli zamanlarda arayıp zengin adamlarla otel odalarında birlikte olması için randevular ayarlar. Sevgi’nin bir yandan uzun süredir birlikte olduğu ve evlenmek istediği, ailesinden gizlediği bir sevgilisi vardır. Sevgilisi Ali işsiz bir gazetecidir. Filmde Sevgi hem aile içinde hem özel hayatında maddi gücü olan kişidir. Ne var ki maddi durumu ona özgürlük getirmez, halen aile içindeki geleneksel katı kurallara tabidir. Her açıdan ikili bir hayat sürer: İkinci işini herkesten, özel hayatını da ailesinden gizlemek durumda kalır. Çünkü ailesi kaç yaşında olursa olsun sevgilisi olmasına izin veremez, sevgilisini ailesiyle ancak evlenme niyetiyle tanıştırabileceğini bilir. Ancak, filmdeki sahnelerin birinde görürüz ki, Ali’nin önceliğinde evlenmek yoktur. Gelecek hayalleri arasında önce iş bulup maddi durumunu düzeltmek, sonra da askere gitmek vardır.
Güneşin Tutulduğu Gün’ün yönetmeni Şerif Gören’in sinemasındaki politik mesajların bu filme de sirayet ettiğini görürüz. Filmde çok açık biçimde “para konuşur.” Eve geç gittiğinde annesi önce nereden kaldın diye sinirlenir Sevgi’ye, fakat Sevgi ona fazla mesai yaptığını söyleyip kazandığı ekstra parayı verince annesinin tutumu hemen yumuşar. Filmdeki montajların birinde Sevgi’nin farklı günlerde erkeklerle buluştuktan sonra annesine kazandığı paranın bir kısmını teslim etmesini izleriz. Kamera yüzlere değil bedenlere odaklanır ve tekrar eden sahneler bu “alışveriş”in ne kadar mekanikleştiğini de gösterir. Paranın nereden gelip nereye gittiğinin döngüsüdür anlatılan ve bu döngünün içinde, parayı görünce kızının değeri gözünde artan anne de vardır. Para Sevgi için de önemlidir, çünkü kendini çalıştığı mağazada alışveriş yapan, kürk giyen sosyetik kadınlardan biri olarak hayal eder. O da kapitalist dünyanın ona sunduğu nimetlerden faydalanmak ister. Çünkü onu yaşadığı hayattan kurtaracak olan şey de paradır, çünkü evlenmek için de Ali’nin bir işe ihtiyacı vardır. Parasız oldukları için sevişemezler bile, çünkü ikisinin yalnız kalacağı bir ev yoktur, oteller de ya çok pahalıdır ya da evlilik cüzdanı istemektedir. Parası olmayana özgür bir cinsel hayat bile yoktur bu toplumda.
Burada bir parantez açıp Sevgi’nin filmdeki sevişme sahnelerinin sinematografi açısından estetik olarak daha çarpıcı ve daha sansasyonel çekildiğine de değinmek istiyorum. Benim Sinemalarım’da sevişme sahnelerinde çıplaklık olmasına rağmen izleyicilerin zevk alacağı şekilde çekilen açılar yoktur, müzik kullanımı da minimaldir. Kamera Nesibe’ye ve onun donuk surat ifadesine odaklanır. İçinde bulunduğu soyunma kabinindeki ayrıntıları görürüz: yerdeki ayakkabısı, duvarın üstünkörü sıvası, tepedeki pencere. Ne estetik olarak çekici ne de kışkırtıcı bir sahnedir bu. Buna karşılık, Nesibe’yi çıplak gördüğümüz bir diğer sahne olan banyo sahnesinde, onu köpükler içinde oynarken ve üstüne su dökerken daha neşeli bir ruh halinde görürüz. Elindeki sabunla kendini ovarken ve kovayla üstüne suyu boca ederken rahatlamış görünür, yeniden çocukluğuna dönmüş gibidir. Bu haliyle önceki sahneyle bir kontrast oluşturur. Filmde Nesibe’yi çıplak gördüğümüz bu iki sahne de male gaze (eril bakış) için çekilmiş değildir, çünkü Nesibe’nin vücudunu nesneleştirmez ya da onu cinsel bir objeye indirgemez. Güneşin Tutulduğu Gün’deki çıplaklık ve sevişme sahneleri ise aksine, Yeşilçam erkek izleyicisinin zevkine göre düzenlenmiştir. Sevgi’nin vücudunu nesneleştiren yakın çekimler, fonda kırmızı ışık ve vücutların siyah siluetler olarak göründüğü, adeta reklam çekimine benzer estetize sahneler ya da Sevgi’yi üzerinde şık iç çamaşırlarıyla yatakta yatarken gördüğümüz sahneler dönemin Hollywood filmlerinden esinlenmiş gibi görünür ve tamamen erkek izleyicinin zevkine hitap eder. Zaman zaman izlediğimiz sahneler şiddet dozu da içerir ve sorunlu bir hal alır. Örneğin, filmde Sevgi’nin yatağa zorla atıldığı, tecavüz sınırlarına giren, oldukça rahatsız edici bir sevişme sahnesi de vardır.[i] Bugün (özellikle 1980’ler sonrası) Yeşilçam filmleri arasında baştan sona yüklenmiş halini bulamadığınız filmlerin bile, içindeki erotik sahnelerin kesilip kısa video haline getirilerek “çarpıcı” başlıklarla kısa video olarak Youtube’a yüklendiğini görebiliriz. Bu videoları hazırlayanın o film şirketlerinin resmi YouTube kanalı olması, bu sahnelerin hâlâ aynı kitleye ve amaca hitap ettiğinin kanıtı sayılabilir. Özet olarak, iki film arasındaki bu farklılığın, birinin yönetmen(ler)inin kadın olmasına ve farklı seyirciler için çekilmiş olmasına bağlamak yanlış olmaz. Ancak, her iki filmde de bir toplum eleştirisi vardır: Ana karakterlerin özel hayatında sevişmesine toplum kuralları ve mahalle baskısı izin vermez, ama para için bedenlerini satmalarına izin vardır. Yeterli miktarda para söz konusu olduğunda ne oteller kimlik sorar ne de aileler şikâyet etmeye devam eder.
Güneşin Tutulduğu Gün’de Sevgi’nin hikâyesindeki kopuş noktası Ali’yle son buluşmalarında gerçekleşir. Bu buluşmada Ali bir arkadaşının evini ayarlamıştır, ev boştur ve birlikte gidip sevişirler. Fakat bu son birliktelikleri olacaktır, çünkü Ali’nin iş başvurusu kabul olmuştur ve Bursa’ya taşınması gerekecektir, Ali gittiği yerden ona mektup yazacağını söyler. Sevişme sonrası birlikte yürürken Sevgi’nin dedikoducu halasına rastlarlar, Sevgi başına gelecekleri biliyordur. Ali, Sevgi’nin eve gidince dayak yeme ihtimaline karşılık gönülsüzce “seni istemeye gelirim istersen” der ama ilişkilerinin bir geleceği olmadığının ikisi de farkındadır. Sevgi o gece hem annesinden hem babasından dayak yer. Tıpkı Benim Sinemalarım’daki Nesibe gibi o da gece yarısı evden kaçıp Beyoğlu’na gider, fakat bu filmdeki Beyoğlu ona yaşam alanı tanımaz. Füruzan ve Gülsüm Karamustafa’nın filmindeki Beyoğlu daha eski (muhtemelen 1960’lardan) bir Beyoğlu’dur ve orada Nesibe sokaklarda rahatça yürür, birkaç gün önce vakit geçirdiği restoranlara baka baka gider. Filmde restorana giren iki hayat kadınını da görür. Sanki film bize bu iki kadını gösterirken Nesibe’nin önündeki seçeneklerden birini de işaret eder gibidir. Ne var ki, Nesibe’nin sonuna dair kesin bir şey söylemez, onun o saatte tacize uğramadan tek başına dolaşıp sinemaya, en sevdiği bu mekâna girmesi bile ona ait bir sığınak yerinin olduğunu, sokaklarda korkusuz ve tehlikesiz dolaşabildiğinin kanıtıdır. Buna karşılık, Şerif Gören’in filmindeki 1980’ler Beyoğlu’su bir kadın için fazlasıyla tehlikeli ve acımasızdır. Sevgi her köşede sarhoşlar ve tacizciler tarafından rahatsız edilip en sonunda her gün işe giderken gördüğü sokak çocuklarının yakınında bir duvar dibine sığınır, uyuyakalır. Çok geçmeden çocuklar uyanıp onun yanına gider ve sırayla ona tecavüz ederler. Filmin sonu herhalde Yeşilçam’ın bir kadın karaktere verdiği en acımasız sonlardan biridir: Sevgi’nin cesedini bir çöp yığınının içinde görürüz. Her gün sokakta gördüğü ve acıyıp para verdiği kişiler tarafından tecavüze uğrayıp öldürülmüştür. Şerif Gören “işte evden kaçan kızların sonu” der adeta. Film Yeşilçam izleyicisine, içinde bulunduğu toplumun ikiyüzlülüğünü, özellikle de erkeklerin acımasızlığını gösterirken diğer yandan da kadın karakterin fahişelik yaptığı sahneleri bize bir görsel haz nesnesi olarak sunar. Bu, yönetmenin kendi seçimi miydi yoksa filmin kitlesinin erkekler olduğunu düşünerek özellikle mi o şekilde çekti, bilemeyiz. Ancak, Yeşilçam’da filmlerin yönetmenlerin isteğinden ziyade, halkın beğenilerine ya da en azından halkın en rağbet göstereceği tahmin edilen şekilde çekildiklerini de biliyoruz.
1970’lerin erotik film furyasının 1980 darbesi ile bıçak gibi kesilmesinden sonra 1980’lerin dram filmlerinde özellikle Banu Alkan, Serpil Çakmaklı, Ahu Tuğba ve Hülya Avşar gibi oyuncuların hem bikinili sahneleri hem de sevişme sahneleri, 1970’lerdeki erotik filmler kadar müstehcen olmasalar da, bir yerde o filmlerin yokluğunun yarattığı boşluğu dolduruyorlardı. Bu iki film arasında birinci kategoriye giren filmlerin oyuncusu olan Hülya Avşar’ın Benim Sinemalarım gibi bir kadın filminde olması ise ilginç bir ayrıntıdır. Benim Sinemalarım’ı hem Türkiye sinemasında az bulunan bir kadın yönetmen ve senarist işbirliğinin ürünü olmasının yanı sıra, Avşar’ın filmografisinde arabesk filmlerden daha sanatsal değeri olan “festival filmleri”ne geçiş yaptığı bir dönemi de işaret etmesi açısından da önemli buluyorum.
Aslında iki film de kadın karaktere empati dolu bir yaklaşım sergilese de Benim Sinemalarım bunu çekim ve kamera kullanımı ile de cisimleştirir. Örneğin, Nesibe sinemaya gittiğinde filmleri onun gözünden izleriz, Beyoğlu’nda dolaştığında afişlere onun açısından bakarız. Filmin başlarında Nesibe’nin çocukluğunu gördüğümüzde apartmanın içinde beklemektedir; annesine kızmıştır, eve girmez. Kamera onun yüzüne odaklanarak sıkılgan ruh halini gösterir. Nesibe’nin bakışları apartmanın dış kapısının üzerindeki vitray süslemesine ve oradan içeri giren renkli ışığa takılır, kamera da bir süreliğine bize bu renkleri gösterir. Bir diğer sahnede Nesibe’nin sıcak bir günde yaşlı bir müşterisiyle plajdaki gününü görürüz. Birlikte soyunma kabininden mayolarını giymiş olarak çıkarlar. Yanındaki adam yüzmeye giderken Nesibe sahilde kırmızı mayosuyla kumda oturmayı tercih eder. Kamera bir süre onun konuşmadan etrafına bakmasına, gördüğü kişilere verdiği tepkilere ve ruh halinin yüzüne yansımasına odaklanır. Arkada bir pop şarkısı çalarken Nesibe sahile vuran minik dalgaları izler, eliyle küçük deniz kabuklarını toplar, önünden geçen bir çocuğa gülümser. Film o anda Nesibe’nin neden orada olduğuyla ilgilenmekten çok, gördüklerine odaklanır. İzlediğimiz sahnede Nesibe para karşılığı bir adamla vakit geçirmek için orada olsa da, o gün aynı zamanda sıradan bir yaz günüdür, zaman çok yavaş ilerler. Bize nasıl hissetmemiz gerektiğini dikte eden bir müzik (soundtrack) kullanımı bile yoktur, ortamdaki doğal sesleri ve radyodan gelen şarkıları duyarız. Filmin yapım aşamasındaki kadın işbirliği teması filmin başlarında çocukluğunu gördüğümüz Nesibe’nin en yakın kız arkadaşı ile olan ilişkisine de yansır. Çocukluğundaki güzel günleri hatırlarken birlikte el ele sokaklarda dolaştıkları ve sinema salonlarında film izledikleri zamanları hatırlar. Hayatının en mutlu ve kaygısız dönemlerinde yanında en sevdiği arkadaşı Atike’nin olması tesadüf değildir. Filmde çocukluğuna geri döndüğümüz bir diğer sahne de babasıyla olan anılarıdır. Babasını film boyunca sadece eve sinirli gelip kızını genç bir erkekle gezdiği için dövdüğü sahnede görürüz. Babası “bu dünyanın yüzü sadece orospulara, hırsızlara mı gülüyor” diye sorarken aslında yaşadığı düzene, fakirliğe de isyan etmektedir. Nesibe yatağına çekilip ağlarken çocukluğunda babasıyla birlikte sokaklarda gezmelerini hatırlar. Onun gözünden anılarını izlediğimiz sahnede ikisi de çok mutludur. Çocukluk hem hayatın yükünü henüz sırtlamadığı, kaygısız bir alan hem de henüz kadın olmadığı için baskıcı kurallara tabi olmadığı, ailenin “erk”i ile çatışmadığı bir dönemdir.
Sinemalara olan ilgisi Nesibe’yi Türkiye sinemasında alışılageldik diğer kadın karakterlerden de ayırır. Onu tanımlayan şey ailesi, kocası/sevgilisi ya da mesleği değildir. Sinemaya olan tutkusu ve beyaz ekranda gördükleri onun hayata olan bakış açısını da şekillendirir. Filmdeki anlatım da Nesibe’nin bakış açısını önemser. Kamera onun baktığı yerlere odaklanır, zaman zaman onun düşüncelerini bize flashback yardımıyla gösterir. Filmde sadece onu izlemekle kalmaz, dünyayı onun gözünden de görürüz. Filmin başında annesinin komşularla diyaloglarından daha görmeden hakkında bilgi edindiğimiz Nesibe’ye daha sonrasında film boyunca eşlik eder kamera; onun olmadığı bir sahne bile izlemeyiz. Güneşin Tutulduğu Gün’de ise filmde sadece Sevgi değil, Sevgi’nin mahallesinden ve ailesinden karakterlere de odaklanılır. Onların da sevinçleri ve üzüntülerine ortak oluruz. Filmin ana karakteri Sevgi olsa da tek odak noktası değildir.
Sonuç olarak, Yeşilçam’ın bitişine denk gelen bir dönem filmi olan Benim Sinemalarım, hem kadın karakteriyle kurduğu ilişki, hem klişe bir konuyu son derece farklı bir anlatımla ele alması açısından Türkiye sinemasında yeni bir dönemin habercisidir. Yeşilçam’ın kadın karakterlere dayattığı iyi aile kızı/namuslu kadın ile vamp/kötü kadın ikiliğinin dışına çıkıp, başroldeki kadın karakteri kınamadan ve onu kötü bir sonla mahkûm etmeden anlatabilmiştir. Nesibe’nin sinema aşkı onun gerçek hayatla olan ilişkisine nasıl etki eder, onun gerçekleştiremeyeceği hayaller kurmasına sebep olacak mıdır, bunu bilemeyiz. Film sadece bir genç kızın kuşak çatışması ile şehir hayatının zor ekonomik koşulları arasında sıkışmasını anlatmaz sadece; aynı zamanda sinemaya bir aşk mektubudur. Filmde sinema salonları, bir dönemin sembolü olan sinema fenerleri görüntülerine de bol bol yer verilir. Bir kadın ve onun tutkuyla sevdiği filmler arasındaki bağı da gösterir. Filmin en akılda kalan sahnelerinden birinde Nesibe üst kat komşusu Ayşe’yi ziyarete gittiğinde evin içinde sessizlik ve hasta yatan yaşlı kaynanası vardır. Evin içi ve eşyalar Nesibe’nin ailesininkinden çok farklı değildir, baktıkça içi sıkılır. Ayşe’ye “gel bir gün sinemaya gidelim” der ve ona son izlediği Niagara (1953) filmindeki Marilyn Monroe’yu taklit eder, onun gibi şarkı söyler. Bir anda filmin havası da değişir, Nesibe onu taklit ederken ve heyecanla film anlatırken, neşesi onu izleyen komşusuna da yansır. Sahnenin sonuna doğru kamera yavaşça geriye gider ve fonda neşeli bir müzik çalmaya başlar. Sıkıcı ve ümitsiz hayatlarının içine bir anda güneş doğmuş gibidir. Sinemaya gitmek hem modern şehir hayatına ait bir alışkanlıktır hem de Nesibe ve Ayşe gibi kadınlara başka bir dünyanın kapılarını açar. Film Nesibe’ye mutlu bir sonu garantilemez ama onu bir trajedinin kurbanı olarak değil, kendi dünyasını yaratma gücüne sahip ve kendi seçimlerinin sonucunu göğüsleyebilecek bir birey olarak anlatması ile de kıymetlidir.
Benim Sinemalarım ne yazık ki iki kadın yönetmeninin son filmi oldu. Filmin çekildiği 1990’dan bu yana Türkiye sineması pek çok başarılı kadın yönetmenin varlığı ve bakış açısıyla zenginleşse de sinemamızda kamera arkasındaki kadınlar hâlâ sayıca çok az. Sinemamızdaki kadın perspektiflerinin çoğalması dileğiyle…
[i] Filmi YouTube’daki sansürlü kopyasından izlediğim için sevişme sahnelerinin kesilmiş olduğundan şüpheleniyorum.