Kadınların işi zor – kendimden biliyorum. Çocuk büyütmenin belki de tarihte en fazla çekirdek aileye, dolayısıyla anneye “kilitlendiği” bir dönemde (ve bu devletin desteğini bireylerden ve ailelerden en çok çektiği, “kendi ekonomik gücün kadarsın” dediği bir dönemde) anne olmaya veya olmamaya karar vermek bir yüke dönüşüyor. “Yap bir tane, ileride pişman olursun,” “Sevgisi hiçbir şeye benzemiyor,” “Senin minik versiyonun dolanır artık ortalarda” yorumlarına endişeli surat, gözlerinden kalp fırlayan surat veya düşünceli surat emojileri gibi yanıtlar verirken kafamın içi karman çorman. Yaşım almış başını gidiyor, annelik sadece biyolojik evlada mı olmak zorunda, eşimle ikimizden nasıl bir şey çıkar ortaya acaba? Uykusuzluğa da hiç dayanıklı değilim, nasıl olacak? Sorular, sorularım bitmiyor… Keşke mitoz bölünmeyle üreseydik ya da ne bileyim…
Bu kişisel gündemi ortasından kesen bir kitap geçti geçenlerde elime: Gönüllü Çocuksuzluk: Aileyi Baştan Tanımlayan ve Yeni Bir Bağımsızlık Çağı Yaratan Hareket.[i] Çocuksuzluk tercihinin kadınlık arzularıyla bağını kuran başka bir kitabın (Tercihen Çocuksuz)[ii] yazarıyla daha önce bir röportaj yapmıştık. Öte yandan ebeveyn olma baskısı, bu baskıya direnme sebepleri ve araçları ve annelik ideolojisine dair sorular, sorunlar zaman geçtikçe artıyor, konu çok su kaldırıyor. Çoğunlukla da kendi deneyimlerini akademik sorulara ve araştırmalara dönüştüren araştırmacılar konuyu iyice derinleştirmek ve çocuksuzluk tercihinin altında yatanları anlamak istiyor. Gönüllü Çocuksuzluk’un yazarı Amy Blackstone, Maine Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde ve Margaret Chase Smith Policy Center’da öğretim üyesi ve aynı zamanda çocuksuzluk, gönüllü çocuksuzluk tercihi, işyerinde taciz ve sivil katılım üstüne çalışmalar yürütüyor. Amy, eşi Lance ile beraber 1 Nisan 2013’te we’re not having a baby isimli[iii] bir blog yayınlamaya başlamış. Blogun tanıtım cümlesi şöyle: “Çocuksuz insanlarla ilgili mitleri (yanlış bilinenleri) boşa düşüren çocuksuz bir çift.” O zamandan beri binlerce gönüllü çocuksuz insan blog’a kendi deneyimlerini yazarak katkıda bulunmuş.
Blackstone’un kitapta tartıştığı konular son derece toplumsal ve politik, zira kendisinin de belirttiği gibi,
Doğurganlığımızı kimin kontrol ettiği ve hangi üreme tercihlerinin bize sunulduğu tüm deneyimlerimizi şekillendirir. Nasıl yaşlandığımız ve yaşlandığımızda bize kimin bakacağı, hepimizin karşılaştığı sorulardır. İş ve yaşamı nasıl dengelediğimiz ve bu dengeyi mümkün kılmaktan kimin sorumlu olduğu, hepimizin sormuş olduğu sorulardır. Güvenilir doğum kontrolünün 1960’larda ortaya çıkışından bu yana çocuksuzluk oranları neredeyse iki katına çıkarken kültürel normlarımız, değerlerimiz ve inançlarımız bu gerçeği yakalayamadı. Bugün çocuksuz insanlar bu konuşmaların merkezinde yer alıyor fakat sorular hepimizi ilgilendiriyor. (s.24)
Yazar, çeşitli kurumlardan aldığı hibelerle, gönüllü çocuksuzluk ile toplumsal cinsiyet arasındaki bağlantıya odaklanarak on yıl boyunca bir araştırma sürdürmüş; bu araştırma için elli gönüllü çocuksuz kadın ve yirmi gönüllü çocuksuz erkekle görüşmeler yapmış. Dolayısıyla Gönüllü Çocuksuzluk sadece anneliğe değil, genel olarak ebeveynliğe (yani ebeveynliğin tercih edilmemesine) odaklansa da elbette kitabın bir bölümü annelik dayatmasına ayrılmış, zira hepimiz biliyoruz ki gönüllü veya gönülsüz bir biçimde çocuk sahibi olmayan kadınlar toplumsal baskıya daha fazla maruz kalıyor.
sosyolog Amy Blackstone
Bu doğrultuda, kitabın “Eksik Kadın: Annelik İçgüdüsü Masalı” başlıklıdördüncü bölümü annelik içgüdüsü olarak bilinen şeyin aslında ne olduğunu açığa çıkarıyor: kız çocuklarının önünde sonunda anne olacak şekilde toplumsallaşması. Annelik ideolojisi olarak da bildiğimiz bu dayatma, kadınların anne olmaları ve bakım-veren rolünü her şeyin üstünde tutmaları yönündeki toplumsal beklentiyi ifade ediyor. Annelik ideolojisi, anneliği kadınlığın temel ve doğal bir yönü olarak konumlandırıyor; kadınların değerini ve hayattan aldıkları tatmini çocuk doğurma ve yetiştirme becerisine göre tanımlıyor. Kadınlara çocuk bakımı ve ev işleri sorumluluğunu yükleyen ataerkil normlara ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine kök salmış annelik ideolojisi, bir kadının hayattaki amacının ve değerinin çocuk doğurma ve bakma becerisinde yattığı fikrini hiç durmadan pekiştiriyor ve anneliğin bir kadının hayattaki en önemli başarısı olduğu düşüncesini zihinlerimize sinsice yerleştiriyor. Dolayısıyla gönüllü çocuksuz kadınlar, sırf var olarak bile annelik ideolojisine karşı çıkan bedenler hâline geliyor: “Hayatını gönüllü çocuksuz olarak sürdürmeye devam etmek, kadınların değerinin çocuk doğurma ve yetiştirme becerilerinden ileri geldiğini varsayan doğum yanlısı ideolojiye karşı kendi başına bir direniş eylemidir” (s.118).
Öte yandan benim “Anne olmak ya da olmamak?” adlı kişisel araf dönemim bir iki yıldır devam ediyor. Çocuk yapma fikrinin beni korkutan bir yanı da ebeveynliğin sıklıkla insanı neye dönüştürdüğü oluyor. İnsan, özellikle de belli bir bilinç seviyesine geldiğinde, enerjisini, zamanını, parasını, kısacası kaynaklarını kendisi dışındaki varlıklara (topluma, arkadaşlarına, hayvanlara) adayabileceğini, yani “başkasına hayrı dokunabileceğini” (hayır, bu başkası çocuğunuz değil) görüyor, bundan tatmin oluyor. Ebeveyn olmak ise, gözlemlediğim kadarıyla, bireylerin zaten kısıtlı olan kaynaklarının hemen hepsini çocukları için kullanmasıyla sonuçlanıyor (kitaba göre, gönüllü bir şekilde ebeveyn olan kişiler çoğunlukla ebeveynliğin anlamını tam da bu davranışta kuruyorlar, o ayrı). Bireylerin, toplulukların kendi destek ağlarına (yani çoğunlukla çekirdek ve geniş ailelere) mahkûm bırakıldığı neoliberal düzende bu durum, muhalif kişilerin bile muhafazakârlaşmasına yol açıyor. Elbette istisnalar var ve olacaktır, ama çekirdek ailenin bu kadar yüceltildiği bir dünyada bireyin ebeveyn olduğunda geçirdiği bu dönüşüm kaçınılmaz gibi görünüyor. Hem çocuğa vakit ayırabileceğimiz hem de yüksek toplumsal katılım gösterebileceğimiz bir sistem henüz oluşturulmadı, hele bu ülkede hiç. Gönüllü çocuksuz insanlar, sıklıkla bencillik ve hatta tembellikle (beni doğurmaya ikna etmeye çalışan apartman görevlimizin eşi pes ederken “eeeh tembel!” demişti) suçlansa da Blackstone’un araştırmasında bu insanların – tam da benim zihnimden geçtiği şekilde – başkalarını gözetme isteği ve eğiliminin yüksek çıkması, kitabın ortaya koyduğu, etkileyici bir ironi.
Ebeveyn olmakla ilgili kilit konulardan biri annelik ve annelik ideolojisi ise bir diğeri de aile ve aile kurmak. Gönüllü Çocuksuzluk, değişen aile tanımlarını ele aldığı bölümde gönüllü çocuksuzların evcil hayvanlarla olan ilişkilerine, ev içindeki toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümüne, kan bağının ötesindeki aile seçimlerine de değiniyor. Sonraki bölümde ise gönüllü çocuksuz insanların çocuklarla geliştirdiği çeşitli ilişkilere ve çocuklara bakış açılarının gerçekçi bir anlatısını sunuyor. Bu bölüm de çocuk yapmamayı tercih etmiş insanların çocuklardan nefret ettiği, çocuk sevmediği gibi klişeleri boşa düşürüyor. Ebeveyn veya değil, çoğumuzun sezgisel şekilde bildiği gibi, yetişkinler olarak çoğunlukla yetişkinlerle sosyalleşmek isteriz. Yazarın gönüllü çocuksuz insanlarla yaptığı araştırma, bu kişilerin çoğunun çocuk sevmediğini değil, çocuklarla etkileşim kurmak gibi bir dertlerinin olmadığı ve yetişkinlerle bir arada olmayı tercih ettiğini gösteriyor. Çocuksuzluk tercihinin sebepleri arasında daha ziyade “çocuk bakımı sorumluluğundan muafiyet, kişisel tatmin ve plansız hareket kabiliyeti için daha fazla fırsat, daha tatmin edici evlilik ilişkisi, kariyer kaygısı ve parasal avantajlar, bir de nüfus artışıyla ilgili endişeler” (s. 192) ön plana çıkıyor, “çocuklardan nefret etmek” değil. Bu bağlamda gözüme çarpan bir diğer tartışma da “aile dostu mekânlar” ve “çocuksuz mekânlar” arasındaki ayrım. “Aile dostu” mekân ve etkinliklerin aslında “çocuk dostu” olduğunu söyleyen[iv]yazar, aile dostu tabirinin devamlı bu sınırlı bağlam içinde kullanılmasıyla çocuksuz ailelerin gerçek aileler olmadığı fikrinin somutlaştığını söylüyor:
Çocuk dostu ve yetişkinlere özel arasındaki çizgiyi nerede ve nasıl çizeceğimiz konusunda daima hemfikir olmayacağız, ancak, ebeveyn olsun ya da olmasın tüm yetişkinlerin akranlarıyla baş başa vakit geçirmeye ihtiyaç duyduğunu ve buna önem verdiğini kabul etmeliyiz. Arkadaşlıkları ve başka ilişkileri yalnızca yetişkinlerin ihtiyaç ve ilgi alanlarına yoğunlaşmış biçimlerde ve mekânlarda beslemek, çocuklara çocuk dostu alanlar sunmak kadar önemlidir. (s. 264)
Blackstone kitabın “Yaşlılar İçin Tasarlanmamış Bir Dünyada Mutluluk ve Yaşlanma” adlı bölümünde ise, ebeveyn olmayan insanların yaşlandığında yaşayacaklarını bir korku filmi gibi sunan toplumsal klişelerin üstünden geçiyor. Çocuk sahibi olmayanlara sık sık “Yaşlandığında sana kim bakacak?” diye sorulduğunu (gönüllü çocuksuzlar bencildi, öyle mi?) söyleyen yazar, yaşlılıkta bakım için arkadaş ağlarına güvenmenin LGBTİ+ bireyler ve topluluklar için uzun süredir geçerli olduğunu, “seçilmiş ailelerin” varlığının sadece yaşlılıkta bakım için değil, psikolojik iyiliğimizin de ön şartı olduğunu vurguluyor.
Sonuç olarak, Gönüllü Çocuksuzluk’u ebeveyn olan veya olmayan, olmayı düşünen veya düşünmeyen herkesin okuması gerektiği kanaatindeyim. Hem iki tarafın birbirini iyi anlayabilmesi hem de ebeveynliğin, aslında konuyu çevreleyen ideolojik, politik ve toplumsal şartların değişmesi halinde önemini yitirecek ve sadece “sandviç mi yesem makarna mı” kadar (biraz abartmış olabilirim) ağırlık taşıyacak bir seçim olabilmesi için…
[i] Amy Blackstone, Gönüllü Çocuksuzluk: Aileyi Baştan Tanımlayan ve Yeni Bir Bağımsızlık Çağı Yaratan Hareket, çev. Hilal Dikmen, İstanbul: İletişim, 2023.
[ii] Pınar Eke, Tercihen Çocuksuz: Kadınlık Arzuları Değişirken, İstanbul: NotaBene, 2022.
[iii] Blog’un “Bebeğimiz Olmuyor/Bebek Yapmıyoruz” anlamındaki ismi İngilizcede çocuk sahibi olmayı müjdeleyen “We’re having a baby!” (Bebeğimiz oluyor!) cümlesine nazire.
[iv] Şerh düşmek istediğim bir nokta: Aile dostu (family-friendly) mekân ve uygulamaların yaygınlığı ve çocuksuz mekân veya organizasyonların da olabileceği tartışmasının bağlamı, yazarın yaşadığı ABD’de daha farklı olabilir. Yazar, Türkiye’de mevzuyu çocuk düşmanlığına kadar vardıran “yetti artık yan masadaki ağlayan çocuk” gibi serzenişlerden ziyade, “pratiklerimiz ve politikalarımız tüm ailelerde çocuk olmadığını ya da olması gerekmediğini hesaba katmalıdır” diyerek azınlıkta kalan ve marjinalleştirilen varoluş biçimlerinin tanınması gerektiğini söylüyor.