Sheila Heti, Annelik romanında yaşamın temeliyle ilgili sorularına yazı tura atarak yanıt bulmaya çalışır. Yazar, kitabın ilk sayfalarında okuruna bir yazı masasından seslenir. Yazarın, hayatının en önemli kararlarını vermesi için bir yazı masası ve üç madeni parası vardır. Yazı tura atarak bu kitabı yazmasının iyi mi kötü mü bir fikir olduğunu sorar, bu sene mutlu olup olamayacağını, gelecek planlarını, sanatsal hedeflerini, sevdiği insanlarla ilişkilerini ve buna benzer hayati, duygusal ve cevabının netlik içermesi oldukça güç çokça soruları sıralar. Hayatın ona getirdiği yükleri yazı turaya yükler. Aslında iyi de yapar. Bazı durumlarda karar vermenin yükünün, kararın olumlu ya da olumsuz sonucundan ayrı bir yük olduğunu düşünürüm. Bu kitabı okuduktan sonra koşulların belirsiz olduğu anlarda tek kesinliğin yazı tura olduğuna da ikna oldum. Buna beni ikna eden belki biraz da yıllar önce başıma gelmiş bir olaydı.
Bir arkadaşımın iş yerine gitmiştim. Müdürlük pozisyonunda bir mevkii vardı. Kapısı durmadan çalınıyor, sürekli imza için önüne bir dosya yığını geliyor, o da kendinden emin bir tavırla ve müthiş bir kesinlikle, gelen sorulara evet ya da hayır diyordu. İmzalar atıyor hatta kimi zaman imzayı atarken çayından bir yudum alıyor ve benimle sohbet etmeye devam ediyordu. Dışarıya açılan camı olmayan, mavi-gri bir ofis odasında oturmuş, burnuma gelen çay, kâğıt ve parfüm kokuları içinde, bir insanın arka arkaya bu kadar çok kararı nasıl verebildiğini düşünüyordum. Arkadaşım, imzaladığı bir kâğıdın ardından dosyayı taşıyan adamın dışarı çıkmasını bekledi, kapıya baktı, kapının kapanışını gördü ve ardından bana dönerek, “bana bu parayı karar vermem için ödüyorlar” dedi, “kararlarımın doğru olması için değil.” Neye evet, neye hayır dediğiyle ilgili bir fikri yoktu ama o işyerinin evet ya da hayırın kesinliğine duyduğu açlığı iyi biliyordu. Şaşırmış ve bir o kadar da hayran olmuştum. Ayrıca o an bir kez daha anlamıştım ki, iş hayatı aslında benim kumaşıma uygun değildi.
Renata Salecl’ın Seçme İkilemi kitabını, altı yedi yıl önce Türkçe çevirisinden okuduğumda bazı taşların kafamda yerine oturduğunu hatırlıyorum. Bu kitap kişinin seçim anlarında kendisini kişisel gelişim kitaplarına nasıl teslim ettiğini anlatarak açılır. Günümüzde insanın bir projeye dönüştüğünü ve hayatının tüm yükünü omuzlarken, tek sorumlunun kendisi olduğu yanılsamasıyla yaşadığını söyler. Yanlış karar verirse hata kendisindedir; seçimler dünyası değil ama kendi seçimi yanlıştır. Üstelik projeye dönüşen kişi, kararları verirken ve bu kararlarından sürekli mutlu olmaya çalışırken bunu döke saça yapmamalı, yerlere kırıntı bile dökmemelidir. Yanlış verilen her karar mutsuzluk getirebilir. Kararlara olağanüstü bir anlam yüklenir çünkü kişiyi projeleştiren şey tam da bu kararların kendisidir. Gün geçtikte seçimler karmaşıklaşır. Kişi kendisi için en yüksek faydayı hedeflediği seçimlerinin altında ezilir ve kaygılanmaya başlar.
Mia Hanson-Løve’ın Güzel Bir Sabah (2022) filminden
Mia Hanson-Løve’ın son filmi Güzel Bir Sabah, saçları Jean Sebergvari kesilmiş karakterimiz Sandra’yla bir sabah karşılaşmamız ile başlar. Sandra, babasının evine doğru gider. Kapısında durur, zili çalar ama babası kapıyı nasıl açacağını bilemez. Hastalığı ilerlemiştir ve akli melekeleri tam olarak yerinde değildir, gözleri de görmemeye başlamıştır. Pırıl pırıl, güneşli bir Paris sabahı hayatın bir gerçeğiyle karşılaşırız. Yaşlılık aynı Sandra’nın büyükannesinin daha ileriki sahnelerde söyleyeceği üzere bir hapis gibidir. Sandra burada emekli felsefe profesörü olan babasına kapıyı açabilmesi için anahtarın yerini tarif eder. Oysa kendi hayatında o da biraz kaybolmuş durumdadır. Anahtarın yerini bir sefer bilse, bir sefer bilemez. Babası için bilse, kendi için bilemez. Babası her güne daha hasta uyanmakta, eski bildiği, tanıdığı babası günbegün kaybolmaktadır. Kitaplarının arasındadır ama onları göremez, okuyamaz. Sandra babasının evinden çıkıp kızını okuldan almaya gider, bir bakımdan diğer bakıma. Kızını oyun parkına götürdüğünde karşılaştığı eski eşinin arkadaşı Clement’i tanıyınca, Sandra’nın eşini kaybettiğini anlarız. Sandra kocasını kaybetmiş ve sonrasında hayatında duygusal ve fiziksel bir ilişkiye yer olmamıştır.
Sandra’yı bir törende görürüz. 2. Dünya Savaşı gazilerinin katıldığı bu törende Sandra yaşam ile ölüm, gençlik ve yaşlılık arasındaki ince çizgide durur. O, tam aradaki kişidir. İki dünya arasındaki köprüyü kurandır.
Hafta sonu geldiğinde bu sefer kızıyla beraber önce babasına, sonra büyükannesine gider. Bu ziyaretleri istemeyen kızına, dede ve büyükanneye giderek onları ne kadar mutlu edebileceğini söyler. Bu biraz Sandra’nın hayatıdır: başkalarını mutlu etmek. Oysa babasının artık kızına karşı böyle bir yükümlülüğü kalmamıştır. Sandra’yı unutma tehlikesine karşı sevgilisinin anısına sıkı sıkıya tutunur, torununun ona yaptığı resimle ilgilenmez. Tüm ilişkiler ve duygular değişir, dönüşür. Hayatın bir noktasında kaldığınız ve hep o anki ilişkilerinizi sürdürmek istediğiniz bir hayat olanaksızdır.
Güzel Bir Sabah filminden
Babasının evi boşaltılırken Sandra onun kitaplarını alır. Kitaplar aslında babasından daha çok baba gibidir kadın açısından. Evin her duvarındaki kitaplık, bütün ailenin hayatını her daim çevrelemiştir. Onlar dış dünya ile Sandra’nın çocukluk evi arasında bir köprü kurmuştur. Sandra bu sığınağından vazgeçmek istemez. Oysa her şeye tutunmak, her şeyi saklamak mümkün değildir. Ev boşalırken bir tablo odaya gelir. Bu tabloyu isteyip istemedikleri sorulduğunda, aileden kimse onu istemez. Bazı tablolar saklanır, bazıları atılır, bazı anlar hatırlanır, bazıları unutulur. Sandra, babasının tuttuğu günlüğü bulduğunda bunu daha iyi anlayacaktır. Şimdi bir bakımevinin yatağında karşısındaki kızını tanımayan bu baba, bugünlerin gelebileceğinden endişelenmiş, görme yetisini yavaş yavaş kaybetmesinden duyduğu korkuyu cümlelere dökmüştür.
Film bir bahar ayında geçer. Oysa filmin renkleri parlak olmaktan çok uzaktır. Yaşanan tüm duyguların yoğunluğuna, filmin konusunun melodramatik öğelerine inat filmde kullanılan renkler bize bir şey söyler. Bu duyguların, iniş çıkışların, aşk ve kayıpların aslında melodramatik bir yanı yoktur. Bunlar hayatın içinde, Sandra’nın yüzünü yıkayıp aynaya baktığı anlar gibi anlardır, onlardan farkı yoktur.
Güzel Bir Sabah filminden
Sandra ile Clement tutkulu bir aşk yaşamaya başlar. Ancak Clement evlidir ve bir oğlu vardır. Karısından ayrılmak istese de oğluna bu ayrılığın acısını yaşatmak istemez. Demek ki tam da Salecl’in kitabında dediği seçimler hep vardır ama doğru seçime ulaşmak diye bir şey yoktur. En doğruyu seçmek nasıl mümkün olabilir? Kime ve neye göre en doğru seçilebilir? En doğru nedir?
Sandra, Clement ile buluşmak için bir kafeye girer, kamera onu arkasından takip eder. O an filmin tüm dingin işleyişine ve yumuşacık müziklerine rağmen bir tedirginlik hissederiz. Sandra’yı hemen arkasından takip ederken bu işin yürümeyeceğini konuşup ayrılmaya karar veren Clement ile Sandra’nın neden yeniden buluştuğunu anlamaya çalışırız. İkili buluştuğunda ateşli bir öpüşme sahnesi bize yine bu doğru fikrini sorgulatır. Kime ve neye göre, neyin doğru olduğuna, insan kendi hayatının evreleri içinde bile hep farklı yanıtlar verebilir. Mükemmel hayatı seçmek yoktur, mükemmel seçim yoktur. Bazı seçimlerle bile isteye pişmanlık, acı, hüzün kaçınılmazdır. Ama bu duygular yanlarında karşıtlarıyla beraber gelir.
Clement ile Sandra’nın buluştuğu bir sonraki sahnede kamera dışarıdadır. Çift ile aramızda kafenin camı ve başka çiftler varken diegetik/ anlatılan olmayan müzik bizi bu anın duygusuna yaklaştırır. Çifti yakın çekim gördüğümüzde Sandra “neye tutunacağımı bilmiyorum” diyordur. Hayatındaki erkekler duygusal olarak müsait ve mevcut değildir. Babası artık tanıdığı ve bildiği babası değildir, sevgilisi evlidir. Sandra neye tutunabilir?
Büyük annesinin evinde, yaşlı kadının “her şeyin onarıma ihtiyacı var” cümlesini duyduğumda işte bu diye düşündüm. Filmin bir cümlesi olsa bu cümle olurdu.
Hayatta her şeyin onarıma ihtiyacı olduğu doğru değil mi? İlişkilerden kişilere, kalpten akla hemen her şeyin onarıma ihtiyacı vardır. Filmdeki gibi felsefe profesörü olan babasının ölümüyle kendi kayıp duygusunu onarmaya çalışan Mia Hanson-Løve, anlarla örülü bir hayatın farkına varmamızı isterken aslında bize biraz da bunu söyler: Hayat mükemmel olamaz, her şeyin onarıma ihtiyacı vardır. Güzel bir bahar günü, turistik olmayan bir Paris’te dondurmayı paylaşan Sandra ve kızı, hışırdayan yaprakların altında koşar. Gündelik hayatın miniminnacık detaylarının ardından Sandra’nın annesiyle tanışırız. Yine yönetmen Løve’ın otobiyografik izlerini takip ederiz. Sandra’nın anne ve babası ayrıdır. Annesi belki de babasıyla ilişkisinin yıllar önce bitmiş olmasından güç alarak, eski kocasının hastalığını, onun evinin ve kitaplarının satılması, kendisinin ise bir bakımevine yatırılması gerektiğini anlatırken yaşananları duygusal boyutundan kolayca ayırabiliyordur. Kamera bir Sandra’yı bir annesini gösterir, ikiliyi aynı kareye aldığında ise annesi artık arkasını dönmüştür. Oysa hemen sonra, Sandra’nın Clement ile buluştuğunu görür ve çerçeve içinde çerçeveyle ikilinin romantik bir ilişkiye adım adım yaklaştığını hemen anlarız. Sandra bir kâbus görür, uyanır, yüzünü yıkar, aynaya bakar. Bu filmi oluşturan detaylar aynı hayatın akışındaki gibi sanki üzerinde konuşulmadan geçilecek anlardır. Öyle ya, kimse Güzel Bir Sabah için nasıl bir filmdi sorusuna, Sandra yüzünü yıkadı ve ardından aynaya baktı cevabını almak istemez. Ama filmde hayat gibi gündelik hayatta ayrıntılarla örülüdür.
Sandra’nın filmde mütercim tercümanlık yapıyor olması, yani çokdilliliği bana karakterin birden çok yüzünü anlamamıza olanak sağlıyor gibi geliyor. İnsan bir hayat içinde nasıl çok kişiyse, Sandra’nın çokdilliliği de aslında bu çokluğa vurgu yapar. Her dilde başka biri olduğu kadar bir dilden diğerine geçişte de bir köprüdür. İnsanların birbirilerini anlaması için, iletişim kurabilmesi için Sandra’ya ihtiyaç vardır.
Yönetmenin aşk, kayıp gibi temaları sevdiğini, filmlerinin öz-kurmaca öğeler barındırdığını biliyoruz. İlişkilerdeki dinamikleri, hayattaki küçük rollerimizi, içimize atıp ardından patlayarak dışarı çıkardıklarımızı, yanlış olduğunu bile bile yaptıklarımızı, üzüntü ve mutluluk arasında gidip gelişlerimizi su gibi anlatan bir yönetmen Løve. Onu en çok da seçimler konusundaki tasarrufu sebebiyle seviyorum. Hisleri tanımlamadan, kontrol etmeye çalışmadan, seçimler yapmadan, kendiliğinden, geldiği gibi yaşayan karakterleri; aşkın ve tutkunun gizemli tarafına sahip çıkan, ancak, bu yükün getirdiği bedelle de boğuşabilen insanları için. Her acıdan kaçmaya çalışarak anlık hazzın peşinde koşan, bedel ödememek uğruna hayatın tesadüfen gelişen anlarını kaçıran insanlara inat, yönetmen bize asıl bu anların yaşamaya değer olduğunu hatırlatır.
Yazının başında Sheila Heti’nin Annelik kitabından örnek vermiştim. Ancak, belki de Løve’ın bu filmi, Heti’nin bir önceki kitabının başlığına yanıt olabilirdi. Başlık şöyleydi: İnsan Nasıl Olmalı? İnsan hayatın irrasyonel olduğunu bilir ve çoğunlukla kayıp ve acıdan oluşan coşkun tarafını kabullenirse, hisseder ve arzularının peşinden giderek bazen mutlu bazen pişman olursa… Utanır, kıskanır, kahkaha atar, ağlalarsa, kayıplarının yaşattığı hayal kırıklığı ile bir baş edip bir edemezse ve sonunda ne olursa olsun sonunda her şeyi onarıma ihtiyacı olduğunu fark ederse insan olur mu mesela? Buna cevabı varoluşçu felsefenin öncülerinden Søren Kierkegaard’ın yıllar önce verdiğini düşünürüm. Ya / Ya da diyerek.
Løve filmlerinde tam da bunu yapıyor. Bizi hayatın küçük anları ve büyük duyguları, bazen de büyük anları ve küçük duygularıyla karşılaştırıyor ve ya/ya da diyor.
Kaynaklar
Sheila Heti, Annelik, çev. Aslı Mertan, İstanbul: Nebula, 2019.
Sheila Heti, How Should a Person Be?, Vintage, 2014
Renata Salecl, Seçme İkilemi, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis, 2014.
Ana görsel: Mia Hanson-Løve’ın Güzel Bir Sabah (2022) filminden