Devletin nasıl ki nefret suçunu cezasız bırakmamak gibi bir pozitif yükümlülüğü varsa, nefret söyleminin kamusallaşmasını engellemek gibi bir negatif yükümlülüğü de var.

MEYDAN

Hukukun Fazlalık Payı Nereye Sığar?

Soru, aslında bana ait değil. Bir Mısırlı imam, bir keşiş ve bir rahip katıldıkları konferansta, hukukun semiyotiğini konuşuyorlardı. Keşiş, bir anda konuşmasının dışına taşmaya karar verdi. Bilirsiniz, dışa taşan konuşmalar daima içe açılır. Bir an duraksadı, tüm bu tartışmalardan, yargı kararlarından, hukukun korumasından bahsederken bir şeyi atladığımızdan bahsetti: Hukukun fazlalık payından! Bu pay, o günden beri kafamı kurcalıyor. Sanırım ima ettiği şey, hukuka yüklediğimiz anlamın sınırlarıydı. Halbuki mücadele, hukukun sahası değil de sınavıdır daha çok, öyle değil mi? Yani hukuk, bize hiçbir zaman mücadele yollarını açık seçik göstermez, daha çok biz onla mücadele ederken, yoldan geçerken, dünyayı kurarken, içi dışa, dışı içe açarken hukuku test ederiz. Bir tür sınavdan geçiririz onu. Ona bel bağlamak bu yüzden pek de mümkün değildir. Yüksek siyasetin hayatımıza soktuğu Hüda Par tartışmalarını takip ettiniz mi? Tüm bu olan bitenin, açıkça konuşulan yasaklama ihtimallerinin, evlilik dışı cinsel ilişkiyi hukuk dışına çıkarmaya ve cezalandırmaya çalışan aklın, LGBTİ+’ları dünyanın dışına itmeye çalışan o büyük nefretin hakkından nasıl geleceğiz diye düşünüyoruz. Mücadelemiz kırık dökük tabii çünkü hukuki olanakların kısıtlılığını biliyoruz, çünkü içinde olduğumuz hukuk egemenin hukuku. İşte tam o anda, hukukun fazlalık payından bahsediyoruzdur belki de. Çünkü bir yandan da biliyoruz kadın hareketi de LGBTİ+ mücadelesi de bugünkü büyüsüne hukukun desteğiyle ulaşmadı. Tam tersi, hukukla da didişerek ulaştı. Hukukun dışlamaya çalıştığını içererek ona şekil verdi.

 

Hem evin yükünü taşıyan hem de evi dışarıya açan balkonları bilirsiniz değil mi? Balkona çıktığınızda artık başka bir yerdesinizdir, dışarda. Ama aynı anda evde. Hukukun fazlalık payı, biraz da böyle bir şey. Evin sınırlarını dışarıya doğru taşırmaya yönelik bir ihtimal. Balkonları, hukukun fazlalık payını yerleştirebileceğimiz ve tartışmayı oradan ilerleteceğimiz bir metafor olarak düşünebiliriz belki de. Buna ihtiyacımız da var çünkü hukukun, bizi labirent gibi kendisine hapsettiği bir siyasi iklimin çocuklarıyız. Hatırlar mısınız, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 24 Nisan 2020’deki Cuma Hutbesinde şöyle söylemişti:

 

“Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikâhsız hayatın İslamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.”

 

Bu nefret söylemiydi çünkü dünyayı kendi algısından, kurgusundan ibaret bir yer sanıyor, uhdesindeki siyasi gücü başka bir şeye tahvil etmeye çalışıyordu. Bu tahvil sonuç verdi. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olan barolar, Erbaş’ın bu hutbesine karşı çıktı. Çünkü içinde yaşadığımız ülkede, yönümüzün haramla değil, ilkelerle belirlenmesini istiyorduk. Ankara Barosu, Erbaş hakkında nefret suçu işlediğinden bahisle suç duyurusunda bulundu. Peki ne oldu?  Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Barosu’nun yaptığı suç duyurusu için soruşturmaya yer olmadığına karar verirken, Ankara Barosu hakkında dava açtı. Dava, “kamu görevlisine dini inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklaması nedeniyle görevinden dolayı hakaret” suçlamasıyla 1 yıldan 2 yıla kadar hapis cezası istemiyle açıldı.

 

Ama siyaset hukuku sadece hukuk sınırları içinde kalarak sınamıyordu tabii. Hatırlayın, balkonlara bu yüzden ihtiyacımız vardı! Siyasal iktidarın bir süredir yaratmaya çalıştığı çoklu baro sistemi için bulunmaz bir nimet yakalanmıştı tabii, çünkü bazı barolar LGBTİ+ haklarını savunuyor, nefrete karşı sesini yükseltiyorlardı. O halde barolar, bölünmeydi! Ölü doğan bir düzenlemeyle, baroların açıklamaları da bahane edilerek çoklu baro düzenlemesi yasalaştı. Bu sayede hangi avukatın, hangi siyasi görüşten baroya mensup olduğu bilinir olacaktı, bunun yargının siyasete tamamıyla güdümlü olduğu bir memlekette ne gibi yargısal sonuçları olacağı ise açıktı.

 

Nefret söyleminin, toplumun sosyolojisi gibi bulunduğu kabın şeklini rahatlıkla alacak bir açıklamayla meşrulaştırıldığı bu iklimde, bahaneler hukuku şekillendirmişti bile. Ankara Barosu’na açılan dava, beraatle sonuçlandı çünkü toplumun çoğunluğunun görüşleri, nefret söyleminin gerekçesi olamazdı. Devletin nasıl ki nefret suçunu cezasız bırakmamak gibi bir pozitif yükümlülüğü varsa, nefret söyleminin kamusallaşmasını engellemek gibi bir negatif yükümlülüğü de vardı. Ali Erbaş’ın hutbesinin bağlamı, en az hutbenin içeriği kadar insan hakları tehlikesi içeriyordu çünkü dini tören sırasında kamuya açık bir mekânda kendisini dinleyenlerin manevi/ dini duygularına hitap ederek konuşuyordu. Nedense Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesindeki halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme suçu, söz konusu kadınlar ve LGBTİ+’lar olduğunda ölü doğuyordu. Çünkü o madde ancak Gülşen için işletilebilirdi, tabii ki…

 

Günün sonunda Ankara Barosu, hakkında açılan kamu görevlisine hakaret davasında beraat etti peki çoklu barolara ne oldu? Bölünmüş ve seçim sistemi değiştirilmiş baro sistemi hala duruyor. Çünkü biz hukukun balkonlarına çıktıkça, onlar hukukun kapılarını kapatıyor. Bir bahaneyi, sistem inşası ve yapılandırması için rahatlıkla kullanıyor ama bahane artık akamete uğradığında sonuç yine de değişmiyor.  Bu balkonun başka cisimleştiği yerler pekâlâ yok mu? Türkiye siyasetine birer özne olarak maruz kalan bizler için balkon, bir tahakküm mekanını da imliyor. Bülent Batuman’ın iktidarın mekânsal performansını balkonlar üzerinden değerlendiği o makalesini okudunuz mu? Balkonların her zaman bir imkan değil, bazen bir tehlike olarak da nasıl kurgulanabildiğini gösteren bir yapıyı faş ediyordu. Balkonun, hukukun nefes alanları değil de, çokluğun tahakkümünün cisimleştiği yerlerdi buralar. Batuman, iktidarın bu seyrini değişiyordu. AKP’nin 2002’de kazandığı ilk seçimin akşamındaki Erdoğan’ın ilk balkon konuşmasının derme çatmalığından bahsediyordu Batuman, AKP’nin yükselişiyle iktidarın mimari şekillerini karşılaştırıyordu. 28 Mayıs akşamı “Bunlar LGBTİ’ci” diyerek açıktan tehditler duyduğumuz o balkon, artık içeriyi dışa açan bir balkon olamazdı elbette. Bu yeni balkon, dışarıyı dahi üzerimize kilitleyen başka bir anlamın bekçisiydi. Bu yeni balkon arka cepheye bakan, gökyüzünden uzak, giriş katının üzerinde ve otopark alanıyla bağlıdır. Batuman bu yeni balkon için şöyle söyler: “Balkon konuşması bir gövde gösterisinden çok arka bahçede yapılan “biz bize” bir kutlama gibidir.” Tabii bu biz bizenin, kim kime olduğunu, kimi dahil kimi dışladığını bilmemek mümkün mü?

 

Bu yeni seyrin adına Batuman, “balkonsuz balkon konuşması” diyordu. Çünkü gerçekten de balkonların, dünyayı birbirine bağlamak gibi bir hüneri varken, bizim siyasal terminolojimizde kamusalı kamuya kapatmak anlamına gelen bir çehreye bürünüyordu. Bu yeni balkon biçimlenişi, kamusalın nasıl kurulduğuyla da ilgiliydi bu yüzden. Kamusalı, kamuyu içine alan bir yer değil de, kamudan kopuk sembolik bir kamu olarak inşa ediyordu. Çünkü oradan seçim sonuçlarının ilk yansımalarını bağırıyorlardı: “LGBT’ci bunlar!”, “İdam, idam!”

 

Balkonlar, bazen yanlış yerlere de kurulabilir bu yüzden. Balkona çıktığınızda, dışarıda değilsinizdir. Balkon, kamuyu devletin içine almak istemeyenlerin yeni suni kamularını geçici olarak konumlandırdıkları ve gökyüzünden ziyadesiyle uzak bir otopark manzarasıdır.

 

Beizaras ve Levickas’ı bilir misiniz? İki sevgili, eşcinsel. Facebook profillerine birbiriyle öpüştükleri bir fotoğrafı koyup, “Hiç homofobik arkadaşım var mı?” diye sorduktan sonra Litvanya’da büyük bir tartışmayı ateşlediler. İkisi de yalnızca eşcinsel kimlikleriyle değil, ayrıca insan hakları aktivisti olarak yaşıyorlardı. Yani hayatlarını dokuyan maya, mücadeleydi. İki sevgili, Facebook paylaşımlarının altındaki onlarca nefret söylemini yargıya taşımışlardı. Nefret, cezasızlıkla yayılmasın diye. Süreç AİHM’e kadar gitti. Devletin, kendilerine karşı yapılan nefret söylemine nasıl susarak ortak olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Strasbourg’daki yargılamaya Litvanya’nın LGBTİ+ hakları savunucusu insan hakları örgütü müdahil oldu. Söyledikleri dünyanın mayasını, hukukun fazlalık payıyla sınıyordu:

 

“Onlara bu güzel fotoğrafı neden kamuya açık hale getirmeye karar verdiklerini sorduk. Pijus’un bilgece cevabı şu şekilde: ‘Başkaları tarafından kınanan yalnız bir kişinin, bu fotoğrafı göreceğini ve gördükten sonra yalnız hissetmeyeceğini umuyoruz. Belki bir evin çatısında ayakta durdurken veya bir pencere pervazı veya balkonun kenarındayken, kendisini hiçbir şeyin tehdit etmeyeceği ve hayatının basit bir istatistik olmayacağı daha güvenli bir yere geçecektir. Teşekkürler Pijus ve teşekkürler Mangirdas! Cesaretiniz ilham verici ve umutlandırıcı. Paylaşıp fikrimizi ifade ederek desteğimizi gösterelim.”

 

Hayatının basit bir istatistik olmayacağı cesur yeni dünyaya doğru, çünkü hukukun fazlalığına gökyüzüne açılan balkonlarda daima yer var, değil mi?

 

 

Ana görsel: Eda Çekil, In Situ, 2016. Sanatçının izniyle.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

TARİH

YKadınların Geçiş Yaralarından Medeni Kanun’a Bakmak
Kadınların Geçiş Yaralarından Medeni Kanun’a Bakmak

Batılı yasaların köksüz olduğuna, Medeni Kanun’un bu topluma yabancı olduğuna, İstanbul Sözleşmesi’nin yerli olmadığına dair kurulan o anlatı, henüz en başından çatlamaya mahkumdur.

TARİH

YKadınlar, Hukuku Nasıl Hayatta Kalma Stratejilerine Dönüştürdüler? 16. Yüzyıldan Bugüne Şikâyet Defterlerinde Kadınlar
Kadınlar, Hukuku Nasıl Hayatta Kalma Stratejilerine Dönüştürdüler? 16. Yüzyıldan Bugüne Şikâyet Defterlerinde Kadınlar

Bugün Medeni Kanun’u, tekil bir perspektiften, sadece çokeşlilik ve nafaka meselesiyle tartışıyoruz. Tartışmayı yürütürken, siyasal iktidarın kültürel kodlarının sesini çok sık duyuyor, medeni hakların bu toplumun kadınları için fazla ve bol olduğuna dair eksik ve yanlış anlatıya maruz kalıyoruz. Halbuki bakmamız gereken yer, bu hakları kazandığımız kadın mücadelesi olduğu kadar, bu hakların hiçbiri kayıt altında değilken ve devlet bütün kurum, kuruluş ve görevlileriyle kadınların üstüne gelirken dahi kadınların aynı haklar için verdikleri tekil mücadeleler.

Bir de bunlar var

Suriyeli Göçmenler Çocuklarının Adını Neden ‘Türkiye’ Koyuyor?
Fransa’dan Yine Bir Pisuvar Skandalı
11 Ağustos 2014, Ruh Halinin Kaydı

Pin It on Pinterest