Kendimizi üstümüzde öteden beri iktidar sahibi olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin hapishane hücrelerine kapattığımızda, sahneleyeceğimiz şey en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı olur. Devrim değil.

MEYDAN

Çıkmaza Doğru: İfade Özgürlüğü ve Demokrasinin Hezimeti

 

 

*Arundhati Roy’un 22 Mart 2023’te İsveç Akademisi’nde Baskı Altında Düşünce ve Hakikat başlıklı konferansta yaptığı konuşmanın 24 Mart 2023’te Literary Hub dergisinde yayınlanan metni Suna Kafadar ve Emine Ayhan tarafından çevrildi.

 

 

Beni bu konferansa davet ederek diğer konuşmacıları dinleme imkânı sundukları için İsveç Akademisi’ne teşekkür ederim. Konferansın planlanmasının üstünden iki yılı aşkın zaman geçti; o zaman henüz koronavirüs salgını dünyayı kasıp kavurmamış ve Rusya Ukrayna’yı işgal etmemişti.

 

Bu iki yıkıcı olay, içinde bulunduğumuz müşkül vaziyeti daha da içinden çıkılmaz bir hale soktu, ki bugün burada toplanma gayemiz de bu müşkülatı, yani demokrasilerin gayet tanıdık şekillerde tanınmaz hale gelişini birlikte düşünmekti. Birlikte düşünmeye niyetlendiğimiz diğer mesele de, hem çok eski ve bilindik hem de yeni biçimlerde hızla tırmanan ifade/dil polisliği, ki bu da, soluduğumuz havayı bile adeta cezai bir zındık avlama makinesine çevirecek boyutlara varmış durumda. Entelektüel bir çıkmaza doğru tam gaz gidiyoruz.

 

Bu konuşmanın başlığında önerdiğim sırayı tersine çevirip önce demokrasinin hezimetinden bahsedeceğim.

 

İsveç’e en son 2017’de Göteborg Kitap Fuarı için gelmiştim. O zaman bazı aktivistler benden ifade özgürlüğü adına fuarı protesto etmemi istemişti, çünkü fuar organizasyonu aşırı sağcı Nye Tider gazetesinin fuarda stand açmasına izin vermişti. Bunun üstüne, onlara böyle bir şey yapmamın absürt kaçacağını, zira ülkemin dünya sahnesinde (halen) sıcak karşılanan başbakanı Narendra Modi’nin, Mussolini’nin Ulusal Faşist Partisi’nin ‘tam gönüllü’ paramiliter kanadı Kara Gömlekliler modelinde 1925’te kurulan Hindu Üstünlükçü aşırı sağcı Ulusal Gönüllüler Örgütü’nün (RSS) yaşam boyu üyesi olduğunu söyledim.

 

Göteborg’da İskandinav Direniş Hareketi’nin (Nordic Resistance Movement) yürüyüşünü izledim. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gerçekleşen ilk Nazi yürüyüşüydü bu. Ve sokakta genç anti-faşistlerin tepkisiyle karşılaşmıştı.

 

Gelgelelim bugün açıkça Nazi olmasa bile aşırı sağcı bir parti İsveç hükümetinde koalisyonda yer alıyor. Narendra Modi ise dokuz senedir Hindistan’ın başbakanı.

 

Demokrasinin hezimetinden bahsederken daha çok Hindistan üzerinde duracağım ama bunun nedeni, Hindistan’ın dünyanın en büyük demokrasisi olarak bilinmesi değil, sevdiğim, bildiğim, yaşadığım ve her gün kalbimi kıran yer olması. Ve tabii, aynı zamanda kırıklarımı onaran.

 

Şunu hatırlatmak isterim ki, burada söyleyeceklerim bir yardım çağrısı değil, çünkü Hindistan’da bizler hiçbir yardım gelmeyeceğini gayet iyi biliriz. Hiçbir yardım gelemez. Eksiklerine rağmen bir zamanlar pek çok mümkünü içinde barındıran, Batı dünyasının mutluluk, tatmin, tolerans, çeşitlilik ve sürdürülebilirlik anlayışından radikal şekilde farklı bir anlam dünyası sunan bir ülkeden bahsedeceğim. Şimdi bunların hepsi sönümleniyor, ruhu söndürülüyor.

 

Hindistan demokrasisi sistematik şekilde parçalanıyor. Geride sadece ritüeller kalıyor. Seneye, gürültü patırtıdan geçilmeyen seçimlerimiz hakkında çok şey duyacağınız kesin. Ancak, adil bir seçimin olmazsa olmazı olarak sözümona eşit koşullarda seçim kampanyası yürütülen bu ortamın aslında, paranın, verinin, medyanın, seçim idaresi ve güvenlik aygıtlarının neredeyse tamamen iktidar partisinin elinde olduğu sarp bir kayalık olduğunu duyamayacaksınız. İsveç’teki V-Dem Enstitüsü demokrasilerin sağlığını ölçen detaylı ve kapsamlı veri setine dayanarak Hindistan’ı El Salvador, Türkiye ve Macaristan’la beraber “seçime dayalı otokrasi” kategorisine almış ve vaziyetin daha da kötüleşeceğini öngörüyor. 1.4 milyar insanın demokrasiden otokrasiye geçmesinden bahsediyoruz. Belki daha da kötü bir yönetim biçimine.

 

Demokrasinin tasfiye süreci Modi ve RSS’nin iktidara gelmesinden çok önce başladı. On beş yıl önce, “Demokrasinin Sönen Işığı” başlıklı bir yazı yazmıştım. O dönem, serbest piyasayla evlenmek için can atan yaşlı feodal elitlerden ve teknokratlardan oluşan Kongre Partisi iktidardaydı. Şimdi size o yazıdan kısa bir bölüm okuyacağım; ne kadar haklı çıktığımı kanıtlamak için değil, o zamandan bu yana ne kadar çok şeyin değiştiğini gösterebilmek için.

 

Hâlâ ölümden sonra yaşam var mı diye tartışadururken, sepete bir soru daha eklesek? Demokrasiden sonra yaşam var mı? Varsa nasıl bir yaşam olur bu?

Buradaki asıl soru şu: Demokrasiye ne yaptık? Onu neye dönüştürdük? Demokrasi tükendiğinde ne olur? İçi boşaltıldığında ve anlamını kaybettiğinde? Her bir kurumu tehlikeli bir şeye dönüştüğünde ne olur? Demokrasi ve Serbest Piyasa birbirine lehimlenip de neredeyse tümüyle maksimum kâra odaklanmış sığ, kıt bir hayalgücüne sahip tek bir yırtıcı organizmaya dönüşmüşse, bundan sonra ne olacak? Bu süreci tersine çevirmek mümkün mü? Mutasyona uğramış bir şey eski haline dönebilir mi?

 

Bu satırlar 2009’da yazıldı. Bundan beş yıl sonra Modi Hindistan’ın başbakanı seçildi. Seçimin üstünden geçen dokuz yıldaysa Hindistan tanınmaz hale geldi. Öyle ki, Hindistan anayasasının salahiyetindeki “seküler, sosyalist cumhuriyet” artık yok denebilir. Sosyal adalet için verilen büyük mücadeleler ve ileriyi gören, sebatkâr çevre hareketleri ezilip geçildi. Artık aramızda kuruyan nehirlerden, düşen yeraltı su seviyelerinden, yok olan ormanlardan veya eriyen buzullardan bahseden pek kimse kalmadı. Çünkü bu kaygılar yerini daha acil bir korkuya bıraktı. Ya da ideolojik çizginize göre, coşkuya.

 

Nereden bakarsanız bakın, Hindistan şirketleşmiş, teokratik bir Hindu devletine, şedit bir polis devletine, dehşetengiz bir devlete dönüştü. Anaakım medya başta olmak üzere, önceki rejim tarafından içi boşaltılan kurumlar şimdilerde Hindu üstünlükçü bir hararetle kuduruyor. Tüm bunlar olurken, serbest piyasa da serbest piyasalığını yapmaya devam ediyor. Kısaca, Oxfam’ın 2023 raporuna göre Hindistan nüfusunun en üstteki yüzde 1’lik kesimi ülkenin toplam zenginliğinin yüzde 40’ını elinde bulundururken, alttakiyüzde 50’lik kesimi ise (700 milyon insan) toplam servetin yüzde 3’üne sahip. Çok fakir insanların yaşadığı çok zengin bir ülkeyiz ya da çok fakir insanlardan yana çok zengin bir ülke.

 

Ne var ki, bu eşitsizliğin yarattığı öfke ve hınç, bu durumdan sorumlu tutulabilecek kişilere yöneltilmek yerine, Hindistan’ın azınlıklarına yöneltilmiş durumdadır. Bu azınlıkların başındaysa, nüfusun yüzde 14’ünü oluşturan 170 milyon Müslüman geliyor. Çoğunlukçu düşünce sınıf ve kast bariyeri dinlemeden kendine diasporada bile büyük bir destekçi kitlesi buluyor.

 

BBC bu yılın Ocak ayında India: The Modi Question (Hindistan: Modi Sorusu) adlı iki bölümlük bir belgesel yayınladı. Belgeselde Modi’nin 2001’de Gujarat eyalet başbakanı olarak göreve başlamasından Hindistan başbakanı seçildiği yıllara uzanan siyasi yolculuğunu konu alıyor. Belgeselle beraber, 2022 yılının Şubat ve Mart aylarında, Eyalet Meclisi seçimlerinden hemen önce Modi’nin Gujarat eyalet başbaşkanıyken göz yumduğu Müslüman karşıtı pogrom hakkında İngiliz Yabancılar Dairesi’nin hazırlattığı Nisan 2002 tarihli dahili rapor da ilk defa kamuya açılmış oldu.

 

Bunca yıldır ambargo altında tutulan bu durum tespit raporu sadece, Hint aktivistlerin, gazetecilerin, avukatların, iki üst düzey polis memurunun ve görgü tanıklarının o tarihte gerçekleşen toplu tecavüz ve katliama dair yıllardır anlattıklarını doğruluyor. Raporda “en az 2.000” kişinin katledildiği belirtiliyor. Katliam, “etnik temizliğin tüm ayırt edici özelliklerini taşıyan” önceden planlanmış bir pogrom olarak nitelendiriliyor. Raporda, güvenilir kaynaklardan edinilen bilgiye göre, katliam başladığında polise müdahale etmeme emri verildiği bildiriliyor. Kısacası, rapor pogromun sorumlusunun Modi olduğunu açık ve seçik ortaya koyuyor.

 

Belgesel Hindistan’da yasaklandı. Twitter ve Youtube’a belgeselle ilgili tüm linkleri kaldırmaları emredildi. Derhal itaat ettiler. 21 Şubat’ta Delhi ve Mumbai’deki BBC ofisleri polislerce kuşatılarak, Gelir Vergisi yetkililerince basıldı. Tıpkı Oxfam ve Uluslararası Af Örgütü ofislerinin basıldığı gibi. Tıpkı belli başlı birçok muhalif politikacının evlerinin ve ofislerinin basıldığı gibi. Tamamen hükümet yanlısı olmayan neredeyse tüm STK ofislerinin basıldığı gibi. Modi 2002’deki pogrom için açılan davada Yüksek Mahkeme tarafından hukuken aklanırken, dağ kadar delil ve görgü tanıklığına dayanarak onun bu suçtaki payını cesaretle ortaya koyan aktivistler ve polis memurları ya çoktan hapse atıldı ya da haklarında açılan ceza davalarıyla cebelleşiyor.

 

Bu arada, pogromdan hüküm giymiş katillerin çoğu ya kefaletle ya da şartlı tahliyeyle salıverildi. Geçtiğimiz Ağustos ayında, Hindistan’ın bağımsızlığının 75. yıldönümünde on bir hükümlü hapisten çıktı. Bu kişiler, 2002 pogromu sırasında Bilkis Bano adlı on dokuz yaşındaki Müslüman bir kadına toplu tecavüzden ve -aralarında bir günlük yeğeni ve kafasını taşa vurarak öldürdükleri üç yaşındaki kızı Saliha’nın da bulunduğu- on dört aile ferdini öldürmekten müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu kişilere özel af uygulandı. Bu tecavüzcü katiller cezaevinden çıkarken birer kahraman gibi karşılandı, üstlerine çelenkler giydirildi. O zaman da yine bir eyalet seçiminin arifesindeydik. Ve özel af demokrasimizin bir parçasıydı.

 

Bu sabah Profesör Timothy Snyden “İfade Özgürlüğü Nedir?” diye sordu. Bu anlattıklarımdan, Hindistan’da ifade özgürlüğü olmadığı sonucunu çıkarmayın sakın.  Zira ifade özgürlüğü de eylem özgürlüğü de var. Hem de gani gani.

 

Sözgelimi, anaakım TV sunucuları azınlıklar hakkında, onların hayatlarını tehlikeye atacak, tutuklanmalarına yol açacak şekilde yalanlar söyleme, onları şeytanlaştırma ve canavarlaştırma özgürlüğüne sahiptir. Hindu din adamları ve palalı çeteler Müslümanları hedef alan toplu tecavüz ve soykırım çağrıları yapma özgürlüğüne sahiptir. Dalitler [kast sisteminin en alt kademesindeki dokunulmazlar grubu – ç.n.] ve Müslümanlar güpegündüz alenen kırbaçlanıp linç edilebilmekte ve videoları özgürce Youtube’a yüklenebilmektedir. Kiliselere saldırma, rahip ve rahibeleri dövüp aşağılama özgürlüğü vardır.

 

Hindistan’ın Müslüman çoğunluğa sahip tek eyaleti olan, insanların neredeyse 30 senedir kendi kaderlerini tayin etme mücadelesi verdiği, Hindistan’ın dünyadaki en ağır askeri yönetimi uyguladığı ve hiçbir yabancı gazetecinin girmesine izin vermediği Keşmir’de hükümet, her türlü (çevrimiçi veya başka türlü) ifadeyi susturma ve yerel gazetecileri hapse atma özgürlüğüne sahiptir.

 

Hiçbir haber alamadığımız, mezarlarla bezeli o güzelim vadide insanlar şöyle söylüyor: “Keşmir’de ölüler hayattadır, hayattakilerse sadece yaşıyor taklidi yapan ölülerdir.” Hindistan demokrasisinden de genelde “demon-crazy” diye söz ediyorlar [“demokrasi” sözcüğündeki ses benzeşimiyle yapılan bir söz oyunu, “deli-zebani-krasi” veya “deli-zıkkımokrasi” gibi – ç.n.].

 

2019’da Modi ve partisinin ikinci zaferini kazanmasından haftalar sonra, Cemmu ve Keşmir Eyaletinin Hindistan anayasasıyla güvence altına alınmış yarı özerk statüsü ve eyalet vasfı tek taraflı olarak feshedildi. Bundan kısa süre sonra Vatandaşlık Yasası Değişikliği (CAA) meclisten geçti. Bu yeni yasa Müslümanlara açıkça ayrımcılık uygulamaktadır. Bu yasadan ötürü başta Müslümanlar olmak üzere birçok kişi Hindistan vatandaşlığını kaybetme korkusu yaşıyor.

 

Bu Yeni Vatandaşlık Yasası (CAA), Ulusal Vatandaşlık Kaydı oluşturma sürecini tamamlayıcı nitelikte bir yasa olarak kurgulandı. Ulusal Vatandaşlık Kaydı’na dahil olmak için devlet onaylı birtakım “şecere belgeleri” sunmanız bekleniyor, ki Nazi Almanyası’nın Nürnberg Yasalarıyla Alman halkından talep ettiğinden çok da farklı olmayan bir işlem bu. Assam eyaletinde halihazırda iki milyon kişi Ulusal Vatandaşlık Kaydından çıkarılmış durumda ve tüm haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Şu anda “tanımlı yabancılar” veya “şüpheli seçmenler” olarak mimlenmiş müstakbel hükümlülerin emeğiyle devasa gözaltı merkezleri inşa ediliyor.

 

Yeni Hindistan’ımız kostüm ve merasimden ibaret bir Hindistan. Ahmedabad, Gujarat’ta bir kriket stadyumu hayal edin. Adı Narendra Modi Stadyumu ve 132.000 kişilik koltuk kapasitesine sahip. 2020’nin Ocak ayında Modi’nin dönemin ABD başkanı Trump’ı karşılamak için organize ettiği Namastey [Selam – ç.n.] Trump Mitingi’nde stadyumun tüm koltukları dolmuştu. Müslümanların 2002 pogromunda güpegündüz katledildiği, on binlercesinin evlerinden sürüldüğü ve halen gettolarda yaşadığı bu şehirde, Trump ayağa kalkıp kalabalığa el sallayarak, Hindistan’ın barındırdığı çeşitliliğe ve gösterdiği toleransa övgüler düzmüştü. Modi ise bu sözler üzerine kalabalıktan büyük bir alkış istemişti.

 

Trump bundan bir gün sonra Delhi’ye geldi. Başkente gelişi bir başka katliamla aynı zamana denk gelmişti. Bu seferki Gujarat standartlarına göre mini bir katliamdı. Trump’ın nezih otelinden yalnız birkaç kilometre ötede, benim yaşadığım yerden çok da uzak olmayan bir işçi mahallesinde gerçekleşmişti. Yasadışı Hindu infazcılar bir kez daha Müslümanlara saldırmıştı. Polis bir kez daha seyirci kalmıştı. Bu seferki provokasyonun sebebi, bölgede Müslüman karşıtı Yeni Vatandaşlık Yasası’nı protesto eylemlerinin gerçekleşmiş olmasıydı. Çoğu Müslüman 53 kişi öldürüldü. Yüzlerce işyeri, ev ve cami yakıldı. Trump tek bir söz dahi etmedi.

 

O korkunç günlerden bazılarımızın zihnine kazınan başka bir manzaravar: Hindistan’ın başkentinde bir sokakta genç bir Müslüman erkek ağır yaralı, ölümle burun buruna yerde yatıyor. Bir grup polis tarafından iteklenip tekmelenerek Hindistan Milli Marşını söylemeye zorlanıyor. O genç adam birkaç gün sonra öldü. Adı Faizan’dı. 23 yaşındaydı. O polisler hakkındaysa hiçbir işlem yapılmadı.

 

Bütün bunlar demokratik dünyanın temsilcileri için pek bir şey ifade etmiyor olmalı. Etmiyor da zaten. Çünkü sonuçta işlerine bakmaları lazım. Çünkü Hindistan şu anda Batı’nın Çin’in yükselişi karşısındaki en geniş siperi (ya da Hindistan öyle umuyor); çünkü serbest piyasada cömert bir savaş jeti veya ticari uçak siparişi karşılığında birazcık toplu tecavüz ve linç ya da azıcık etnik temizlik ve biraz ciddi boyutlarda bir finansal yolsuzluk gerçekleştirebilirsiniz. Yahut ABD’nin ambargolarından azade bir şekilde Rusya’dan ham petrol alıp rafine ettikten sonra Avrupa’ya, ve evet, gazetelerimizde yazılanlara bakılırsa, hatta ABD’ye satma karşılığında bunların lafı mı olur! Alan memnun, satan memnun. Neden olmasın?

 

Ukraynalılar için Ukrayna onların ülkesi. Rusya için bir sömürge, Avrupa ve ABD içinse serhat. (Vaktiyle Vietnam neydiyse öyle. Ya da Afganistan.) Gelgelelim Modi için Ukrayna gösterisini gerçekleştireceği bir başka sahneden ibaret. Bu sefer, barış sözcüsü devlet adamı rolünü oynayacağı ve “Şimdi savaş zamanı değildir” gibi vaazlar vereceği bir sahne.

 

Giderek bir tarikat gibi hissettiren bu yapının içindeyse sofistike bir yargılama yetkisi var. Ama yasa önünde eşitlik yok. Zira yasalar kast, din, cinsiyet ve sınıf ayrımı gözetilerek uygulanıyor. Örneğin, Hinduların konuşabildiklerini bir Müslüman konuşamaz. Başka herkesin söyleyebildiğini bir Keşmirli söyleyemez. Bu da dayanışmayı, birbirimizden yana ses çıkarıp konuşmayı her zamankinden daha önemli hale getiriyor. Fakat artık bu da riskli bir faaliyet haline gelmiştir ve konuşmanın başlığı olan Çıkmaz ile kastettiğim de bu.

 

Ve ne yazık ki, tam böyle bir anda, söylenemeyecek şeylerin ve zikredilmemesi gereken sözcüklerin listesi her geçen dakika uzuyor. Vaktiyle anlatıyı kontrol eden platformlar hükümetler ve anaakım medya kuruluşlarınca kontrol edilirdi. Batı’da kontrol çoğunlukla beyazların elindeydi. Hindistan’da ise Brahmanların. Sansür ile suikastı aynı kefeye koyan fetvacılar o zaman da vardı elbette.

 

Gelgelelim bugün sansür herkesin herkese karşı savaşına dönüşmüş durumda. Gücenme/gocunma sanatı küresel bir endüstri haline geldi. Asıl soru ise, gözlerini dört açmış, sürekli uyanık ve teyakkuz halinde olan bu çok-başlı, çok-kollu zındık avcısı makineyle nasıl pazarlık edileceğidir. Onunla pazarlık etmenin bir yolu var mı yoksa hakkında tartışmaya başlamamız için bile önce çekilmesini beklememiz gereken bir gelgit mi bu?

 

Kimliğin bir direniş biçimi olarak silah haline getirilmesi, diğer ülkelerde olduğu gibi Hindistan’da da kimliğin bir baskı biçimi olarak silah haline getirilmesine karşı hakim bir tepki halini aldı. Tarih boyunca tam da kimliklerimiz (ırkımız, kastımız, etnik kökenimiz, cinsiyetimiz ya da cinsel tercihimiz) yüzünden ezilmiş, köleleştirilmiş, sömürgeleştirilmiş, stereotipleştirilmiş, yok edilmiş, duyulmamış ve görülmemiş olan bizler, şimdi bu baskıya karşı koymak için o kimliklere iki kat daha sıkı sarılıyoruz.

 

Ateş püsküren hoyrat öfkenin, sosyal medyanın sağladığı imkânla eski fikirleri, eski davranış kalıplarını, sorgulanmadan kabul görmüş varsayımları, yüklü anlamlara sahip sözcükleri ve önyargıyla, bağnazlıkla kodlanmış dili yerle bir ettiği her an patlamaya hazır, güçlü bir tarihsel an bu. İçinde bulunduğumuz bu tarihsel anın yoğunluğu ve aniliği, halinden memnun sürüp giden eski dünyayı sarsarak, onu yeniden düşünmeye, yeniden hayal etmeye ve bir şeyleri söylemenin ve yapmanın daha iyi bir yolunu bulmaya sevketti. İşin tekinsiz denebilecek ironik yanı, bu fenomen, bu ince ayar, faşizme doğru yalpa vuruşumuzla uygun adım ilerliyor gibi görünüyor.

 

Bu patlamanın meseleleri daha derinden kavrayan, devrimci yanları olduğu kadar absürt ve yıkıcı yanları da var. Onun daha uç taraflarına saldırıp, koca tartışmayı bunlara feda etmek işin kolayı. (Örneğin: Şimdi kadınlara “adet gören insanlar” mı demek gerek? Ya da ABD’de İslam’ın zengin çeşitliliğini anlatan bir sanat profesörü, dersinde 14. yüzyıldan kalma bir Hz. Muhammed tablosunu göstereceğini duyurup bundan gücenebilecek veya rahatsız olabilecek tüm öğrencileri sınıftan çıkardıktan sonra tabloyu gösterdiği için derhal görevden alınmalı mı? Herkesçe kabul edilmesi gereken yerleşik, değişmez bir tarihsel acılar hiyerarşisi mi olmalı?)

 

Aşırı sağın elini güçlendirmek için kullandığı yakıt budur işte. Diğer taraftan, kendini liberal ve solcu olarak tanımlayan pek çok kişinin yaptığı gibi bu duruma korkuyla, sorgusuz sualsiz teslim olmak da yaşanan dönüşüme saygısızlık olur. Çünkü kimlik siyasetinin çoğu zaman önemli bir ekseni, bir dayanak noktası vardır ve bu dayanak noktası kendi üzerine döndüğünde, kimlik siyaseti tam da karşı çıktığı şeyi güçlendirmeye ve tekrarlayarak çoğaltmaya başlar. Kimlik mikro kategorilere ayrıştırılarak atomize edildiğinde gerçekleşen budur.

 

Bu mikro-kimlikler dahi sonrasında bir güç hiyerarşisi üretir; tam da başlangıçta karşı çıkılan türden dışlama, silme ve hiyerarşileri kaçınılmazca sergileyen, genellikle büyük şehirlerde yaşayan, büyük üniversitelerde yer edinmiş, sosyal medya sermayesine sahip bir mikro-elit üretir.

 

Kendimizi üstümüzde öteden beri iktidar sahibi olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin hapishane hücrelerine kapattığımızda, sahneleyeceğimiz şey en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı olur. Devrim değil. Çok geçmeden, düzeni sağlamak üzere gardiyanlar da çıkagelecektir. İşin aslı, yola çıktılar bile. Biz yasaklama ve sansür kültürünün zokasını yuttuğumuzda, bundan orantısız biçimde kazançlı çıkan her zaman Sağ, genelde de statüko olur.

 

Kendimizi topluluklara, dini cemaatlere, kast gruplarına, etnik kökenlere, cinsiyetlere hapsetmek; kimliklerimizi indirgeyip düzleyerek silolara tıkıştırmak dayanışmayı da imkânsız hale getirir. Ne ironiktir ki, Hindistan’daki Hindu kast sisteminin nihai amacı da oldum olası bu olmuştur. Bir halkı aşılmaz hiyerarşik kompartımanlara böldüğünüzde, aralarında sürekli çatışma olacağından, hiçbir topluluk diğerinin acısını hissedemez.

 

Söz konusu mekanizma toplumun kendi kendisini idare ettiği/gözetlediği, kendi kendine çalışan, çapraşık bir idari/gözetim makinesi gibi işlerken, bu esnada ezici baskı ve zulüm yapılarının yerli yerinde kalmasını sağlar. En tepedekiler ve en alttakiler dışında herkes, ki bu kategoriler de inceden inceye derecelendirilmiştir, ya birileri tarafından ezilir ya da ezilme potansiyeline sahiptir.

 

Tuzaklı tellerden müteşekkil bu labirent bir kez kuruldu mu, hemen hiç kimse saflık ve doğruluk sınavından geçemez. Vaktiyle iyi ya da büyük edebiyat sayılan hemen her şey de dahildir buna. Sözgelimi Shakespeare’in bu sınavdan geçemeyeceği kesindir. Keza Tolstoy’un da. Yani hadi Rus emperyalizmini savunmasını bir kenara koyalım, Anna Karenina adında bir kadının aklından geçenleri anlayabildiğini mi varsayacağızdır? Yaşlı kadınlardan habire “kocakarı” diye bahseden Dostoyevski de geçemeyecektir bu sınavdan. Onun standartlarına göre ben de kesinlikle bir kocakarı sayılırım. Ama yine de insanların onu okumasını isterim.

 

Ya da isterseniz Mahatma Gandhi’nin Toplu Eserleri’ni okumayı deneyin. Irk, cinsiyet, kast, sınıf, her açıdan dehşete düşeceğinizi garanti edebilirim. Peki ama bu onun yasaklanması gerektiği anlamına mı gelir? Ya da yeniden mi yazılmalıdır? Düşünün yani, Jane Austen bile barajı geçemeyecektir. Bu standartlara göre bütün dinlerin kutsal kitaplarının da sınavdan geçer not alamayacağını zaten söylemeye gerek yok.

 

Kamusal söylemdeki bariz yaygaranın ortasında, hızla bir tür entelektüel çıkmaza doğru sürükleniyoruz. Dayanışma da bundan payını almamış olamaz. Onun da sorgulanması, analiz edilmesi, tartışmaya açılması, ona da bir ayar çekilmesi gerekir. Dayanışmayı bu şekilde olanaksız kılarak, tam da mücadele etme iddiasında olduğumuz şeyi güçlendirmiş oluruz.

 

Tüm bunlar edebiyata ne yapıyor peki? Bir kurmaca yazarı olarak beni, yeni sansürün şiarlarından biri olan “temellük etme” [kendine mâl etme – ç.n.] sözünden daha çok tedirgin eden pek az şey var. Kabaca ifade etmek gerekirse, temellük, bu bağlamda, yırtıcıların, hatta suçluluk duyan avcıların, avlarının hikâyelerini onlar adına yazmaya, temsil etmeye, seslendirmeye ya da bilfiil anlatmaya kalkışmasına atıfta bulunur. İğrenç ötesidir ve bir şeyi eleştirirken hatırda tutulmasında yarar olan bir ilkedir.

 

Gelgelelim “temellük” bir şeyleri yasaklamak ya da sansürlemek için geçerli bir neden değildir. Evet, mikrofon kapılmış vaziyette. Evet, bir kesim insanın söylediklerine haddinden fazla kulak verirken, diğerlerinin ne söylediğini hemen hiç duymuyoruz. Ama yaşamın ağ dokusu kesif ve dolaşıktır; bu dokuya ait mahlûklar ve eylemleri de öyle kolay kolay ve akılsızca özselleştirilip kataloglanamaz.

 

Sözü özellikle kurmacaya getirirsek, temellük etmeden kurmaca olmaz. Çünkü biz kurmaca yazarları da birer yırtıcı, birer avcıyız. Şayet seri katiller amansız sosyopatlarsa, romancılar da amansız temellük edicilerdir. Kurmaca dünyalarımızı inşa etmek için yolumuza çıkan her şeyi temellük ederek oyuna sokarız. Büyük romanları tehlikeli ve vahiysel kılan da budur.

 

Kendi adıma konuşacak olursam, zanaatımı sadece Toni Morrison ve James Baldwin gibi siyaseten kusur bulunamayacak yazarlardan değil, aynı zamanda Kipling gibi emperyalistlerden ve kalem erbabı yobazlardan, ırkçılardan, baş belalarından, serserilerden de öğrenmeye çalıştım. Yani şimdi, bunlar dar kafalı bir manifestonun standartları uyarınca yeniden mi yazılmalı?

 

Roald Dahl’ın eserlerinin düzenlenip yeniden yayına hazırlanmasına dair alınan şu son karar mesela. Tanrım, sırada kim var? Nabokov mu? Şimdi Lolita raflarımızdan kalkacak mı? Yoksa henüz ergenliğe girmemiş gizli bir aktivist olarak yeniden mi editlenecek? Eski sanat eserleri yeni bir kat boya mı atılacak? Eril bakıştan mı arındırılacaklar mesela? Bütün bunları söylemek zorunda kalmak bile çok üzücü. Yani bu yaklaşım bizi nereye çıkarır ki? Ayak izi olmayan bir kıyıya mı? Tarihsiz bir dünyaya mı?

 

Edebiyat hırlaşmaktan arapsaçına dönmüş binlerce telden müteşekkil bu ağa yakalanıp hareketsiz kalırsa, katı, kurşuni bir tür manifestoya dönüşecektir. Ve ne yazık ki, hevesle edebiyat polisliğine soyunanlar böyle yaparak sadece başkalarını değil, kendilerini de taşlaştırıyorlar. Kendilerinin de kaçınılmaz olarak üzerine basacaklarını bildikleri mayınlar döşüyorlar. Ağzı kenetli, sakıngan zihinlerle dans edilemez. Böyle giderse, geriye kala kala bu yeni dilin incelikten yoksun, ağır ve temkinli adımları kalır. Bu aldatıcı, bu uydurma dilin.

 

Ama ne olursa olsun, bazı şeyler zorla yerin altına ittirmekle ortadan kalkmaz. Bu tartışmalar, onlara eşlik eden zorbalık ve kindarlık olmadan gerçekleşebilirse, bağnazlık, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin mutat keşmekeşinin yanında, daha önce hiç anlatılmamış hikâyeler anlatan ve geçmişin büyük kısmını yerin dibine sokup gölgede bırakan görkemli yeni seslerin çıkacağı muhakkaktır.

 

Unutmamalı ki, sözcüklere dikkat vermek asla kötü bir fikir değildir. Çünkü bazen bir sözcük koca bir evreni duyurabilir.

 

Mesela, artık romanı yayımlanmış bir yazar olduğumda, Hindistan dışında konuşma yapacağım zaman kürsüde çoğu kez “Hintli Kadın Yazar” olarak takdim edilirdim. (Hindistan’daysa bu hitap, “Booker Ödülü’nü kazanan ilk Hintli kadın” şeklinde olurdu.) Her seferinde içten içe irkilir ve bir insanın bu şekilde etiketlenmesine hayret ederdim.

 

Bu gerçekten gerekli miydi yoksa insanları çembere alıp sınırlamanın bir yolu muydu? Sonuçta, bir vize başvurusu değil, edebiyattı söz konusu olan. İrkiliyordum, çünkü sadece hususi olarak değil, gazetelerin ön sayfalarında da unvan sahibi ayrıcalıklı erkeklerden neyi, nasıl, hangi üslupla yazmam gerektiği, benim gibi bir (kadın) yazar için hangi temaların münasip olacağı konusunda nasihatler alıp duruyordum. En sık gelen öneri çocuk hikâyeleri yazmam yönündeydi. Söylediklerime prensipte katılsalar dahi kurmaca onları kurmaca dışı kadar rahatsız etmiyor gibiydi.

 

Bir keresinde büyük barajlar üzerine yazdığım bir yazıdan ötürü Hindistan Yüksek Mahkemesi tarafından mahkemeye hakaretten tutuklandım. Duruşma sırasında, kürsüdeki sayın yargıç biraderler, yazım hakkında hiddetle atıp tutarken bana “o kadın” diye hitap ediyorlardı. Sanki orada, tam karşılarında durmuyormuşum gibi. Ben de yakın çevremde kendimden Booker ödülünü kazanan Hooker [İng. kaltak – ç.n.] diye bahsederdim. Mahkemeden af dilemeyi reddedince, “makul bir adam” gibi davranmadığım söylendi ve bir günlüğüne hapse yollandım.

 

O zamandan bu yana işler değişti. Beni sözümona tanıtan o kartoteksteki sözcüklerin her biri (Hintli, Kadın ve Yazar) şimdilerde sıkıntılı, zorlu bir sorgulamanın ve neredeyse uzlaşmaz bir çatışmanın konu başlıkları. Kadın kimdir? Ya da, aslında, insan kimdir? Bir ülke nedir? Yurttaş kimdir? Dahası, Açık Yapay Zekâ ve ChatGPT çağında, yazar kimdir ya da nedir?

 

Artık, çoğu kişi kabul etmese bile, erkek ile kadın arasındaki sınırın akışkan bir sınır olduğunu ve geleneğin varsaydığı gibi olmadığını biliyoruz. Peki ya insan ile makine, sanat ile kodlama, yapay zeka ile insan bilinci arasındaki sınırlar ne olacak? Bunlar vaktiyle düşündüğümüz kadar değişmez sınırlar mı?

 

ChatBot’lar [rehber robotlar – ç.n.] çağı geldi ve kimileri Yapay Zekayı dördüncü sanayi devrimi olarak niteliyor. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar ve besteciler de vaktiyle dokumacıların, zanaatkârların, fabrika işçilerinin ve eski dünya çiftçilerinin olduğu gibi yavaş yavaş miadını doldurup gidecek mi?  (Belki şimdilerde “el işi” ve “el dokuması” giysi ve eserlerin olduğu gibi, bir gün romanlar da “el yazması” niteliğine geri dönüp, edebiyat değil de sanat eseri olarak sınırlı sayıda satılır, kim bilir). Günün birinde ChatGPT, Sydney ya da Bing daha iyi mi edebiyat üretecek?

 

Büyük dilbilimci Noam Chomsky ise böyle düşünmüyor. Onu doğru anlıyorsam, bir yapay öğrenme programının neredeyse sonsuz hacimdeki veriyi yüksek hızda işleyerek sahte bilim veya sahte sanat üretebileceğini, fakat asla insan içgüdüsünün karmaşık yeteneklerinin yerini alamayacağını savunuyor.

 

Açık Yapay Zekânın gerekli düzenleme ve bariyerler olmaksızın dünyada kendine yer edinmesi halinde yaşanabilecekler konusunda büyük bir endişe var. Yersiz bir endişe de sayılmaz hani.

 

Bense konu edebiyata geldiğinde Chatbot’ların yazarların yerini alıp almayacağı konusunda o kadar endişelendiğimi söyleyemeyeceğim. (Belki de bu konuda endişelenmek için biraz fazla yaşlı ve fazla kibirliyim. Ya da kaygısızlığım belki de edebiyatı bir “ürün” olarak görmememden kaynaklanıyordur. Çünkü yazmamın yegâne nedeni, yazma sürecinin yaşattığı acı, zevk ve katıksız çılgınlık. Benim asıl endişem şu: Yani insan yazarların (bakın, söyledim bile, “insan yazarlar” dedim) bugünlerde işlemek zorunda olduğu veri ve bilgi miktarını düşününce, dahası hatasız ve siyaseten mükemmel olabilmek için aşmamız gereken tuzaklı tellerden müteşekkil şu labirenti düşününce ben asıl, yazarların içgüdülerini kaybedip Chatbot’lara dönüşme tehlikesinden endişe ediyorum. Gerçi belki o zaman da bir ruh transferi olur ve Chatbot’lar Gerçek Ruhlar/Kişiler gibi görünürken, Gerçek Ruhlar da Chatbot’lar gibi davranır.

 

Bütün bu akışkanlık ve gözenekliliğin ortasında, katılaşıyor görünen yegâne sınırlarsa ulus-devletler arasındaki sınırlar. Halen dikenli teller, duvarlar ve devriyelerle sıkı şekilde korunmaya devam eden sınırlar bunlar. Ordular tarafından ihlal edildiklerinde adına savaş diyoruz. İnsanlar tarafından ihlal edildiklerinde mülteci krizi diyoruz. Sermayenin kontrolsüz hareketiyle ihlal edildiklerindeyse serbest piyasa diyoruz. Modern ulus-devlet, uğruna ölmeye ya da öldürmeye değer bir fikir olarak Tanrı’nın yanı başında durur. Peki ama şimdi, dijital çağda, yeni bir tür devlete doğru mu gidiyoruz? Elektronik Devlet ya da bugünlerde Akıllı Telefonda Devlet diye adlandırılan şeyden bahsediyorum. İsterseniz, Avatar Devleti de diyebilirsiniz.

 

USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) tarafından finanse edilen ve Büyük Teknoloji (Amazon, Apple, Google, Oracle) tarafından desteklenen Avatar Devleti neredeyse kapımızda. Ukrayna Hükümeti 2019 yılında akıllı telefonlar için dijital bir kimlik uygulaması olan DİİA’yı başlattı. DİİA, yüzden fazla devlet hizmeti sunmanın yanı sıra pasaport, aşı sertifikası ve diğer kimlikleri de barındırabilen bir uygulama. DİİA City ise, bu uygulamanın, vatandaşların kaydolup işlerini yürütebileceği bir nevi risk sermayesi merkezi olan sınırötesi finans başkentidir.

 

Rus işgalinin başlamasının ardından ilkin “şeffaflık ve verimlilik” sağlamak için bürokratik bir araç olarak düşünülen DİİA, USAID Yöneticisi Samantha Power’ın deyişiyle “savaş için yeniden tasarlandı.” Söylenenlere bakılırsa, DİİA yiğit Ukrayna halkına dev bir hizmette bulunuyordu. Artık halkın savaşla ilgili son gelişmelerden haberdar olabilmesi için 7/24 yayın yapan bir devlet haber kanalı var. Mülteciler kendilerini kaydettirmek ve tazminat taleplerinde bulunmak için bu kanalı kullanabiliyor. Anlatılanlara göre, vatandaşlar işbirlikçiler hakkında istihbarat ve Rus birliklerinin hareketlerine dair fotoğraflar yüklemek için de bu kanalı kullanıyor. Sıradan vatandaşlarca işletilen bir tür gerçek zamanlı kamu istihbarat ve gözetleme ağı bu.

 

Savaş başladığında, Ukrayna vatandaşlarının DİİA’daki özel verileri korunmak üzere Amazon’un AWS Snowball (Kartopu) adı verilen ve Cloud’un (Bulut) karasal muadili olan askeri sınıf hard disklerine aktarıldı ve Ukrayna dışına taşınarak Cloud’a yüklendi. Ukraynalıların savaşıp katlandığı kadar yıkıcı bir savaşta, bir halk topyekûn hükümetinin arkasında saf tutmuşsa, Devletinizin bir Akıllı Telefonda olmasının kesinlikle inanılmaz avantajları vardır. Peki bu avantajlar barış zamanında da geçerli midir? Zira Edward Snowden’dan da bildiğimiz gibi, gözetleme çift yönlü bir yoldur. Telefonlarımız bizim en yakın düşmanlarımız; onlar tarafından da gözetleniyoruz.

 

USAID “demokratik dünyayı korumak” amacıyla DİİA veya muadillerini diğer ülkelere de götürmeyi planlıyor. Sıranın başını ise Ekvator, Zambiya, Dominik Cumhuriyeti gibi ülkeler çekiyor. Endişe verici husus şu ki, DİİA gibi bir uygulama bir kez “savaş için yeniden tasarlandı mı,” bu tasarımın barış için “geri alınması” ya da “hükümsüz bırakılması” mümkün olacak mı? Topyekûn silahlandırılmış vatandaşlar silahsızlandırılabilecek mi? Özelleştirilen veriler gayri-özelleştirilebilecek mi?

 

Hindistan da bu yolda epey yol katetmiş durumda. Modi’nin başbakanlığının ilk döneminde, Hindistan’ın o zamanki en büyük şirketi olan Reliance Industries sudan ucuz bir akıllı telefonla birlikte paketlenmiş gelen ücretsiz bir kablosuz veri ağı olan JİO’yu faaliyete geçirdi. Reliance Industries şirketi bu agresif hamleyle piyasadaki rekabeti başarıyla ekarte ettikten sonra abonelerden cüzi bir ücret talep etmeye başladı. JİO, Hindistan’ı dünyanın en büyük (Çin ve ABD’nin toplamından bile büyük bir) kablosuz veri tüketicisi haline getirdi.

 

2019 itibariyle Hindistan’da 300 milyon akıllı telefon kullanıcısı vardı. İnternete bağlı olmanın tüm yadsınamaz faydaları bir yana, bu milyonlarca insan sosyal medya aracılığıyla telefonlarına durmaksızın akan nefret dolu, toplumsal açıdan radyoaktif mesajlaşmalar ve sonu gelmez yalan haberleri soğurmaya hazır bir kitleye dönüştü. İşte burada süslerinden soyunmuş, çıplak Hindistan’la karşılaşırsınız.

 

Burada, bu dijital ortamda, Müslümanlara yönelik soykırım ve toplu tecavüz çağrıları güçleniyor. İntikamcı Hindu savaşçıların Müslümanları katlettiği videolar ve Müslümanların Hinduları öldürdüğü ya da Müslüman meyve satıcılarının (tıpkı Nazi Almanya’sında tifüs yaymakla suçlanan Yahudiler misali) Covid’i yaymak için gizlice meyvelere tükürdüğü sahte videoların insanları öfke ve nefret çılgınlığına sürükleyecek şekilde sürekli dolaşıma sokulduğu bir ortam bu. Düzenli bir ordu için kanunsuz milis güçleri neyse, Hindu Üstünlükçülerin sosyal medya kanalları da ana akım medya için odur. Milisler, düzenli bir ordu için yasadışı olan faaliyetleri gerçekleştirebilir.

 

Hindistan’da yaşanan dijital devrim, büyük şirketlerin çıkarları ile Hindu Üstünlüğünün nasıl mükemmelen örtüştüğünün kusursuz bir örneğidir. Hint vatandaşları milyonluk kitleler halinde dijital arenaya sokuldukça, eğitim, tıbbi bakım, ticaret, bankacılık, gıda paylarının yoksullara dağıtımı gibi tüm yönleriyle hayat külliyen çevrimiçi yaşanır hale geliyor. Sosyal medya şirketleri, bu dudak uçuklatan pazar payını denetiminde tutan hükümete karşı giderek daha dikkatli ve özenli olmak zorunda.

 

Çünkü hükümetin tadı kaçarsa, âdet edindiği üzere, her şeyi tümden kapatabilir. Bugünlerde, hükümete internet üzerinde akıl almaz yetkiler verecek olan yeni 2023 Dijital Hindistan Yasası’nın meclisten geçmesini bekliyoruz. Hindistan halihazırda dünyadaki tüm ülkelerden daha fazla internet kapatma cezası uyguluyor.

 

2019 yılında, Keşmir vadisinde yaşayan yedi milyon kişi aylarca süren kapsamlı bir telekomünikasyon ve internet kuşatması altına alındı. Telefon görüşmesi yok, kısa mesaj yok, yazışma yok, tek kullanımlık şifre yok, internet yok. Hepsi yasak. Üstelik etrafta onlar için Starlink uydusu bırakacak kimse de yoktu.

 

Ben bugün burada konuşurken, 27 milyon nüfuslu Pencap eyaleti tam dört gündür aralıksız, polisin destek toplamasından endişe edilen bir siyasi kaçağın peşinde olduğu gerekçesiyle dayatılan internet yasağına katlanıyor.

 

2026 yılı itibariyle Hindistan’da bir milyar akıllı telefon kullanıcısı olacağı öngörülüyor. Bu veri hacmini Hindistan’a özel tasarlanmış bir DİİA uygulamasında hayal edin. Onca verinin özel şirketlerin eline geçtiğini düşünsenize. Ya da faşist bir devletin ve onun hakim ideolojiyle beyni yıkanıp silahlandırılmış yandaşlarının.

 

Örneğin, X devletinin yeni bir vatandaşlık yasası çıkardıktan sonra kendi vatandaşlarından milyonlarca “mülteci” ürettiğini varsayalım. Onları sınır dışı edemiyor, hepsi için hapishane inşa edecek parası da yok. Ama zaten X ülkesinin Gulag’a ya da toplama kamplarına ihtiyacı olmayacaktır. Yapacağı şey düpedüz onları kapatmak, bağlantılarını kesmektir. Yani akıllı telefonlarındaki devleti kapatması yeterli olacaktır. İşte o zaman haklardan, asgari ücretten, oy hakkından, sağlık hizmetinden veya gıda istihkakından fiilen mahrum bir işçi altsınıfına karşılık gelen muazzam bir hizmet nüfusu elde etmesi mümkün olur.

 

Mülteci vatandaşların kayıtlarda yer almasına da lüzum yoktur. Bu da X ülkesinin istatistiki göstergelerine muazzam bir iyileşme olarak yansıyacaktır. Böylesi bir manevra devlet açısından son derece verimli ve şeffaf olabilir. Hatta X devleti bu sayede büyük bir demokrasi izlenimi bile uyandırabilir.

 

Böyle bir devlet nasıl kokardı? Ya da tadı neye benzerdi? Hiç bilmediğimiz bir şeye mi? Yoksa çok tanıdık bir şeye mi?

 

Sabrınız için teşekkür ederim. Şimdilik sizi bu düşüncelerle baş başa bırakayım. Ülke nedir? Devlet nedir? İnsan nedir? Ve yazar kimdir ya da nedir?

 

22 Mart 2023, Stockholm

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Sevgili Papa, N’olur Bize Gülme
Onuncu Erkek Kuralı
Montreal Katliamı Beni Feminist Yaptı

Pin It on Pinterest