Sibel, başka birçok belgesel sinemacı gibi, başından beri “ötekiyi” seyretmeyi ya da seyrettirmeyi değil, anlamayı seçti. Belki de o yüzden eli herkese değdi.

MEYDAN

Öznelerini Sırtlanan bir Sinemacı: Sibel Tekin

“10/10/2015 tarihinde Tren Gar’ı önünde miting hazırlığı için toplanan grubun kortej hazırlığına devam ettiği sırada, saat 10:04:29 ve 10:04:32 sıralarında peş peşe iki kez patlama meydana geldiği, patlama sonucunda yukarıda açık kimlikleri yazılı ikisi çocuk toplam 100 vatandaşın öldüğü ve yukarıda açık kimlik ve adres bilgileri yazılı 20’si çocuk toplam 391 vatandaşın yaralandığı anlaşılmıştır.”

 

Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı sayılan 10 Ekim Ankara Gar Katliamı, savcının iddianamesinde bu sözlerle tanımlanıyor.

 

Biz, önce iddianameyi görmedik tabii, önce bombaları ve öfkeyi gördük. Bombaları alanda, insanların üzerinde, öfkeyi ise bir anlık şaşkınlıktan sonra insanların gözlerinde. Sibel ve ben.

 

Sonra sevdiklerini alanda bırakanları, yaralıları ve kederi gördük. O ilk bakış zamanla filiz veren, büyüyen, dallanan bir dayanışmaya dönüştü. Anladık ki; aynı yerden kırılmış olmak insanları başka hiçbir şeye benzemeyen bağlarla bağlıyor. Sibel bu birlikteliğe en derinden, en kökten bağlananlardan biri oldu, daha o ilk bakıştan itibaren.

 

Güneşli ve çok kederli 10 Ekim sabahından hayli sonra; mahkemeler başladıktan, dosyadaki gizlilik kararı nihayet kalktıktan ve biz iddianameyi de gördükten sonra, yavaş yavaş belirmeye başladı aklımızda belgesel yapma fikri. Acı tazeydi, adalet çok uzaktaydı ve bir şeyler yapmak, yaşananları bizi tanımayanlara haykırmak gerekiyordu. Bir belgesele başladık öyle olunca; Sibel ve ben, iki kadın belgesel sinemacı.

 

Meseleleri ne kadar farklı olursa olsun, hemen bütün belgesel sinemacı kadınların konuları değilse bile, konularına yaklaşma ve ilişki kurma biçimi kadınca. Çoğu kadın yönetmen sanırım ki çoğu erkek yönetmenden çok daha nezaketle ele alıyor konusunu. Hikayesinin öznelerini, özne olarak kabulleniyor, nesneleştirmiyor. Dahası hikayesini kurarken oluşan yeni ilişkileri sırtlanıyor, film bittikten sonra da sürdürüyor, bir şekilde o hikâyenin takipçisi oluyor. Demem o ki; biz kadın sinemacılar “büyük” meselelerle uğraşırken de, bir yandan ortalığı topluyor, masanın üzerine bir demet nergis koyuyor, kedileri besliyor ve yeni tanıdığımız, yeni sevdiğimiz insanları sırtlanıyoruz.

 

Ve hangi filmi yaparsa yapsın, kadın sinemacıların aklının bir köşesinde genellikle şu soru oluyor; “bir film yapmak için herhangi bir gruba girip, oradaki insanlarla ilişki kurup, bir dönüşüme neden olup, nihayetinde işimiz bitip çekip gittiğimiz zaman geride ne kalıyor? Geride bıraktıklarımıza ne oluyor? Ya bize? Biz nasıl dönüşüyoruz?”

 

Pınar Selek, kendi ismini taşıyan web sitesinde yer alan, hemen aynı soruları sorduğu “Kenardakilerle Çalışmak mı?” isimli yazısında bu meseleyi araştırma etiği açısından ele alıyor ve diyor ki; “bu sorular özellikle egemen olandan farklı duran, dışlanan, sürekli müdahaleye ve şiddete uğrayan dezavantajlı toplumsal gruplara dair çalışırken ciddi sorunlar yaratıyor. Çünkü bu sorunların söz konusu gruplara etkisi daha ağır oluyor… Zira “öteki”yi sergilemek, “öteki”yi seyretmek, “öteki” hakkında konuşmak ötekileştirme sürecinin parçalarıdır.”

 

Sibel, başka birçok belgesel sinemacı gibi, başından beri “ötekiyi” seyretmeyi ya da seyrettirmeyi değil, anlamayı seçti. Belki de o yüzden eli herkese değdi; sokaktaki direnişçiye, eylemciye, kendisinden yardım isteyenlere, bir şekilde hak ihlaline uğramış herhangi bir başkasına, göçmenlere, göçmenler için çalışanlara… Bu onun iş yapma biçiminin, hatta varoluşunun bir parçası. Her ne yaparsa yapsın; bir eylemi çekse de, uzun soluklu bir belgesel için hazırlansa da, yeni bir film için araştırma yapsa da, objektifin önünde olanlarla ilişkilerini hep göz hizasında kurdu, öykülerini anlattıklarıyla omuz omuza durdu.

 

Sibel bir süredir, yaz-kış saati uygulamasının iptalinin özellikle emekçilerle öğrenciler için yarattığı güçlükleri anlatacağı “Karanlıkta Başlayan Hayatlar” isimli proje ile uğraşıyordu. Ancak bu yeni filme başlamasıyla, durması bir oldu. Çünkü araya pandemi girdi ve herkesin evine kapandığı o neşesiz zamanlarda Sibel de başka işlerle uğraştı. İkimiz beraber farklı alanlardan kişilerle pandeminin yaşattıklarına ilişkin röportajlar yaptık mesela. Sonra Sibel, Aslı Esma Karaca ile yaptıkları o güzelim filmin, Beyaz Motosiklet’in kurgusunu tamamladı. Bu işler ve başkaları bitti, hayat normalleşti ve Sibel pandemi öncesinde başladığı işine geri döndü. Gelmeyen sabahın karanlığında elinde kamerasıyla sokaklara çıktı.

 

İşte tam da o sırada, bir gece yarısı evi basıldı. Gözaltına alındı ve 17 Aralık’ta tutuklandı.

 

“..mesleki kimliğini kullanmak suretiyle ceza infaz kurumu servis güzergahı, okul ve polis aracının videosunu çekmek suretiyle keşif faaliyetinde bulunduğu, keşfin yapıldığı saatin yer bakımından kamusal unsurların bulunduğu, zaman bakımından ise işe gitme saati ve karanlıktan faydalanmak suretiyle video çekimi ve kayıt alma işleminin fark edilmeden yapılabileceği bir saat dilimi olduğu, mesleği ve savunmasının aksine gündüz vakti veya iş dönüşü veya aydınlık ortamların bulunabileceği ve daha sembolik yerler belgeselde kullanılabilecekken izleyici kitlesi açısından herhangi bir anlam ve önemi olmayan yine görüntü kalitesi olarak izleyeni net bir şekilde bir şey seçemeyeceği video içeriklerinin şüphelinin savunmasını desteklemediği…”

 

Sibel içerideyken önümüze düşen bu iddianameyi sindirmemiz – böyle bir şey mümkünse – hayli zaman aldı. Savcı iddianamesinde, karanlığın karanlıkta çekilmiş görüntülerle anlatılmasını suç delili saydı. Yetmedi; Sibel’i, savunmasının aksine gündüz vakti veya iş dönüşü veya aydınlık ortamların bulunabileceği daha sembolik yerler belgeselde kullanılabilecekken izleyici kitlesi açısından herhangi bir anlam ve önemi olmayan” çekimler yapmakla itham etti.

 

Karanlıkta Başlayan Hayat adlı bir belgeselin aydınlıkta çekilmesi gerektiğini vaaz vermek ve yıllarını belgesel sinemaya vermiş Sibel’e sinema öğretmek çoğumuza trajikomik gibi görünse de aslında yaşadığımız çağa ilişkin hayli ipucu veriyor.

 

 

Yaşayarak görüyoruz; kendisini egemen olandan farklı bir yerde konumlandıran çoğu kişi, hakikatin alanından ustalıkla çekilip çıkartılıyor, yaratılan yeni ve yapay gerçekliğin içine tıkıştırılıyor ve kendisine biçilen o yeni “role” uygun davranması bekleniyor. Bu iyi bildiğimiz, defalarca izlediğimiz bir film. Bu filmde gerçekler ustalıkla gizleniyor, biçim değiştiriyor, yapay bir gerçeklik yaratılıyor. Böylece doğru ve yanlış arasındaki ayrım silikleşiyor, hakikat ise o gri alanda giderek kırılganlaşıyor.

 

Ralph Keyes “Hakikat Sonrası Çağ; Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma” isimli kitabında; “gerçeği örtbas etmeye gerekçeler buluyoruz. Ben buna hakikat sonrası diyorum. Hakikat sonrası bir çağda yaşıyoruz. Hakikat sonrası etik açıdan bir alacakaranlık kuşağında yer alıyor. Yalancı olduğumuz düşünülmeden gerçeği gizlememizi sağlıyor” diyor. (Delidolu Yayınları, s.19.) Hakikat sonrası çağı kuranlar bizlerden; Tekel direnişine sevinip film yapan, Gar Katliamına kahrolup film yapan, sabahın alacakaranlığında işe başlamanın ne demek olduğunu merak edip film yapan, hakikate ulaşmak için elinde kamerasıyla her yerde olanlardan suçlular imal ediyor.

 

Eli kameralı suçlulara dönüştüğümüz bu fantastik dünya, onu kuranlar da düşünüldüğünde, Alice’in bir tavşan deliğinden geçip gittiği Harikalar Diyarını hatırlatıyor; iskambil kartları canlı, hayvanlar konuşuyor, cisimler bir büyüyor, bir küçülüyor, sesler ve zaman bu dünyanınkine hiç mi hiç benzemiyor.

 

Ama kahramanımız Alice, tam da “kafasını uçurun” diye haykırarak gezen kraliçe tarafından idama mahkûm edildiğinde, bu fantastik dünyadan çıkış yolunu bulur. Her seferinde böyle olur bu.

 

İşte o zaman, yani Alice masalı terk edince, kitap biter, kapak kapanır.

 

 

Not: Kapak kapandığında göçüğün dibindeki depremzedeler ya da soğukta aç, açık ve çaresiz bırakılmış diğer depremzedeler, onların kahrını kendi kahrı sayan milyonlar, dünyanın herhangi bir yerindeki yıkımdan, zulümden, talandan, savaştan kaçıp buralara sığınmış göçmenler, göçmenleri canla başla savunanlar, cümle katliam mağdurları, kadınlar ve erkekler, muktedirin düşündüğü gibi düşünmeyen, inandığı gibi inanmayan milyonlar, yani ezilmesi “vacip” olan hepimiz; bir ve eşit sayılacağız.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

‘Asıl kimse çocuklara saygı duymuyor’
Metin Erksan 1990’dan Bildiriyor: Sinemada Sansür Akıldışı, Olanaksız ve Sakıncalıdır
Eşitlik Yoksa “Kadına Yönelik Şiddet” ve “Kadın Cinayetleri” Var

Pin It on Pinterest