Beyaz olmayan kadınlar ve marjinalleştirilmiş diğer insanlar çok uzun süredir travma ve keder hikâyelerini kusup durdular. Hikâyelerimizi anlatmayı ve empati dilenmeyi bırakıp yalnızca sistemik değişiklikler talep etmenin vakti geldi.

MEYDAN

Travma Feminizminin Tehlikeleri

 

Yasmin Nair’in 13 Aralık 2022’de Current Affairs politika ve kültür dergisinde yayınlanan yazısı Pınar Üzeltüzenci tarafından çevrildi.

 

 

 

Pakistan doğumlu avukat, feminist aktivist ve Uluslararası Af Örgütü eski yönetim kurulu üyesi Rafia Zakaria, bir yerel topluluk ve uluslararası kadın sorunları için bağış toplama etkinliğine doğru ilerliyor: Bir arkadaşı Pakistan’da feminizm konusunda konuşması için onu önermiş. Geleneksel kıyafetlerini giymediği için kendisini hafifçe azarlayan beyaz bir kadın tarafından karşılanmak onu şaşırtıyor, derken Pakistan’dan el sanatları olarak lanse edilen turistik tchotchke’lerin istiflendiği bir masanın önünde dikilmesi için yönlendiriliyor. Zakaria’nın görevi, etrafında dolaşan beyaz yardımsever kadınlar ve uygun biçimde otantik elbiseler giymiş diğer “yerli” kadınlarla ilgilenmek, onlarla ülkesi hakkında konuşmak ve ürünleri satın almalarını sağlamak. Ortamın küçük düşürücü bir sirk olduğunu fark eder etmez oradan ayrılıyor ama önce arabasında oturup maruz kaldığı bu aşağılanma yüzünden yarım saat ağlayacak.

 

Beyaz olmayan birçok kadının aşina olduğu bir senaryo bu. Siyah Amerikalı kadınlar genellikle sol eğilimli örgütlerde çeşitliliğin yüzleri olarak görülür ama bu örgütlerin yönetiminde fiilen söz sahibi olmalarına izin verilmez. Yabancı uyruklu kadınlar, işyerlerinde egzotik özgünlükleri nedeniyle yüceltilir ve bunu ülkelerini temsil eden kostümlerle sergilemeleri istenir ama konuşmalarına izin verilmez. Bu kadınların analizleri ve siyasi çalışmaları ya görmezden gelinir ya da ustalıkla hiçbir şekilde takdir edilmeksizin örgüt kampanyaları içine soğurulur, ki bu da aslında Zakaria’dan talep edilen şeyi mecazi veya gerçek anlamıyla gerçekleştirmekten başka bir amaca hizmet etmez: orada dikilmek, otantik görünmek ve soru sorulmadan konuşmamak.

 

Zakaria’nın son kitabı Against White Feminism: Notes on Disruption (Beyaz Feminizme Karşı) baştan sona bu tür hikâyelerle dolu. Kitabın “Namus Cinayetleri, kadın sünneti ve Beyaz Feminist Üstüncülüğü” üzerine bir bölümünde Zakaria, bu tür gelenekler karşısında şoke olduğunu ifade eden ama bunlarla kendi kültürlerindeki benzer adaletsiz uygulamalar arasında bağlantı kuramayan beyaz feministlerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeker ve kendi hikâyesini anlatıyor: 25 yaşında, kendisini öldüreceğinden korktuğu Pakistanlı kocasından kaçıp aile içi şiddete karşı bir sığınma evine yerleşmiştir. Ölümü İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün namus cinayeti tanımına uyacaktır: “Bir kadının, ailesinin ‘namusunu lekeleyecek’ şekilde davrandığı algısı hayatına yönelik bir saldırıyı tetiklemek için yeterlidir.”

 

Gelgelelim Zakaria “sığınakta tanıştığı ve terk ettikleri eşlerinden şiddet görme olasılığıyla karşı karşıya kalan beyaz kadınlardan herhangi birinin ölümü”nün de namus cinayeti olarak kabul edilebileceğine dikkat çekiyor. “Kimse fark etmemiş gibi görünüyor ama namus ve ego, aynı ataerkil tahakküm güçlerinin farklı versiyonlarıdır” diyor kitapta. Bu hikâyeler, Zakaria’nın bazı fikirlerini açıklamaya yardımcı olsa da, kitabın en güçlü bölümleri ona duyduğumuz empatiye sırtını dayamadan sistemik ve kurumsal eleştiriler sunduğu bölümler. Kitabın “Endüstriyel Beyaz Kurtarıcı Kompleksi ve Nankör Kahverengi Feminist” başlıklı bölümünde, 1990’larda Hindistan’ın bazı kırsal bölgelerinde odun sobalarından kurtulmak için uluslararası bir sivil toplum kuruluşu öncülüğünde gerçekleştirilen bir girişimi ayrıntılarıyla anlatıyor Zakaria. Kadınlar bu sobaları MÖ 1800’den beri kullanılmaktadır ama reformcular odun yakmanın ekolojik açıdan sorun yarattığına (ki odun yakmak için ağacın tümüyle kesilmesine gerek yoktur) ve “temiz sobaların” kadınları odun toplama angaryasından kurtararak güçlendirip bağımsız, ücretli işçiler haline getireceğine hükmetmiştir.

 

Ama kadınlar bu temiz sobaları istemiyordur. DAWN‘nin (Development Alternatives with Women for a New Era-Yeni Bir Çağ için Kadınlarla Kalkınma Alternatifleri) kurucularından Hintli feminist Gita Sen‘in belirttiği gibi, “mevcut sosyo-ekonomik yapılar içinde işsizlik, düşük ücret, kötü çalışma koşulları ve ırkçılıktan mustarip erkeklerle eşitlenmek, yeterli veya değerli bir hedef değildir.” Kadınlar, gerçek ihtiyaç ve taleplerini hiçe sayan bir sistemin içine hapsolmuş durumdadır.

 

Zakaria’nın hayatıyla ilgili anlattıkları ilginç olsa da insan bir süre sonra bunları okumaktan sıkılıyor ve daha net analizler görmek istiyor. Bir avukat ve aktivist olarak köklü analitik deneyime sahip Pakistanlı kahverengi bir kadın neden önce okuyucuya sözde gerçek, mahrem benliğini, travmasını ve bir aile içi şiddeti mağduru olarak hayat hikâyesini anlatmak zorunda olsun ki? Böyle bir şey beyaz yazarlardan da talep ediliyor mu?

 

***

 

Kyla Schuller mesela kesinlikle böyle bir baskı hissetmiyor. Zakaria’nınkinden sadece birkaç ay sonra yayımlanan kitabının da kışkırtıcı bir başlığı var: The Trouble with White Women: A Counterhistory of Feminism (Beyaz Kadınların Sorunu: Feminizmin bir Karşı Tarihi). Schuller şöyle diyor kitabında:

 

“Feminizm içindeki hizipler arasında sesi en yüksek çıkan, ilgiyi en çok üzerine çeken ve kadın hakları mücadeleleri hakkında yazılan tarih kitaplarının çoğunu motive eden grup, beyaz feminizm olmuştur. Beyaz feminist politikanın sorunu, neyi ele almadığı ihmal ettiği ve kimleri dışarıda bıraktığı değil, ne yaptığı ve kimleri bastırdığıdır.”

 

Her bölümünde bir çift insanı öne çıkaran kitap bir dizi “karşı tarih” sunuyor okura: Bu çiftleri oluşturanlardan biri geleneksel olarak anlaşılagelmiş bir beyaz feministken, diğeri ise hayatı ve işi itibariyle onun taban tabana zıttı olan ve tarihsel olarak (Schuller’e göre) çoğunlukla unutulmuş biri. Böylece örneğin, Tom Amca’nın Kulübesi‘nin ünlü yazarı Harriet Beecher Stowe’un hayatı ve kariyerini, 1861 tarihli Incidents in the Life of a Slave Girl (Bir Köle Kızın Hayatındaki Olaylar) kitabının da yazarı Harriet Jacobs’unkiyle yan yana düşünüyor Schuller. Başka bir bölümde, The Transsexual Empire‘ın (Transeksüel İmparatorluk) kitabının trans karşıtlığıyla adı çıkmış feminist yazarı Janice Raymond ile trans müzisyen, sanatçı ve icracı Sandy Stone’u karşılaştırıyor. Stone, Raymond gibi feministlerin argümanlarını çürüttüğü The “Empire” Strikes Back: A Posttransexual Manifesto (“İmparatorluk” Misillemede: Posttranseksüel bir Manifesto) adında ünlü bir reddiye kaleme almıştı. Meseleyi anladınız. Sözgelimi Siyah veya kahverengi kadınlar ile beyaz kadınlar arasındaki güç farklılıklarını örnekleriyle ortaya koyan ilginç bir çalışma bu. Schuller kitapta kendine dair hiçbir hikâye anlatmıyor; yazdığı kadınlar hakkında birkaç hikâye okuyoruz sadece: marjinalleşme veya şöhret, zorluklara rağmen ulaşılan zafer, kurtuluş ve özgürlüğün kaybı üzerine hikâyeler. Güttüğü yüce amaçlara ve sarfettiği yakıcı sözlere rağmen, Schuller bu hikâyeleri anlatırken beyaz feminizmin iktidarına yönelik gerçek, keskin eleştiriler sunmak şöyle dursun, bilakis, beyaz olmayan kadınları halihazırda ezen güç dinamiklerini yeniden üretiyor.

 

 

Schuller, hakkında yazdığı kadınların hayatlarını Günümüz Feministleri için Kolay Sindirilebilir Dersler (potansiyel bir TED konuşması başlığı), kendisini de Usta Masal Anlatıcısı olarak sunmaya hevesli görünüyor. Böyle yaparak da onları patolojikleştiriyor ve akla etnik klişeleri getiriyor. Örneğin, kitabın Settler Mothers and Native Orphans: Alice C. Fletcher and Zitkala-Ša” (Yerleşimci Anneler ve Yerli Yetimler: Alice C. Fletcher ve Zitkala-Ša”) başlıklı bölümünü ele alalım. Alice C. Fletcher, 1887 tarihli Dawes Yasasının geçirilmesine yardımcı olan beyaz bir antropologdu: Yerli halklar arasındaki komünal mülkiyet anlayışını sona erdirerek özel mülkiyeti dayatan bir yasaydı bu. Devletin Yerlilerin yaşamına daha fazla saldırmasıyla sonuçlanmış ve çocukların atalardan kalma geleneklerin dışında “eğitilmesi” amacıyla ailelerinden acımasızca koparılmasını rasyonelleştirmişti. Zitkala-Ša, çocukken annesinden koparılmasıyla ilgili deneyimini yazan, Yankton Dakotalı bir yazar ve aktivist. Schuller’in kitapta onu konu aldığı bölüm şöyle başlıyor: “Sekiz yaşındaki Zitkala- Ša doğuda yetişen büyük kırmızı elmalardan haberdar olmadan evvel Güney Dakota’nın güneydoğu kırlarında ve engebeli yeşil tepelerinde özgürce koşardı. Güderi üzerine boncuklu desenler işleyerek veya kış için kuru meyve ya da et hazırlayan annesine yardım ederek gündüz işlerini bitirdikten sonra kanvas çadırların arkasında yükselen yamaçlara fırlardı.” Vesaire.

 

Schuller, Zitkala-Ša’nın hayatından çeşitli yaşanmış hikâyelere yer veriyor vermesine ama bunu yaparken şu basmakalıp, doğada özgürce koşan “Kızılderili” çocuk imgesine dayanan bir hikâye üretmekten de geri durmuyor. Zitkala-Ša gerçekten de böyle bir çocuk olabilir tabii ama aynı zamanda sözgelimi evlilik ve benzeri konularda alışılmadık görüşleri ve pratikleri olan biridir de. New England Müzik Konservatuarı’nda keman eğitimi almış, hatta bir opera (bir Amerikan Yerlisi tarafından yazılan ilk operayı) bile yazmıştır. On parmağında on marifet olan, ateşli ve mücadeleci tabiata sahip bir kadındır ama tüm bunlar onun özselleştirilmiş kimliğinin yanında ikinci plana atılmıştır ve daha da kötüsü, Schuller onu unutulup gitmiş bir kadın olarak resmeder. Schuller bu bölümü şu sözlerle bitiriyor:

 

“[Zitkala-Ša’nın] arkasında bıraktığı pek az şey de, büyük ölçüde, şiddetle karşı çıktığı yerleşimci normların gölgesinde kalmıştı. New York Times yayınladığı kısa ölüm ilanında Bayan R. T. Bonnin’in Amerikan Yerlilerinin hakları alanındaki çalışmalarından bahsederken, kendi ölüm belgesinde yalnızca ‘Güney Dakota’dan Gertrude Bonnin – Ev Hanımı’ yazıyordu.”

 

Bu sözler Zitkala-Ša’nın unutulduğunu, onun unutulmuş geçmişini yeniden canlandıranınsa Schuller olduğu izlenimini verse de, gerçek şu ki Zitkala- Ša bir süredir tanınan ve hakkında yazılan biri: 1997’de Ulusal Kadın Tarihi Projesi bir ay boyunca onun adıyla düzenlendi, 2006’da Venüs’te bir kratere onun adı verildi ve Virginia, Arlington County’de Henry Clay’in adını taşıyan bir park 2020’de onun onuruna yeniden adlandırıldı. Hatta Google, 22 Şubat 2021’deki doodle’larından birini ona adadı. Ama elbette, Zitkala-Ša’yı üzgün, yalnız ve unutulmuş bir figür olarak sunmak Schuller’in işine gelir. Beyaz feminizmle ilgili başlıca sorun “en çok ilgiyi çekmek istemesi” ise, o halde Schuller’in Zitkala-Ša’yı unutulmuş olarak tanımlama projesi de bu sorunun bir parçasıdır.

 

 

Kitapta Sandy Stone da benzer bir muamele görüyor: Schuller ona ayırdığı bölümün sonunda Stone’un kendi çalışmasını okurken nasıl duygusallaştığını şöyle anlatıyor: “Sözleri hıçkırıklarla kesiliyordu. Günün birinde bir teorisyenler topluluğunun parçası olmayı hayal etmişti, şimdi yüzlerce ve yüzlercesinin arasındaydı.” Belli ki, Schuller bu cümlelerin duyguları harekete geçirmesini amaçlamış ve bunda bir bakıma başarılı da oluyor ama hikâye neden burada sonlanıyor? Stone aynı zamanda uluslararası alanda tanınan bir akademisyen, aktivist ve icracı. Bir ömür boyu elde edilen başarıları tek bir duygusal ana indirgemenin ne mânâsı var? 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru savrulurken Kederli Trans Kadın klişesi olmadan da yaşayabiliriz: Ne de olsa bu tanımlama Kötü Trans Kadın stereotipinin öteki yüzünden başka bir şey değildir. Schuller’se kendisini zımnen, Stone’a var olma hakkı tanıyan beyaz bir feminist olarak konumlandırıyor. Açık konuşalım: Schuller bu hikâyedeki Beyaz Kurtarıcıdır.

 

***

 

Gelgelelim beyazlık bazen sinsice, çaktırmadan süzülür.

 

Stone’un kitaptaki varlığı, çabuk gözden kaçırılan bir başka çetrefilli konuyu daha gündeme getiriyor: Beyaz bir kadın olarak kimliği. Stone’un trans bir kadın ve kamusal bir figür olarak yolculuğu kesinlikle dikkate değer olsa da, bu onun baştan sona beyaz olarak kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Kitap beyaz feminizmin bir eleştirisiyse, Stone’u beyazlık imtiyazlarından yararlanmıyormuş gibi göstermek niye? Schuller, ırksal kimliğinin Stone’a sağladığı imtiyazları hiçbir noktada anmaz: Beyazlığı görünmez bile. Bunun yerine, aynı bölümde Schuller, (biri Siyah, diğeri Porto Rikolu olan) trans aktivistler Marsha P. Johnson ile Sylvia Rivera’nın ve kurdukları radikal siyasi kolektif Street Transvestite Action Revolutionaries’in (STAR) sembolik ehemmiyetine ilişkin bir anlatıya saparak konuyu dağıtır. STAR queer tarihinin önemli bir parçası olabilir, ancak, dikkati merkezdeki beyaz kadının ırksal kimliğinden başka yere çekmek için kullanılmaktan daha fazlasını hak ediyor. Ama bunun yerine, Stone’un beyazlığı, hayat hikâyesinin duygusal bir yorumundan başlayıp Siyah trans devrimci aktivizminden geçen dolambaçlı bir yolla gizleniyor. Tüm giriftliğiyle trans tarihler ve siyaset üzerine her yerde daha fazla çalışma yapılması gerekiyor, evet, ama beyaz olmayan iki tanınmış trans kadınla ilgili faslı ana karakterin beyazlığını görmezden gelen bir bölüme sıkıştırmanın kimseye faydası yok.

 

Beyazlık, Asyalı kadınların yokluğunda, ölmeyen bir hidra [çok başlı mitolojik yılan – ç.n.] gibi yeniden ortaya çıkar. Beyaz feminizme karşı olduğunu ve alternatif tarihleri somutlaştırdığını iddia eden bir kitapta, ABD nüfusunun, içinde birçok feministin de olduğu mühim bir kısmının görünmezliği endişe verici olsa da şaşırtıcı değil. ABD’deki Asyalı Amerikan tarihi, The Trouble with White Women‘ın zahmetsizce sırtını dayadığı ikiliklere meydan okur. Schuller’in zulme dair basite indirgenmiş dünya görüşünün işe yaraması için, tarihi çok daha az karmaşık şekillerde sunması gerekir: köleleştirilmiş insanlara karşı köle sahipleri, sömürgeleştirilenlere karşı sömürgeciler. Bu manzaraya Asyalı Amerikalıları dahil etmek, coğrafya akımlarını, imparatorluğu/imparatorlukları ve karmaşık göç modellerinin yanısıra, Schuller’in sırtını yasladığı Siyah-beyaz ikiliğine direnen iktidar dinamiklerinin de hesaba katılmasını gerektirir: Asyalılar Birleşik Krallık, Karayipler ve Afrika’da sözleşmeli çalışma modellerine bağlı olarak değişen şekillerde Siyah veya “renkli” olarak tanımlanagelmiştir. İlk Hintli göçmenler ten renklerine bağlı olarak bazen beyaz olarak da sınıflandırılmıştır. ABD Nüfus Sayımında, her iki gruptan gelen itirazlara rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları halen beyaz kabul edilmektedir. Irk bir inşadır ve beyazlık da tüm diğer ırk kategorileri kadar inşa edilmiş bir kavramdır. Schuller’in büyük projesinin amacına ulaşması için “beyazlık” kavramının onun eleştirilerini savurabileceği sağlam bir duvar olarak düşünülmesi gerekir. Ama işin içine Asyalılar (Ortadoğulular ya da Kuzey Afrikalılar) girdiğinde hepsi cehennemi boylar. Beyazlık ikame edilebilirdir.

 

Sonuç olarak, bu kitaplar ve bu hikâyeler bize çözüm olarak ne sunar? Şüphesiz beyaz feminizm, siyaseti ve cüzdanları kontrol ederken, yalnızca iddiaları kaybetmeyi destekleyenalan ve kaynakları işgal ederek, içinden çıkılmaz bir sorun olmaya devam ediyor. Hillary Clinton’ın Trump’a karşı yarışıyor olması dışında insanların ona oy vermesi için hiçbir neden görmediğini hatırlayalım: onlarca yıldan ve muhtelif feminist “dalgalardan” sonra, beyaz feminizmin bize verip verebildiği en iyi argüman şuydu: “Öyle işte.” (Liz Truss konusunu zaten hiç açmayalım.)

 

Gerek Zakaria gerekse Schuller bir sorun olarak “kapitalizme” belli belirsiz işaret ediyor elbette ama Tucker Carlson’ın bile ara sıra anti-kapitalist kılığına girdiği bugünlerde bunu kim yapmıyor ki? Zakaria’nın sunduğu çözümler, hepten eskimiş bir retoriği yansıtıyor:

 

“Nihayetinde, beyaz feministler, tüm ırklardan kadınların eşitlik düzeyinde etkileşime girdiği gerçek bir dayanışmanın, başta yaşanmış deneyimlerden gelenler olmak üzere birçok farklı türden bilgi ve uzmanlığı barındırmak ve bunlara değer vermek anlamına geldiğini kabul etmelidir.”

 

Bu sözleri görüp de feminist bir STK’nın kuruluş manifestosunu okuyor gibi hissetmemek elde değil, doğrusu.

 

Schuller’in iddiasına bakılırsa, “Beyaz feminizm, beyaz olmayan kadınları, transları, engellileri ve yoksulları gerçekten kapsayıcı hale gelemez, çünkü yaptığı siyaset temelde onların hayatta kalmaları ile çelişmektedir.” Burada yine yoksul, trans ve engelli gruplar arasında yer alan ve beyazlıkları onlara belli imtiyazlar sağlayan (hatta onları ırkçı yapan!) beyaz feministleri manipülatif bir şekilde yok sayar. Schuller, görünürde tek bir Siyah transın olmadığı banliyölerde yaşayan, bahçe avlusu Siyah Transların Hayatı Değerlidir pankartlarıyla dolu hoş beyaz hanımefendi siyasetinden fazlasını önermez.

 

Beyaz feminizm ve sorunları hakkında nasıl farklı anlatılar üretebiliriz? Zakaria kendi kişisel hikâyelerine yer vermeseydi, örneğin DAWN ve ona bağlı Hintli feministlerin uluslararası STK güdümlü “feminist” gündeme nasıl karşı çıktıklarını ve ona kırsal Hintli kadınların ihtiyaçlarına daha iyi uyacak şekilde nasıl yeniden yön verdiklerini anlatsaydı ne olurdu (gerçi bize çok fazla ayrıntı vermiyor ama kendisinin kitapta işaret ettiği gibi, gerçekte olan da buydu)? Kitapta bu tür dinamikleri Hindistan bağlamında araştıran bir bölüme, beyaz feminizme karşı gerçek direnişin (hikâyesi değil) bir anlatısına yer verseydi müthiş olurdu. Ya Zakaria kişisel travmaları hakkında hiçbir şey anlatmasaydı nasıl olurdu?

 

Temel eleştirileri ve analizleri travma ve kişisel hikâyeler etrafında kurmak politik açıdan sorunludur, zira bu, beyaz olmayan kadınların duygusal iç dünyalarını sürekli olarak dış dünyaya ifşa etmelerini gerektirir. Bir okuyucu, örneğin aile içi şiddetin aslında travmatik olduğunu ve değişimin gerekliliğini, yazar kanıtlamadan anlayamıyorsa, onunla uğraşmanın mânâsı nedir? Zakaria ve Schuller empatiden medet umar. Peki insanların kadınlara üzülüp acımasına bel bağlamayan bir değişim siyasetini yaratmamız nasıl mümkündür?

 

***

 

Hikâyelerin bizi hiçbir yere götürdüğü yok. #MeToo hareketini düşünün: Hikâyelerden geçilmiyordu ama yapısal veya sistemik değişim taleplerinden tamamen kopuktu. Hollywood’un parıltısı ve ihtişamı içinde veya dışında, orta veya düşük seviyeli işlerde taciz edilmeye devam eden milyonlarca kadın için gerçek bir kazanımdan yoksun, berbat bir başarısızlıkla sonuçlandı. Onlarca yıldır kürtaj hakları ellerinden alınan kadınların hikâyeleriyle bağ kurup bunlara ağladık ve geldiğimiz yere bakın. Feminizm çok uzun süredir kadınlar için empati kazanmaya çalışıyor: Bir strateji olarak hikâye anlatıcılığından vazgeçmek zorundayız.

 

Hikâyelere değil siyasi iradeye ve analizlere ihtiyacımız var. Beyaz feminizmin karşıtı, beyaz kadınların yerine beyaz olmayanları yerleştiren bir gökkuşağı kartı değildir (gerçi bunun da olması gerekir). Sol siyaset hayatta kalacaksa, ki feminizm ancak Solun üstlendiği bir mücadeleyle hayatta kalabilir, kendi soyutlamalarının gücüne inanması gerekir.

 

 

Binbir Gece Masalları‘nda Şehrazat, kral kendisine aşık olup da onu kraliçesi yapana kadar ölümü her gece hikâyeler anlatarak kendisinden uzak tutar. Beyaz olmayan kadınlar ve marjinalleştirilmiş diğer insanlar çok uzun süredir, umursamaz ve duygusuz sistemlerden çaresizce bir gram kaynak elde etmeyi umarak travma ve keder hikâyelerini kusup durdular.

 

Hikâyelerimizi anlatmayı ve empati dilenmeyi bırakıp yalnızca sistemik değişiklikler talep etmenin vakti geldi.Şimdi isyan etme ve Kralı öldürme zamanı. Ve tabii Kraliçeyi de.

 

 

İllüstrasyonlar: Tom Humberstone

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YDindar Sağ ve Kürtaj Miti
Dindar Sağ ve Kürtaj Miti

Kürtaj meselesi 1970’lerde evanjeliklerin pek de umrunda değildi. Zira onlar evanjelik kurumlarda ırk ayrımcılığını savunmak için örgütlenmekle meşguldü, kürtaj yasağını ise sırf gerçek hedeflerinden daha “yenir yutulur” olduğu için sahiplendiler.

Bir de bunlar var

Kalenin Önündeki Zavallı Bekçi
Terfler, trans kadınlar ve feminizm
Asılalım Küreklere: Pınar Selek’in Nar Ödülleri Konuşması

Pin It on Pinterest