Başörtüsü ve LGBTİ+’nın bir araya gelmiş olmasına şaşırmak yerine bu iki konunun bağlantısız olmadığını, aksine devletin mahrem alanı, bedeni ve makul vatandaşı düzenlerken ikisini iç içe geçirmekteki niyetini anlamak gerek.

MEYDAN

Anayasanın ‘Yasak’lama İmtihanı ve İnkarın Muğlak Siyaseti

LGBTİ+ siyasetinin yeni anayasa düzenlemesi bağlamında çok önemli bir politik gündemi var son aylarda. Başörtüsünün kamusal statüsünü ve ailenin yalnızca kadın-erkek arasındaki birlikten oluşabileceğini yasal bir zemine bağlayacak düzenleme, aynı zamanda kesişimsel örgütlenmeyi büyütmek ve anayasa düzenlemesine HAYIR’ı yaymak adına LGBTİ+ örgütleri için önemli bir siyaset imkânına işaret ediyor. LGBTİ+ varoluşları daha da ötekileştireceği, hatta bunun yasaklanacağı, nefretin kurumsallaşacağına dair çok haklı bir dizi kaygı mevcut. Bu tartışmalar ekseninde muhalefete hayır oyu kullanmalarına yönelik çağrılar yapılıyor. Son olarak on iki LGBTİ+ örgütü “bizleri dinlemeden bizim adımıza karar veremezsiniz” başlığı ile bir açıklama yayınladı. Sosyal Politika Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPOD) de hem meclisteki siyasi partilerle birebir toplantılar yaparak hem de sosyal medya üzerinden “HAYIR” siyasetini örgütlüyor. Avrupa Parlamentosu da evlilik eşitliğinin önüne bir engel daha çıkacağı konusunda kaygılarını dile getirdi ve düzenlemeyi eleştirdi. Yine Türkiye’den farklı feminist ve meslek örgütleri konu ile ilgili eleştirilerini dile getirmeye devam ediyor.

 

Bu yazının amacı bir süreç özeti yapmaktansa bu tartışmalardan hareketle üç önemli konuya dikkat çekmek: 1) iktidarın bu konuyu gündem değiştirme hamlesi olarak yapmadığı, tam olarak da konunun Türkiye’deki neoliberal yeniden üretim krizinin merkezinde olduğunu göstermek ve iktidarın tahayyül ettiği toplumsal yapının tek koşulunun ikili cinsiyet sistemi olduğunun altını çizmek. 2) Sapkın akımlar, küresel lobi faaliyetleri gibi ifadelerin sıradan bir nefret, komplo ve ötekileştirme dili olmadığı, aksine AKP hükümetinin inkâr üzerinden şekillenen yönetim modeli olduğuna dikkat çekmek. 3) Son olarak da LGBTİ+ ve başörtüsü konularının ilk defa birbirine karşı kullanılmadığını hatırlatmak ve kesişimsel siyasetin önemini vurgulamak.

 

 

 

Gündemi saptırma değil gündemin ana konusu!

 

Bu konunun sık bir şekilde Türkiye’deki var olan politik gündemlerin ve derinleşen ekonomik krizin üstünü örtmek için geliştirildiği, enflasyon vs. gibi ‘maddi’ gerçek konular konuşulmasın diye bir gündem değiştirme çabası olduğu dile getiriliyor. Örneğin Avrupa Komisyonu da yaptığı açıklamada buna değindi. Artık siyasi meşruiyeti kalmayan iktidar yeniden meşruiyet arayışını toplumu LGBTİ+’lar üzerinden kutuplaştırarak bulacak. SPOD yürüttüğü kampanyada Türkiye siyasetinin konuşulması gereken fakat yeterince konuşulmayan bir dizi gündemine vurgu yaptı. Örneğin, “öğrencilerin iradesine kayyum atayanları yalnız bırak, Hayır’ı örgütle”, “nefret suçları karşısında cezasızlık teşvik edenleri yalnız bırak, Hayır’ı örgütle”. Bu kampanya bir yandan iktidar bloğunun bu düzenlemeyi yapacak meşruiyetinin olmadığını belirtmesi açısından çok önemli. Ancak bu kampanya ile ilişkilenirken bunu bir gündemi örtme çabası olarak algılamamalıyız.[i]

 

AKP’nin başını çektiği blok LGBTİ+’lara karşı saf bir nefret mi duyuyor yoksa muhafazakâr-neoliberal aile için ihtiyacı olan heteronormatif aileyi inşa etmesinin tek koşulu bu mu? AKP bir yandan sağlık alanında yaptığı düzenlemeleri sürekli olarak yeniden servis edip mitleştirirken diğer yandan da sağlık sistemini özelleştirmeye devam ediyor ve sağlık kamunun erişiminden uzaklaşıyor. Büyük şehirlerde dermatoloji, kardiyoloji, iç hastalıkları gibi uzmanlık dallarında randevu bulmak neredeyse imkânsız. Özellikle sağlık alanındaki beyin göçü çok çarpıcı. Sonuçta karşılaştığımız, özellikle bakım-verme (care) gibi yeniden üretim konularının devletin sorumluluğundan çıkıp, ‘özel alanın’ yani ailenin sorumluluğuna itilmesi. Çocuklara, yaşlılara, hastalara devlet bakmıyor, bakamıyor. Hükümet, kendi sorumluluğunu çok çocuklu heteronormatif ailelere yüklemek ve olası çatışma kanallarının önünü kapatmak istiyor. LGBTİ+’ları canavarlaştıran siyaseti bu hat üzerinden düşünmek oldukça yararlı. Çocukların korunması vs. gibi bir dizi siyaset de doğrudan bununla ilgili[ii]. Burada feminist bir ifşa metodu kullanarak neoliberalizmin ne tip şekillerde kendini ürettiği ve var olan normatif cinsiyet ilişkilerini koruduğu üzerine düşünmemiz gerekiyor.

 

İktidar bloğunun yürüttüğü nefret siyaseti, aslında bir nefret hikayesi değil. Heteronormatif ailenin bir yeniden üretim krizi yaşadığını gösteriyor. Fakat bu ailenin sadece yeni çocuklar dünyaya getirmek üzerinden demografik bir misyonu yok. Burada neoliberalizmin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan ‘emek’, ‘ahlak’, ‘beden’ konularında da bir dizi formasyon sağlıyor. Bu yüzden bu nefret siyasetinde karşılaştığımızın, sadece heteronormatif ailenin krizi değil, toplumun da yeniden üretim krizi olduğu konusunda ısrar ediyorum. Böyle baktığımızda bu anayasa çalışmasının enflasyon tartışmalarından daha değersiz olmadığını, aksine tüm krizin ortasında yer aldığını daha iyi kavrayacağız. Bu süreçte, aile kavramı da hiç olmadığı kadar önem kazanıyor[iii]. Sadece muhafazakârların değil; LGBTİ+’ların da dönüştürdükleri, eğip büktükleri aileleri anlatıp duyurma ihtiyacı artıyor. Bu aileleri kurabiliyoruz, fakat anlatabiliyor muyuz?

 

 

 

İnkâr siyaseti: tanımlamadan yasaklamak

 

Medeni kanun şu haliyle hemcins evlilikleri gündem etmiyor, fakat, eğer ki bu anayasa düzenlemesi 400 oyu bulup ‘evet’ ile sonuçlanırsa, evlilik birliğinin anayasal olarak sadece kadın ve erkek arasında kurulabileceğine dair net bir ifade yer alacak. Sıkça altı çizildiği gibi bu düzenleme aynı zamanda aile kurumuna yönelik bir dizi tehdit tespit ediyor ve “sapkın akımların dayatmaları” karşısında aile kurumunu güçlendirmeyi amaçlıyor. Ancak düzenleme hiçbir şekilde lezbiyen, gey, biseksüel, trans, kuir, interseks, artı gibi kategorik bir açıklama yapmıyor ve düzenlemenin temel hedefi olan grupları sapkınlık ve küresel lobi altında kim olduğu belirsiz bir öznelliğe hapsediyor.

 

Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenciler, gökkuşağı bayrağı üzerinden yargılandıkları davadan beraat ettiler. İddianameye istinaden avukatların kanıtlamakla yükümlü olduğu durum gökkuşağının yargılanıp yargılanamayacağı ve aslında gökkuşağı bayrağının terör ile ilişkisinin olup olmamasıydı. Bizler her ne kadar yüksek sesle gökkuşağı yargılanamaz diye belirtsek de bu süreç yargıya intikal etti. Hem devletin kaynakları kötüye kullanılmış oldu hem de yargı aracılığıyla gökkuşağının suç unsuru sayılması için ürkütücü bir zemin sağlanmaya çalışıldı. Yeni anayasa düzenlemesi ile ilgili tartışmalar başladığında aklımda sürekli olarak olası yargı süreçleri belirdi çünkü yargısal olarak devletin kendini imkânsız bir alana sıkıştırmaya çalıştığını düşündüm. Örneğin LGBTİ+ birine bu yeni düzenleme aracılığı ile dava açıldığında iddia makamı suçlu olduğu düşünülen kişi ve sapkın akımlar arasında nasıl bağlantı kuracak? Sapkınlığın somut delili ne olacak? Genel ahlak gibi muğlak ifadelerle geçmişte LGBTİ+ örgütlerine kapatma davaları açıldı. Bu yeni düzenleme benzer muğlaklık alanlarını genişletip yeniden üretecek. Önceki konu örgütlenme özgürlüğü iken bu defa olayın kapsamı çok daha büyümüş olacak. Genel ahlakın yetmediği bir başka irrasyonalite alanı sapkınlık. Bu yüzden de iktidarın dışarıda bırakma siyasetini düşünürken kullandığı muğlak dil üzerine düşünüp, siyasetin konusu haline getirmemiz gerekiyor.

 

 

 

Yasaklayabilmek için önce tanımlamak gerekiyor. Yasaklama stratejileri özellikle sömürgeci coğrafyalardan çok iyi bildiğimiz önemli bir yönetişimsel model. Tanımlanmamış ifadelerin muğlaklığı, aslında Türkiye’deki tanınma siyasetlerinin karşılaştığı zorlukları da anlatıyor. LGBTİ+ örgütleri pek ala bu düzenlemeleri göz ardı edebilirdi kendilerinin sapkın akım ve küresel lobi güçleri olmadığına dair bir gerçeklik yoklaması yaparak. Fakat öyle yapmadılar ve olayı sahiplendiler. Benzer şekilde sanatçı Gülşen’in yargılama sürecinde de iddia makamı ne Gülşen’in sahne kıyafetlerinden bahsetti ne de LGBTİ+’lara verdiği açık destekten. Fakat LGBTİ+ örgütleri yine bu konuda da bir refleks gösterip ortak bir açıklama yayınladılar; LGBTİ+’lara destek veren sanatçılar yıldırılmaya çalışılıyor amaç bizim yalnız bırakılmamız dendi. Böylece hem kendilerinin hem de Gülşen’in yalnız olmadığını vurgulamış oldular. Her ne kadar hükümet yetkilileri “LGBT’liler” gibi bir ifade ile bu grubu yasa dışı bir örgüt gibi gösterse de yasal mecralarda ve yazılı iletişimde bu grubun adının anılması devletin imtina ettiği bir şey. Söz uçar yazı kalır devletin tanıma siyasetinin özeti gibi.

 

Devlet doğrudan LGBTİ+’ları ağzına alıp yasal bir mecra olan iddianamede adını geçirmezken, LGBTİ+ örgütleri buradaki öznesizlik siyasetinin karşısında çok önemli bir hamle yaptı. Aslında Türkiye’deki kuir siyaset iktidarın inkâr siyasetini çok iyi kavramış durumda ve adeta cümledeki gizli özneyi bulurcasına kendisinden bahsedildiğini, öznenin kendisi olduğunu çok net anlayıp bunun üzerinden siyaset yürütüyor. Bu tartışmalar çok önemli siyaset alanları doğuruyor. Özellikle LGBTİ+ örgütlerinin ortak yayınladığı açıklamada da değinildiği gibi anayasa aynı zamanda devletin ve iktidarın da gücünü sınırlayan toplumsal bir alan. Sivil toplumu aktif şekilde kullanıp pedagojik anayasal bilgi üretimine de katkı sağlıyorlar. Fakat tanınma ve eşitlik siyasetini düşünürken iktidarın doğrudan tanımlamadan yürüttüğü kaçamak inkâr siyasetini de daha iyi kavrayıp siyasetin konusu yapmak gerekiyor. Burada karşılaştığımız, ezberlerimizdeki ayrımcılık ve dışlama siyasetlerinden çok daha karmaşık.

 

 

Başörtüsü ve ailenin istenmeyen çocuğu LGBTİ+’lar

 

Başörtüsü ve LGBTİ+’nın bir araya gelmiş olmasına şaşırmak yerine bu iki konunun bağlantısız olmadığını, aksine devletin mahrem alanı, bedeni ve makul vatandaşı düzenlerken ikisini iç içe geçirmekteki niyetini anlamak gerek[iv]. Aslında bu ilk defa karşılaştığımız bir durum değil. Başörtülü öğrenciler üniversitelerden uzaklaştırıldığı dönemlerde, dönemin başörtülü feminist öğrencilerine ve (dönemin) liberal AKP siyasetine, peki ya LGBT hakları üzerine ne düşünüyorsunuz, diye sorulurdu. Bu soru aracılığı ile de insan hakları ile ilgili samimiyetleri sorgulanır ve ardından ‘geride kalmış’, ‘yobaz’ yaftası da yeniden üretilirdi[v]. Aslında niyet sorgulamak Türkiye’deki iktidar bloklarının önemli bir siyaset aracı. Bu denklemde değişen çok şey var gibi görünse de aslında ortaya çıkan bu iki grubun bir arada var olamayacağı ve ortak siyaset üretemeyeceği. Yakın zamanda da feminist-Müslüman kadınların kurduğu Havle Kadın Derneği sosyal medyada bir dayanışma çağrısı yayımladı gördükleri linç politikalarına istinaden. LGBTİ+ örgütleri de Havle’nin yanında olduğunu dile getirmekte gecikmediler. Bir araya gelemeyeceği düşünülen grupların birlikteliği, bu anayasa düzenlemesinin de toplumun ihtiyaç ve taleplerinin ne kadar dışında olduğunu gösteriyor. Bizim omuz omuza vermekten ve meydanda kesişimsel siyaset reflekslerimizi güçlendirmekten başka çaremiz yok. Bu birlikteliği kollamak ve tabana yaymak için dayanışmanın ötesinde örgütlenme pratikleri geliştirmemiz şart. Bir araya gelemeyeceği düşünülen toplumsal grupların ittifakı, ‘aile’, ‘ahlak’, ‘kadın’ gibi konular üzerinden yürütülen neoliberalizmin adaletsizliklerini de ifşa etmek için elzem olacak.

 

 

Referanslar:

[i] Burada söylemek istediğim SPOD’un kampanyasının böyle bir algı oluşturduğu değil. Kampanya ile angaje olurken böyle bir yorumlamada bulunmamızın olası sakıncalarına dikkat çekmek. Yazıda da belirttiğim gibi bu kampanya çok doğru şekilde bir meşruiyet sorgulaması yapıyor.

[ii] Çocuklarla ve göçmenlerle yaptığı çalışmalarla bilinen Tarlabaşı Toplum Merkezi’nin boğuştuğu yasal süreci de bu bağlamda düşünmek yararlı.

[iii] Bu tartışmalar için Melinda Cooper’ın Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism kitabi incelenebilir ek okumalar için.

[iv] Bu konuyla ilgili ek okumalar için, Hikmet Kocamaner’in American Ethnologist dergisinde yayımlanan Regulating the family through religion makalesi ve Sertaç Sehlikoglu ve Asli Zengin’in The Cambridge Journal of Anthropology dergisindeki Intimacy Revisitedçalışmaları oldukça yararlı. Yine Cenk Özbay, Ayşecan Terzioğlu ve Yeşim Yasin tarafından derlenmiş Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye’de Beden, Sağlık ve Cinsellik birçok önemli tartışmayı bir araya getiriyor.

[v] Bu konuyla ilgili Evren Savci’nin Queer in Translation kitabındaki ayrıntılı tartışmasına bakabilirsiniz.

 

 

Ana görsel: Cansu Yıldıran, Fathom serisinden.

Metnin içindeki diğer görseller, Minnesota Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde doktora öğrencisi olan yazarın saha çalışmasından alınmıştır.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Anneye Seks Oyuncağı
Zika Virüsü ve Yasakçı Devletlerin Kürtaj Krizi
Yaşar Kemal’in Madımak Konuşması – 8 Temmuz 1993

Pin It on Pinterest