Edna Bonhomme‘un The Guardian’da yayınlanan 10 Mart 2022 tarihli yazısı Burcu Karael tarafından çevrildi.
Kliniklerden nefret ediyorum. Sebebi bazen doldurmam gereken formlar, bazen de parlak ışıklandırma ama en nefret ettiğim şey genelde köşede tavana yakın bir yere asılmış olan televizyon. Kafa dağıtmak için oraya konulmuş, ama klinikte olmamın esas nedeninden zihnimi uzaklaştırmayı hiç başaramıyor.
2021’in Mayıs ayında, sabahın erken saatlerinde Berlin’in göbeğindeki bir sağlık merkezinde oturmuş, bekliyordum. New York’ta yaşarken gittiğim şu steril merkezlerden farklıydı: Göz almayan, yumuşak aydınlatması ve etrafa yayılan çiçeksi kokusuyla daha üst düzey bir yerdi. Bekleme odasının bir köşesindeki televizyon ise Antarktika’daki buzlu bir koyda paytak paytak yürüyen bir penguen ailesi gösteriyordu. Doğanın tüm zorluklara galip geldiği bu iyimserlik mesajına ikna olmamıştım.
Bekleme odası duvarlarında hayatının baharındaki genç çiftlerin posterleri vardı. Kameraya bakarak gülümseyen, birbirlerine kenetlenmiş çiftlerdi bunlar ve kadınlardan bazılarının şişkin göbekleri vardı. Çoğunun yüzünde “başardık” mesajı okunuyordu. Ben de kafamda Eye of the Tiger çalarak zafer çağrısı yapıyor ve olumlu mesajları içselleştirmeye çalışıyordum. Gelin görün ki, üstümde bordo hastane önlüğü, kafamda yeşil bone, ayağımda Crocs terlik, o aç biilaç halimle Rocky’nin muzaffer bir edayla merdivenleri tırmanırkenki gücünü ortaya koymak zordu.
İki hafta boyunca her gün karnıma hormon iğneleri vurmuştum, burnuma da aynı hormonları sprey olarak sıkmıştım. Bunların benim yumurta ebadımı büyütmesi ve ovülasyonu ertelemesi gerekiyordu. Tek söyleyebileceğim, bende sadece arada aşırı sıcak basmalarıyla kesilen bir uyuşukluk hali yarattıklarıydı. Bedenim yumurta toplama işlemi için uygun hale getirilirken partnerim de klinikte benimle birlikte bekledi. Ben bıçak altına yatmaya hazır bir hasta gibi görünüyordum. O da yan odada “Girls Gone Wild” ve “Latinx Holiday”in de dahil olduğu yetişkin film seçkisi ile boşalmaya hazırlanıyordu.
Sonrasında doktordan işlemin nasıl geçtiğini öğrenmek üzere partnerimle oturup gergin ve ümitsizce beklemeye koyuldum. Derken doktor geldi ve “Sadece iki yumurta toplamayı başarabildik” dedi. İki yumurta. İki, ha? Bu, o ana kadarki en düşük sayıydı.
“Bu iki yumurtayı partnerinizin spermiyle döllemeye çalışacağız. Verimli geçeceğini ümit ediyorum,” diye devam etti doktor.
Önceki yumurta toplama işlemlerinde döngü başına dört veya beş yumurta üretmiştim. Bu tüp bebek (IVF) tedavisini beşinci deneyişimizdi ve döllenme oranı o güne kadar %50 olmuştu. Doktor iki gün sonra kötü haberi vermek için aradı: Yumurtaların ikisi de döllenmemişti. Bunu duyduğum an ruhum, çocuksuz kalacağıma artık kani olmanın kederli kasvetiyle doldu.
Bu süreçten beş kere geçmiş, beş keresinde de başarısızlığa uğramıştık. Üstelik her seferinde talihsizliğimizin nedeni açıklamasız kalmıştı. İkimiz de genetik yatkınlıklar için testlere girmiştik. Bir hematolog bana detaylı bir kan tahlili yapmıştı, miyom (fibroid) aldırmak için ameliyat olmuştum. Partnerimse 2020’nin Ekim ayında skrotumundaki damar genişlemesini tedavi ettirmek için varikosel ameliyatına girmişti. Ameliyatın sperm kalitesini artırmasını umuyorduk ama öyle olmadı.
Tüp bebek, tıbbi adıyla in vitro fertilizasyon, sadece hormon enjeksiyonlarından kaynaklanan ani duygu değişimlerinden ötürü değil, kilo aldırmasından ötürü de hayli sert bir süreç. Her gün maruz kaldığımız cinsiyetçiliğin bana yüklediği birçok şeyden biri de bedenimden nefret etmek oldu ve göbeğimin fazlasıyla farkındaydım: Hamile kalmadan hamile göbeği edinmiştim.
Bir yandan da, daha radikal akrabalık biçimlerinin hayal edildiği bir çağda hamile kalmak istediğimden ötürü kendimi anti-feminist hissediyordum. Bir arkadaşım birkaç yıldır iki romantik partneriyle birlikte bir çocuğa ortak ebeveynlik yapıyor. Tek bir anneyi öngören kültürel normun ötesinde, üç annenin olduğu bir ortak ebeveynlik onlarınki.
Tanıdığım birçok hırslı, ilerlemeci ve özgür Siyah kadın için annelik bir seçim meselesi. Bazı Siyah kadın arkadaşlarım ise yeğenlerine daha maceracı olmaları için ilham veren havalı teyze veya hala rolünü severek üstlenmiş durumda. Bu yetiştirici rolünü kendi istedikleri şekilde oynayabiliyorlar; bu durum kariyer, finansal güvence veya seyahat gibi hedeflerinin peşinde koşmalarına engel olmuyor. Toni Morrison’un romanında “Başka bir insan yapmak istemiyorum,” diyor asi ve baştan çıkarıcı Sula. “Ben kendimi yapmak istiyorum.”
***
Hamile kalma girişimlerime başlamadan önce bunun zorlayıcı bir mücadele olacağını ya da beni bedenim ve kimliğimle ilgili sorularla yüz yüze getireceğini hiç düşünmemiştim. Öncesinde ebeveyn olmak konusunda karışık hislerim vardı. Sula gibi ben de gücümü tam, Siyah ve özgür olmak için kullanıyordum. Siyah bir kadın topluluğuyla Afropunk festivaline Paris’e gitmiş, Berlin’de gece geç saatlerde dans partileri düzenlemiş ve Tanzanya’nın mercan kayalıklı sahillerinde yüzmüştük. Annemin ve onun annesinin hayatlarını istedikleri gibi yaşamaktan çoğu zaman mahrum kaldığını da düşününce, siyah ve özgür bir kadın olmak benim için varoluşsal açıdan hep öncelikli oldu. Bu sadece içimdeki kaçış isteğiyle değil, bir yazar ve tarihçi olma arzumun peşinde koşmak, olumlayıcı arkadaşlıklara ve sevgi dolu bir partnerle kurduğum ilişkiye demir atmakla ilgili bir şeydi benim için. Ama birçok kişi gibi ben de ebeveynlerimin torun isteğine yakalandım. Otuzuma bastığımda Haitili annem arayıp bildiriverdi: “Ben torun sahibi olmaya hazırım.” İnatçı Y kuşağı mensubu olan bense hemen konuyu değiştirip telefonu kapadım.
2021’de Almanya’da yaşayan Siyah bir Amerikalı olarak hayatımın bu kısmı bana zaten yeterince zor geliyordu. Kimliğimi yeni bir yerde keşfediyorken bir yandan da Siyahların yaşamı için küresel bir hesaplaşma ortalığı kasıp kavuruyordu. Her yanım tehlike altındaki Siyah Amerikalıların görüntüleriyle çevriliydi. Öyle ki, bu görüntülerin adeta taarruzu altındaydım. Breonna Taylor’ın Louisville’deki ölümü veya Portland’da Siyah ve yerli bir ailenin evlerinden atıldığı haberini okumak beni bu dünyaya bir Siyah yaşam daha getirmek konusunda şüpheye düşürüyordu. Partnerimle her tüp bebek (IVF) deneyişimizde, en çok da birlikte ebeveyn olmayı hayal edebildiğim tek kişi o olduğundan, “Evet” cevabıyla karşılaşağıma kendimi inandırdım.
Kulağa ne kadar klişe gelse de, partnerimle Berlin’de bir Marksist okuma grubunda tanışmıştık. Görünüşte zerre kadar ortak yanımız yoktu. Ben ufak tefek ve kıvrımlıyım, o ise uzun ince yapılıdır. Miras aldığımız farklı sınıfsal ve ulusal kimliklerimizin ötesinde, politika ve psikanalizde ortak bir zemin bulduk. Pandemi dönemine damgasını vuran keder ve belirsizliğin ortasında birlikte yaşama kararı aldık; bu ikimizin de önceki partnerlerimizle yapmadığımız bir şeydi. Kıvrak zekâsı ve İngilizlere özgü mizah anlayışıyla beni kendine hayran bırakma yetisi, benim radikal solcu feminist sinizmimi yumuşatıyordu. Görece güvenli bir pozisyon olan doktora sonrası öğretim üyeliğinden daha riskli bir macera olan yazarlığa geçiş sürecinde birbirimize destek olduk. Aynı şey için kullandığımız farklı İngilizce kelimeleri (o kişniş der, ben aşotu) birbirimize tercüme etmek bile tebessüm etmeme yol açıyor.
George Floyd’un öldürülmesinden sonra 2020 Haziran’ında Sydney’de düzenlenen protestodan. Fotoğraf: Rick Rycroft/AP
Siyah-karşıtı şiddetin toplumun alametifarikalarından olduğu ABD’de Siyah bir çocuk sahibi olma kararı, beni çocuğumun bu önceden belirlenmiş kederle dünyaya geleceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı. Almanya’da, silahlı sivillerden ve tereddüt etmeden tetiği çeken polislerden uzakta çocuk yetiştirme düşüncesi daha güvenli geliyordu. Her şeyden önemlisi, partnerimin şefkat ve içtenliği sayesinde nihayet bir ebeveyn olmayı hayal edebiliyordum.
Çocuk sahibi olmayı çok da ciddiye almadan konuştuk, beraber ebeveyn olmanın nasıl olacağını hayal ettik. Ben kitleleri peşinden sürükleyebilecek sosyalist bir aile kurabileceğimizi düşündüm. O ise şakayla karışık, çocuğumuza Haitili bir devrimci olan Toussaint‘ın adını koymamızı önerdi. Ben de Harriet Tubman veya Assata Shakur gibi radikal Siyahlardan birinin adını seçmeyi önerdim. Soyadı konusunda da birbirimize epey takıldık. Atalarımı köleleştirenlerin verdiği adı devam ettirmemek adına, Malcolm’un yaptığı gibi X kullanmayı önerdim. Bir yandan da kendimi bu kadar yersiz hissettiğim bir dünyada ve ülkede hamile kalmak konusunda tereddütlüydüm.
Bütün bunlar olurken, ailemde üremeleri üzerinde hemen hiç söz hakkı olmamış Siyah kadınları düşünüyordum bir yandan da. Çocuk sahibi olmaya karar verdiğimde bunun hep kolay olacağını düşünmüştüm. Anneannemin 13 çocuğu olmuştu, anneminse üç. Ben de, bildiğim kadarıyla, üremesi üzerinde tam söz sahibi olan ilk jenerasyonun üyesi olacağımı farzetmiştim. Ama o zaman, yardımla üreme tekniklerinin gebeliği garanti etmediğini henüz farketmemiştim. Bana 15 aylık koca bir çaresizlik hissine mâl olan ve ruhumu istila eden bir duygusal deneyim oldu bu.
***
Vaktiyle Miami’ye göç etmiş işçi sınıfı Haitililer tarafından yetiştirildim. Tüm çocukluğum Siyahların çoğunlukta olduğu bir işçi sınıfı mahallesinde geçti. Mahallenin cırt pembeye ve parlak kehribar rengine boyalı bungalov tarzı evleri ve apartman bloklarını süsleyen aksesuarlar gözünüzü yerinden uğratacak cinstendi: bahçe duvarlarına oyulmuş Katolik figürler, köhne verandalarda tüm yıl boyunca asılı kalan Noel ışıkları. Terkedilmiş binaların arasından göğe yükselen palmiye ağaçları Miami’nin bunaltıcı sıcağına bir nebze ferahlık katardı.
Bu topluluğa can katmanın yolunu sokak partilerinde bulmuştuk, ortalığa atılmış çöplerin berbat kokusu altında yapılmasına rağmen partiler gece yarısını epey görsel 2geçene kadar devam ederdi. Mahalle ahalisi gencinden yaşlısına doymak bilmez bir hevese ve alaycı bir espri anlayışına sahipti; çocuklarsa oyun oynama haklarına engel olan her yetişkine karşı isyana hazırdı.
Çocuk yetiştirme işini şefkatle yüklenen Siyah kadınlar kadar “sevgi” timsali bir şey yoktur. Bir keresinde iki yatak odalı dubleks evimizde dokuz kişi yaşadığımızı hatırlıyorum. Bizim beş kişilik çekirdek ailemize ilaveten evde sürekli gelip giden akrabalar olurdu: yeni boşanmış teyze, gemiden indiği gibi ayağının tozuyla gelen amca, abla yerine koyduğumuz bir kuzin. Ben çocukken annem birkaç yıl evimizde yiğenini baktı ve ona kızlarından bir farkı olmadığını hissettirmek için bize aynı kıyafetleri giydirmek dahil her şeyi yaptı.
Edna Bonhomme çocukken (ortada annesinin kucağında) Florida, Miami’de geniş ailesiyle. Fotoğraf: Edna Bonhomme’un albümünden
Evde sürekli değişen insan kadrosundan, mahremiyet yokluğundan ve bağırış çağırışlardan bunaldığım zamanlar olurdu. Minyatür bir Haitili Ellis Adası[1] olan evimiz, ailemin yardım edebildiği herkesin eviydi. Devlet onları yüzüstü bıraktığında Siyahlar birbirine ihtiyaçları olan desteği vermeye çalışır. Kuzenlerden biri yeğenine vasilik ediyordu; abisi çocuğu daha birkaç aylıkken hapse girmişti. Çekirdek aile olarak kalma fikrine asla sıkı sıkıya tutunmuş değildik. Bunun yerine birbirimiz için sağlam ve duyarlı bir destek mekanizması oluşturmuştuk. Ne zaman ebeveynlerimle bir sürtüşme yaşasam veya “evden kaçsam” teyzem beni avutarak ergen öfkemi yatıştırırdı.
On sekizimde ABD’nin batı kıyısında özel bir özgür sanatlar üniversitesine kabul edildim. Birden kendimi beyazların çoğunlukta olduğu, ortasınıf bir öğrenci topluluğunun arasında bulunca, aydınlanmanın getirdiği çelişkilerin farkına vardım. Burası ateizm, komünizm ve özgür aşkı benimsemiş, bunları adeta gayri resmi düsturu haline getirmiş bir üniversiteydi. Burs ve öğrenci kredisiyle kabul almış benim gibi düşük gelirli birkaç öğrencinin varlığına rağmen, temelde ayrıcalıklı azınlıktan insanlara kucak açıyordu.
Bir süre doktor olmayı düşündüm ve bir klinikte gönüllü olarak çalıştım. Oregon eyaletinin Portland şehrinde bulunan, damar yoluyla uyuşturucu kullananlara, seks işçilerine ve evsizlere ücretsiz sağlık hizmeti sağlayan ilerici bir kuruluştu. Haftalık gece vardiyalarımda, aldıkları son dozdan çarpılmış veya durmak bilmeyen yağmurdan kaçıp bir sığınak arayan insanlar kapıdan içeri süzülürdü. Bir keresinde, dobra hastalardan biri beni doktor sanarak pantolonunu indirip kalçasındaki çıbanları göstermişti. Eroin kullanan genç bir kadınla karşılaşmıştım; birkaç aylık hamileydi ve erkek arkadaşıyla köprü altında yaşıyordu. Hayata ince bir iple bağlı insanlardı bunlar. Onlara bakınca yoksulluğun büyürken görmediğim çok farklı bir yüzünü görüyordum: Hepsi beyazdı. Öte yandan, hayat hikâyeleri Miami’de büyürken gördüklerime benziyordu ama Kuzeybatı Pasifik’in çukurlarında yaşanan bu yokluğun çok daha soğuk ve yalnız bir yönü vardı.
Sağlık sorunlarını çözmenin fiziksel kontrollerden veya vitamin almaktan ibaret olmadığını orada gördüm. Daha büyük düşünmeliydik. Hastaların güvenli konutlara, onlara yargılayıcı yaklaşmayan bir sağlık hizmetine ve uyuşturucu kullanımı veya seks işçiliği yüzünden suçlu muamelesi görmemeye ihtiyaçları vardı. Klinik bana şifalanma işinin temelde nasıl karşılıklı yardımlaşmaya bağlı olduğunu gösterdi. Bizi hasta eden sistemleri değiştirmeliyiz. Tıbbın sadece iyileşmekle değil, dünyada yaşamanın farklı olanaklarını hayal edebilmekle de ilgili olduğunu görmeye başladım. Tıp, benim gibi işçi sınıfından insanlara dayatılan patolojilerin dışına çıkmakla ve onararak, bize ait olanı geri alarak, kaynakları yeniden bölüştürerek bütünlüğümüzü yeniden kazanmakla ilgiliydi.
***
Bazı insanlar çocukları sadece iki ihtimal üzerinden, yani onlara sahip olmak ya da olmamak açısından düşünüyor. 2020’nin Mart ayında karantinanın başlamasıyla partnerimle şansımızı denemeye karar verdik ve gebe kalma çalışmalarına başladık. Otuzlu yaşlarında sağlıklı insanlar olarak anında ebeveyn olacağımızı sanıyorduk. Birkaç ay sonra bunun o kadar da kolay olmayacağını farkettim. Her ay sekmeden kanamam oluyor, her menstrüasyon yaslı bir düş kırıklığıyla karşılanıyordu. Almanya’ya taşınmadan çok önce ortaya çıkmış olan ama bu acı ve başarısızlık girdabına düşmeden gerçekten idrak edemediğim bir problem, bedenimi embriyo için sağlıksız bir ortam haline getiriyor gibi görünüyordu.
2015’te Princeton’da bir doktora öğrencisiyken yaptırdığım testlerden, rahmimin hasar görmüş olduğu sonucu çıkmıştı. Resmi tanı endometriozis (çikolata kisti) ve uterin fibroid (rahim içi miyom) idi. Bana endometriozisin tedavi edilmezse kısırlığa sebep olabilecek bir lezyon kitlesi olduğu söylenmişti; fibroidler ise, sebebi bilinmeyen iyi huylu tümörlerdi, Siyah Amerikalılar arasında beyazlardan üç kat daha yaygın görülüyor ve aynı şekilde kısırlığa sebep olabiliyorlardı. Olmamaları gereken bir yerde yuvalanmış olan bu tümörler içimde yavaşça büyüyordu. Ağrı yapmasalardı onları muhtemelen aldırmazdım, çünkü ameliyat araştırmalarıma engel olacaktı, üstelik sonrasında bakımımla ilgilenecek kimsem de yoktu. 2015’te birinci, 2021’de ikinci ameliyatımı oldum.
Duygularım ne zaman solgunlaşsa, başkalarının yazdıklarında sığınacak bir yer bulmak ümidiyle bir kitabın kapağını açarım. Gerek salgın esnasında yaşamın kırılganlığının izini sürmek için giriştiğim akademik çalışmalar, gerek tıptaki ırkçılık vakalarını gözlemlemek için yaptığım gazetecilik işleriyle olsun, ABD’deki istatistiki Siyah varoluş kategorilerinin dışında varolabilmek umuduyla kendimi türlü ayrıntıya kaptırmıştım. Almanya’ya taşınmanın bana daha sağlıklı bir hayat yaşama imkânı sunacağını ummuştum.
ABD’deki ve Almanya’daki ameliyat tecrübelerim birbirinden tamamen farklıydı. ABD’de aldığım bakım genel itibariyle şefkatliydi ama hem finansal hem de kişisel olarak bana pahalıya mâl olmuştu. 2015’te ABD’de olduğum fibroid ameliyatı 90.000 Dolar tutmuştu, 2021’de Almanya’da olduğum ameliyatın maliyeti ise 0 Euro’ydu. Alman doktorların suratsızlığına rağmen, Almanya’nın kamusal sağlık sistemi daha adil ve insaniydi. Almanya’da kadın bir doktor bana otuzlarımın ortasında çocuk sahibi olmak için fazla yaşlı olduğumu söyledi; boş yere umut vermeyerek bana iyilik yaptığını düşünüyordu. Karşılaştığım sağlık çalışanları en iyi ihtimalle sistemli, en kötü ihtimalle ise kabaydı ama sağlık hizmeti alma konusunda herhangi bir engel yoktu.
Çoğu kişi, insanların birdenbire çok fazla boş zamanı olduğunu göz önünde tutarak, Covid-19 pandemisinin bir nüfus patlamasının habercisi olabileceği tahmininde bulunmuştu. Hem sevişmekten başka yapacak ne vardı? Bu fikir ne kadar cazip görünse de, en azından ABD’de işler öyle yürümedi. Yaklaşık altı yıldır doğum oranlarında genel bir düşüş var; 2020’de bu oran %4 azaldı. Bu düşüşte, çocuk yetiştirme masraflarının artması ve devlet desteğinin veya ücretli ebeveynlik izninin eksikliği büyük rol oynuyor. Buna karşılık, 2020 yılında Almanya’daki doğum oranlarında %10’luk bir artış görüldü. 1998’den beri ulaşılan bu en yüksek oranın nedeni, devletin uzun süredir devam ettirdiği üreme desteği ve ücretli ebeveynlik izni olsa gerek.
Tüp bebek (IVF) sürecinin maliyetini kısmen Alman sağlık sisteminin karşılaması bana devrim niteliğinde geldi. Almanya’da bir yabancı olarak bile, ABD’de veya Haiti’de akrabalarımın da aralarında bulunduğu, işçi sınıfına mensup çoğu kadının mahrum olduğu sosyal yardıma erişebiliyordum. Kendimi ilk defa ABD’deki hayatımı şekillendiren kısıtlamaları kırabilme gücüne sahip hissediyordum.
***
Irk, insanlara nasıl davranıldığını görebilmemizi sağlayan yegâne mercek olmasa da, birinin sağlık hizmetlerine erişimi olup olmayacağını, çektiği acının “meşru” görülüp görülmeyeceğini ve Covid bağlamında bakarsak, ölüm olasılığının daha yüksek olup olmayacağını çoğu zaman o belirler. Bugün Afrikalı-Amerikalı topluluklarda anne ölüm oranı hızla artıyor. Tıpta ırkçılık farklı yerlerde farklı biçimler alıyor; bu alanda kullanılan imalı sözdağarı yer yer geçmiş zamanların vahşetini yankılıyor. Bu geçmiş zamanlar bugün bize hayli bulanık görünebilse de, travma içimizde gömülü ve bugün olduğumuz insanda ifadesini buluyor.
Siyah annelik ABD’de tarihsel olarak hep riskli olagelmiştir. Köle kadınların çocuk sahibi olma konusunda söz hakkı olmadığı gibi, çocuk yetiştirmelerine de izin verilmiyordu. Tarihçi Leah Wright Rigieur’un da belirttiği gibi, ABD’de Siyah anneler karalandı ve onlar üzerinden, “1960’ların patolojik Siyah kadın aile reisinin, 1970’lerin hain sosyal yardım kraliçesinin ve 1980’lerin uyuşturucu bağımlısı kötü annesinin (ve bebeklerinin) saçtığı sözde toplumsal tehdit etrafında bir Amerikan mitolojisi” yaratıldı.
Yeterince incelenmemiş olan bu mitoloji, ABD’de kabul gören ırkçılık kanonunun vazgeçilmez parçası haline geldi. Siyah aileler toplumdan hemen hiç destek ve sempati görmese de, bu durum Siyah annelerin kendilerini bambaşka bir ışıkta görmelerini engellemiyor.
Ailelerinden destek görmüş ve rahatlık ile sevginin neye benzediğine dair örnek birer fikir edinmiş insanlar var. Benim halihazırdaki gerçekliğimse bu değil. Bize kendi benlik ve insanlık algımızı oluşturmak ve değerli hissetmek için ebeveyn olmamız gerektiği söylendi. Kölelik, soykırım, zorunlu göç gibi kuşaklararası travmalar taşıyanlarımız için “soyunu sürdürme” baskısı, ailevi yükümlülüğün anlamını olduğundan daha karmaşık hale getiriyor. Benim gibi Siyah, işçi sınıfı ailelerden kadınlar için, soyumuzu yok etmeye çalışmış güçlere inat çocuk sahibi olmak kuvvetli bir politik direniş biçimi olabilir.
Tüm bunları kadercilik telkin etmek veya Siyahların değer verdiğim güzel yakınlık anlarını azımsamak için değil, aksine, Siyah kadınlara yönelik tarihsel ayrımcılığın, haklarındaki bu ayrımcı anlatılarla birleşerek insanlığımızı yok ettiğini vurgulamak için söylüyorum. Teyzelerim ve halalarım ebeveynliğe nasıl değer verdikleri hakkında muğlak konuşurlar; onu kendi içinde iyi olan bir şey olarak değil, kendi anne-baba ve büyükanne-büyükbabalarının yaptığı bir şey olarak değerli görürler. Benim annelik hakkında düşünceleriminse hiç yeri yoktur onların konuşmalarında: Maddi zorluklar ve psikolojik mücadelelerin hiç lafı edilmez. Onların hayalleri benim neslime ertelenmiştir, kendilerinin çektiği zorluklardan bizim kaçınabileceğimizi umarlar. Ebeveyn olmak toplumumuzda en az değer gören işlerden biri. Elbette ev işlerine karşılık ücret talep etmeli ve bunları yapalar için alan ve destek sağlamalıyız. Hamile kalmaya çabalarken, hayat şartlarımın büyük oranda beni ilgiye ve bakıma layık görenler tarafından belirlendiğinin farkındaydım.
***
Doğurganlık yolculuğumun çetin geçeceği belli olduğunda bu konu üzerine yoğun okumalara başladım; araştırma makalelerine, kitaplara ve üreme hormonları hakkındaki kitapçıklara sığındım. Yazmak acımla baş etmenin bir yolu haline geldi ama yaşadığım utanç ve kaygıları başımdan savmaya pek yaramadı. Bir aile kurmak için “fazla” beklemiş olmaktan pişmandım ve kurmayı başaranları kıskandığım için kendimden utanıyordum. 2020 yılının Haziran ayından 2021 yılının Ağustos ayına kadar işimi ve insanlarla iletişimimi etkileyen bir depresyon geçirdim. Meğer tüp bebek tedavisi (IVF) sonrası depresyon hiç de az rastlanan bir şey değilmiş. Kısırlık ruh sağlığına birçok şekilde zarar veriyor ve başarısız tüp bebek tedavisi sonrası görülen klinik depresyon ve kaygı bozukluklarının uzun vadeli olumsuz etkileri olabiliyor.
Berlin’de arkadaşlarımla ve birlikte örgütlendiğim feministlerle deneyimimi paylaşmanın yollarını aradım. Şefkate ihtiyacım vardı ama bazen sadece istemediğim öğütler aldım: çay iç, akupunkturu bir dene, biraz rahatla. Bana talep etmediğim tavsiyelerde bulunanlarda oldu: “Neden evlat edinmiyorsun?” veya “Çok stresli olduğun için hamile kalamıyorsun.” Bu tavsiyeler beni alınganlaştırdı. Görünüşe göre, herkesin iki ay denemeden sonra sihirli bir şekilde hamile kalmış bir arkadaşı vardı. Öyle ki, bazı tanıdıklarım üzerlerine ceket atılsa gebe kalıyor gibiydi. Bense kimi insanların ne kadar uğraşırsa uğraşsın asla hamile kalamayacağını kabullenmek zorundaydım.
Son tüp bebek denememin de hüsranla sonuçlanmasından sonra yine diplerde gezdiğim bir gün, erken menopoza girmiş otuzlu yaşlarında beyaz bir İngiliz kadının gebe kalmayı başardığından bahseden bir yazı okudum. Üreme mücadelesinin anlatılışındaki örüntüyü görmeye başlıyordum. Kısırlıkla savaşan iyi eğitimli beyaz kadınların hamile kalmayı başarması hakkında giderek artan bir literatür var. Bunlar prim yapıyor, çünkü okuyucuların büyük kısmı bu hikâyelerle bağ kurabiliyor. Bu anlatılarda şöyle bir ima var: İnsan kararlıysa gebe kalabilir ve çocuksuzluğun üstesinden azimle gelinebilir. İnsanlar mutlu hikâyeler okumak istiyor ve doğumla biten zor hamilelik anlatılarında insana moral veren bir şey var. Çocuksuzlukla sonlanan bir üreme tedavisi hikâyesi anlatmak ise çok daha zor.
Çok az istisna dışında, bu anlatılarda kendimi görünmez hissettim. Sonra Emily Bernard’ın Black is the Body (Siyahtır Beden) kitabı elime geçti. Bernard kitapta bizzat yaşadığı doğurganlık sorunlarından bahsediyor ve gebe kalamadığında kendini bir başarısızlık abidesi gibi hissettiğinden dem vuruyordu. Bernard’ın anlattıkları beni yaralamıştı; gebe kalmanın bedensel bir başarısızlıktan çok daha fazlasını ifade ettiğini düşünürken içimde açılan o yara adeta iltihaplanmaya başladı. Bernard da benim gibi hedefleri olan, Siyah bir Amerikalı akademisyen ve yazardı ve yine benim gibi, ne kadar denerse denesin hamile kalamamıştı (sonunda evlat edinmiş). Suni hormonların yaşattığı gelgitlerden duygusal olarak tükenmiştim, fırtınanın ortasında hissettiğim tecrit hali üzerine kesin bir dil veya baş etme yöntemi geliştirememiş olmak dünyayla ilişkimi hepten kesmişti.
***
Kısırlık bana battı. Ailem ve arkadaşlarımla bunun içyüzünü kavramaya çalıştım. Kuzinlerimle bir grup sohbeti başlatarak kimlerin fibroidi olduğunu sordum. Almanya’da tanıdığım Siyah ebeveynlerle iletişime geçtim ve onların hamile kalma, gebelik ve doğum süreçlerini dinledim; hepsi birbirinden farklıydı. On yıla yakın süre gebe kalmak için uğraşmış bir arkadaşım ve sırdaşım bana tam evlat edinmeye hazır olduğu sırada hamile kalıverdiğinden bahsetti. Bu konuşmalar bana şifa oluyordu olmasına ama yetmiyordu.
Bebek sahibi olamayışım bana hayal kırıklığı ve kederin yeni yüzlerini gösterdi. Ruhumun amacı üzerine düşünmeye, kabullenip yola devam etmeye, kendim için yeni imkânlar hayal etmeye ve yeni bağlar kurmaya zorladı. Aynı zamanda benim bedenimin tüm bedenler gibi kompleks olduğunu ve neden hamile kalamadığımın basit bir yanıtı olmadığını idrak etmek durumunda kaldım.
Doğurganlık mücadelem bana, doğumsuz bir ebeveynliği kafamda canlandırabilmek için yeni yollara ihtiyacım olduğunu gösterdi. Wright Rigueur, Siyah bir ebeveyn olmanın sadece acının bir meyvesi değil, ortak politik amaçlara, arzulara ve eylemliliğe sahip insanların paylaştığı gurur ve neşe dolu bir deneyim olabileceğini gösteriyor. Onun Siyah annelerin neşesini anlatması bana da neyi gözden kaçırdığımı hatırlattı. Bu dünyaya yeni bir yaşam getirme üzerine sayıp döktüğü hikâyeler Siyah sevgiyi en içten ve güzel haliyle ortaya koyuyor; acıma, sıkışmışlık ve lanetlenmişlik hissime sevgiyle yer açıyordu. Ben de Siyah anneliğin neşesini, hayatta kalanların soyuyla süregiden umudu hissetmek istiyorum.
Asla hamile kalamayacağımı söylemek benim için zor. Günün birinde bedenimde Siyah neşenin gerektirdiği kadar rahat hissedip hissedemeyeceğimi bilmiyorum. Siyah neşenin temelinde, aktif bir kararlılıkla kendimi sevmek, tam ve bütün olduğumu kabul etmek var. Ama böyle hissetmediğim günler oluyor. Şair Robin Coste Lewis’in bir röportajında kendini maruz göstermeye çalışmadan sarfettiği şu sözleri çok olumlayıcı ve kıymetli buluyorum: “Benim estetiğim temelde Siyah neşedir. Dünya bize çoğu kez cimri davranmış olabilir ama bizler sevgi, aile ve bağlarımız sayesinde muhteşem hayatlar yaşadık.”
Hamile kalamadığımı bilmek beni içime bakamaya, yas tutma yolları bulmaya ve neşenin mutlaka bir yerden çıkıp geleceğini farketmeye zorladı. Partnerimle Brandenburg ormanlarında yürüyüşe çıkıyor, Pazar yogası yapıyor ve dandik TV programları izliyoruz. Bu ritüeller iyileştirici olsa da, yeterli gelmiyor. Şair Alexis Pauline Gumbs, Revolutionary Mothering (Devrimci Annelik) kitabında bir alternatif sunuyor: Kolektif bir yakınlık etrafında şekillenen “kuir, ütopyacı, umutlu ve eleştirel annelik ifadeleri.”
İçimde bir yerlere saklanmış olan Siyah neşeyi, kuir Siyah insanlarla olan ilişkilerimde buluyorum. Büyük meselelerin konuşulabildiği ama gündelik muhabbetlerin de dönebildiği (bu ister HBO’nun Insecure dizisini seyretmek, ister en iyi Jollof pilavının hangi batı Afrika ülkesinde yapıldığını hararetle tartışmak olsun) güvenli alanlar yaratan insanlar bunlar. Yaz sıcağında boş boş yürüdüğümüz ve başımızı koyacak bir omuz bulduğumuz anlarında da ayrı bir huzuru var. İşte bu benim yaratmayı seçtiğim aile.
Günah çıkarma kültürümüzde, insan olmanın, kimliğimizin, benlik duygumuzun mahrem yönlerini açığa vurmanın bir yeri var, kuşkusuz. Ama genelde kolay sindirilebilir hikâyeler anlatıyoruz; parlak başarılarımızdan bahsediyoruz da o kadar moral verici olmayan konulara pek girmiyoruz. Böyle bir hikâyenin finalinde bir bebek geleceğini umanlar olabilir. Ama bebek gelmiyor ve hikâye, ne yazık ki, burada bitiyor.
Ana görsel: Diana Ejaita
[1] Ellis Adası, 1892-1954 arası göçmenlerin Amerika’ya ilk ayak bastıkları yer.