Laura Maw’un* Electric Literature online edebiyat dergisinde yayınlanan 17 Ekim 2019 tarihli yazısı Burcu Karael tarafından çevrildi.
Rosemary Woodhouse bir parça bifteği sarılı olduğu yağlı kâğıttan çıkartır. Ortadan ikiye keser ve kızgın tavaya bırakıverir. Cızırdamalar. Bifteği tavada çevirir. Birkaç saniye sonra tavadan alır ve çiçek desenli bir tabağa koyar. Köşesinden bir parça keser ve çabucak, afiyetle yer.
Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby, 1968) filmini ilk izlediğimde iki yıldır vejetaryendim ama film beni garip bir şekilde cezbetti: sarı mutfak, etin pembe-kırmızısı, Mia Farrow’ın çatalı bifteğin halen pembe olan ortasına doğru kolayca daldırışındaki zarafet. Ertesi gün canım biftek çekerek uyandım: tabağın kenarında biriken kan, dişlerimde o metalik keskin tat. Resmen gözüm dönmüştü ve kendi iştahımdan iğrenmiştim.
Ama belki hissettiğim şey biftek yeme arzusundan ziyade, arzulamaya iznim olmasınaduyduğum arzuydu. Arzunun karşılanması, tanınması, bir şeylerin ona açıkça teslim olması. Sorunsuzca dindirilmiş bir iştah.
***
Korku bolluğun, bereketin, aşırının türüdür ve yemek korku anlatılarının mükemmel metaforudur, çünkü içinde aynı anda pekçok anlamı barındırır. Bu türde, groteskinden lezzetlisine yemek ekranı doldurur: Kötü Ruh (Poltergeist, 1982) filminde mutfak tezgâhının bir ucundan diğerine sürünen çiğ biftek, Çığlık (Scream, 1999) filminin açılış sahnesinde patlamış mısırları yakan dikkati dağınık bir Drew Barrymore, Ayin’de (Hereditary, 2018) Charlie’nin rutin bir şekilde dişleriyle kırdığı çikolata tabletleri. Açlık korku türünün her yerindedir: Kurt adamlardan zombilere ve yamyamlara, ekrandaki ana karakterler ya bir şeyler yer ya da yenme tehlikesi içindedir. Ama ben burada gıdayı kapitalist tüketimin, Amerikan aile yapısındaki çözülmenin veya cinsel tabuların bir metaforu sayan okumalarla değil, yeme eyleminin ta kendisiyle ilgileniyorum.
Korku türü işleri ilk izlemeye başladığımda iştahın tüm biçimlerinin, özellikle de kadınların iştahının tasvirine çekilmiştim: Sadece Rosemary’nin bifteği kesişi değil, Ginger Fitzgerald’ın Kurt Kızlar (Ginger Snaps, 2000) filminde insan eti yemeye başlarken gözlerinde beliren o rahatsız edici parıltı; Çiğ (Raw, 2016)filminde Justine’nin pişmemiş tavuğa dişlerini geçirmesi; Rose ve Irıs Parker’ın 2010 Meksika yapımı Somos lo que hay filminin yeniden çekimi olan Kan Kokusu’nda (We Are What We Are, 2013) yemek masasında babalarının bedenini sakince yemeleri de benim için aynı ölçüde cezbediciydi.
Korku türünde rastladığımız yemek temelli metaforlar sıklıkla hayvani, yapış yapış ve aşırı cafcaflıdır; peki ama bunlardan yine de neden haz alırız? Bir kadının yemek yemeyi zaman zaman rahatsız edici bulduğunu söylemesinde öyle pek de şaşırtıcı ve çığır açıcı bir yan yoktur. Kadınlar için gayet alışılagelmiş olduğundan, olağanlaşmış bir kaygıdır bu. Fakat tam da bunun kendisinde dikkate değer bir şey yok mu? Korku bizi bu iğrenme ve kaygı ile oturmaya, iştahımızı farketmeye ve onu bastırmayı reddetmeye davet eder. Bir kadının sevdiği şeyi hevesle yiyip yutmasını izlemenin hem rahatsız edici hem de büyüleyici bir yanı vardır. Bu benim hasret olduğum bir yeme biçimiydi. Kıskançlıkla, arzuyla ve yeni yeni farkına vardığım bir azimle seyrediyordum böyle sahneleri.
***
Darren Aronofsky’nin 2017 yapımı anne! (mother!) filminde de yemek her yerdedir. Mutfak masası filmin farklı noktalarında üzüm, peynir, pasta, limonata, çay gibi türlü yiyecekle doludur ama odak yine de Anne’nin tüketiminde değil, iştahını dizginlemesindedir. Filmde Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in canlandırdığı bir çiftin kırsaldaki evlerine iki misafirin habersiz gelişini izleriz. Misafirlerin gelmesiyle, Anne (Jennifer Lawrence) kendini onların isteklerini karşılarken bulur: Tüm misafirperverliği ve cömertliğiyle onlara yemek pişirir, arkalarını toplar. Anne misafirlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı belli etse de, kocası (Javier Bardem) kalmalarında ısrarcıdır.
Darren Aronofsky, anne! (mother!), 2017
Misafirlerin evdeki ilk gecelerinde Anne sofrayı kurar. Misafirlerinin ve kocasının üzümleri koparışını, çay yudumlayışlarını izleriz. Kocası misafirlere istedikleri kadar kalabileceklerini söylediğinde Anne ona şaşkınlıkla bakar. Huzursuzluğu yüzüne yayılır. Misafirler odadan kahvaltı için teşekkür bile etmeden çıktıklarında Anne adama sorar: Neden bana sormadan böyle bir şey yaptın? Adam cevap verir: Ne yaptım? Kadın, onları kalmaya davet ettin dediğinde adam istifini bozmadan şöyle der: Sorun olacağını düşünmedim. Adam odadan çıktığında Anne kirli tabak, bardak, çatak bıçak ve kahvaltıdan arta kalanlarla mutfakta tek başına kalır, ki kendini diğerlerinin arkasını toplarken bulduğu birçok durumdan sadece biridir bu. Filmin ortalarına doğru misafirler cenaze töreninin ardından masanın etrafında siyah kıyafetleriyle oturmuş yer içerlerken içlerinden birisi kırmızı şarap kadehini devirir. Masayı bezle delirmiş gibi ovalarken Hallediyorum der Anne.
Filmde yemek son olarak, Anne’nin kocasının kitabının yayımlanmasını kutlamak için kendi elleriyle hazırladığı mükellef ziyafet sahnesinde karşımıza çıkar. Anne pişirdiği keki fırından çıkarıp ortasına bir kürdan batırır. Masa hazırladığı yemeklerle doludur: peynir tabakları, meyveler, hamur işleri. Mumları ve tabakları masaya özenle yerleştirmiştir. Kocasının misafirleri verandayı doldurduğunda, sıkkınlığı yüzünden okunuyordur. Koca Anne’den çok misafirlerine kendini kaptırmıştır ve kadının sergileyeceği hiçbir çaba, ne hazırladığı yemek ne de adanmışlığı adamı ona saygı duymaya ikna edemeyecektir. Her şeyi sıcak tut, der adam ona, birazdan içeri geliyorum. Anne’nin tüm didinmesi boşunadır. Adamı içeride beklerken yiyeceklere dokunmaz bile. Derken misafirlerden birinin keke kaşık daldırışını izler dehşetle. İçlerinden birinin diğerine meyveleri, peyniri ve turşuyu getirsene diye seslenişini işitiriz. Anne’nin tüm uğraşı boşa gitmiş, kendisi tek lokma yemezken hazırladığı tüm yemekler başkaları tarafından tüketilmiştir. Anne film boyunca kendi -sevgi, saygı, mahremiyet- arzularını bastırır ama bu yeterli gelmez.
Filmi ilk izlediğimde kocası ve misafirler onun hazırladığı yemekleri silip süpürürken, Anne’nin ağzına bir lokma koymadığını fark etmemiştim. Dikkatimi asıl çeken, bekleneceği üzere, filmin şiddetli vahşeti olmuştu. Fakat ikinci izleyişimde yemeğin bolluğuna karşılık annenin tüketiminin eksikliği karşısında resmen çarpıldım. Eleştirmenlerin filmdeki diğer temalara odaklanması gayet anlaşılır, zira dikkatin çoğunu haklı olarak şiddet ve kadın düşmanlığı teması çekiyor. Fakat film üzerine yazılan değerlendirmelerde yiyeceklerin oynadığı rol gözden kaçmış gibi duruyor. Anne’nin kocası için hazırladığı ziyafet -peynir çeşitleri, kek ve hamur işleri ile donatılmış masa- göz dolduruyor doldurmasına ama onun bunların tadını çıkarmaya hiç fırsatı olmuyor. Arzusu doyurulmadan kalıyor ve filmin katmanları arasında fark edilmeden kayboluyor. Bunun kasti bir seçim olduğunu düşünüyorum. Yani filmde Anne’nin besinsizlik halinin göze çarpmaması istenmiş. Dikkatimizi çekmekten ziyade, gözümüzü kaçıracağımız bir şey olaraktasarlanmışbu.
***
İştahın inkârı, Leslie Jamison’un The Recovering (Kurtulma/İyileşme) kitabını kat eden bir motif. Jamison kitapta alkol bağımlılığından kurtulmayı konu aldığı kadar sevgi, tutku, yemek gibi başka bağımlılık biçimlerine de eğiliyor. “Kalori saymak için tuttuğum defterin yanında” diyor Jamison, “bir de restoran menülerinden kopyaladığım fantezi yemekleri kaydettiğim bir günlük tutuyordum: balkabağı ve ricotta peynirli ravioli, ahududu-mango soslu vanilya çubuklu cheesecake, keçi peyniri ve pazılı tartlet.Bu günlük benim gerçeğimdi: Hayatımın her anını her şeyi yiyerek geçirmek istiyordum. Gerçekte yediklerimi kaydettiğim defterse bir maskeden ibaretti; olmak isteyip de olamadığım, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan o imkânsız kişiyi yansıtıyordu.”
Jamison’ın bu olmak isteyip de olamadığım, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan imkânsız kişiifadesi üzerine çok düşündüm. Kitap boyunca Jamison’ın kendine ihtiyaç duyma izni verme ve ne zaman direnip ne zaman bırakacağını bilme konusundaki iç mücadelesine tanıklık ediyoruz. Jamison’ın duyduğu utanç büyük ölçüde bu arzu ve iştah sorusu etrafında dolanıyor: İstemek, çok fazlasını istemek, istemeye direnmesi gerektiğini düşündüğünde yenik düşmek ya da yenik düştüğünde istemeye direnmiş olması gerektiğini düşünmek gibi dertleri beraberinde getiren bir soru bu. Jamison kitabının (hiçbir şey yemezken, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir insan olmayı arzularken restoran menülerinden özenle hazırlanmış yemekleri sebatla kopyalamasından bahsettiği) bu kısmında bana da tanıdık gelen bir şeyle yüzleşiyor ve yüzleştiriyor okuru: Direnmenin ve iştahı bastırmanın altında vahşi bir şeyler var, talep eden bir şeyler, korkunç bir şeyler. Bu umutsuz istek/yoksunluk –ve onun inkârı- kitaptan hem acı hem de aydınlatıcı bir şekilde sızıyor.
Jamison the Recovering kitabı boyunca alışılageldik alkol bağımlığı anlatılarıyla, alışıldık bağımlılıktan-kurtulma hikâyeleriyle boğuşurken, klişeden kaçınma ile klişeye teslim olma arasında gidip geliyor. Bir kadın olarak yemek hakkında yazmakta da aynı anlatısal zorluklar devreye giriyor olabilir: hikâyeyi diğerlerinden ayrılacak şekilde kurma arzusu. Ne var ki, bağımlılıktan kurtulma ve iyileşme hikâyeleri tanımı gereği benzer bir yörünge izler. Örneğin, Jamison bir kadının yaşadıklarını bir toplantı esnasında anlatmasını dinlerken, onun hikâyesini “kendisini ayırdığı için değil, tam tersine ayırmadığı için” anlattığını söylüyor. Ben de yemekle ilgili rahatsızlığım hakkında yazarken tereddütlüydüm, çünkü kendimi sıradanlığına kızarken buldum; hikâyem nasıl da sözü edilmeye değmez görünüyordu. The Recovering kitabını okuyunca bu düzensiz yeme, bağımlılık ve iyileşme anlatılarına daha az yargılayıcı bir gözle bakmaya başladım, dikkate değer olanın bütünüyle biricik olması gerektiğini düşünmüyordum artık. Boğuştuğum anlatı, yani yemekle ilgili rahatsızlığım, bu rahatsızlıktan ve onu ifade etmekten duyduğum utanç, dahası bu konudan illallah etmiş olmam, tam da diğer birçok kadın bunlara aşina olduğu için dikkate değer hale geldi.
Yemekle ilgili rahatsızlığım hakkında yazma konusundaki tereddüdüm de yine, Jamison’un The Empathy Exams (Empati Sınavları) kitabında yer alan“Grand Unified Theory of Female Pain” (Büyük Birleşik Kadın Acısı Teorisi) makalesinde de belirttiği gibi, aynı rahatsızlığa odaklanan anlatılardan usanmış olmamdan kaynaklanıyordu. “Kadın ıstırabından usandım, ayrıca bu ıstıraptan usananlardan da usandım” diyor Jamison. Makale iki doğrunun aynı anda var olmasına izin verme arzusuna hitap ediyor. Yani bir kadın hem kadınların acısı etrafındaki tartışmadan, hem de bu tartışmayı silme çabalarından yorulabilir. Benim hislerim de benzer bir yerden kaynaklanıyordu: Hem kadınların açlığının ya acınası ya da epik bir zafer olarak sunulmasından bıkmıştım, hem de kadınların açlığı üzerine anlatıların abartılı ve modası geçmiş olmasından bıkmıştım. Bir kadının yemek yemesinin radikal bir şey olarak görülmesi fikri beni rahatsız ediyordu, böyle olduğu konusunda herhangi bir iddiada bulunmayacağım, ama gerçek şuydu ki ben ekranda yemeğini silip süpüren kadınları gördüğümde etkileniyordum.
Jamison gibi ben de bu iki doğruyu aynı anda kabul etmenin mümkün olmasını, bir anlatının iki tarafından birden duyulan bıkkınlığın daha incelikli bir tartışma ortaya çıkaracak bir sohbete alan açmasını istiyorum. Korku türü işte bu alanı açıyor: Bizde iğrenme ve şok yaratmak ama aynı zamanda arzu ve zorlantılarımızın da işin içine girmesini sağlamak üzere tasarlanmış bir tür bu. Diğer bir deyişle, bizim yemek hakkındaki çelişkili düşüncelerimize kendine has bir şekilde ayna tutan bir tür. Korku türünde kadınların açlığı, onların yemeğine atfedilen ahlaki niteliklerin üstüne çıkar. Kadın açlığı, burada, tabiatı gereği iyi veya kötü olmadığı gibi, kadının birbirine karşıt görünen duygularının -utanç ve arzunun- yan yana varolmasına izin vardır.
***
Ergen öfkesi ve akran zorbalığının bir araya gelince, tahmin edileceği üzere, okuldaki en önemli arkadaşlıklarım bitmişti ve ben kendimi öğle yemeklerinde yalnız bulduğum bir sömestr geçirdim. Ya tek başına yemenin utancından kaçınmak için yemeği tamamen atlıyor ya da yemekhanenin beni kimsenin göremeyeceği bir köşesinde çabucak yiyordum.
Yalnız başına yemek utanç vericiydi, çünkü başka bir şeyle gizlenemiyordu. Eşlik eden biri yoktu, dolayısıyla dikkat benden başka yere yönelmiyordu. Eğer yalnız yiyorsam şu iki incitici gerçeğin sonucuydu bu: Birlikte yemek yiyecek kimsem yoktu ve acıkıyordum. Yemek yerken birine eşlik ediyormuş gibi veya sosyal deneyim adına yiyormuş gibi yapamazdım. Bu arzuya sahip çıkmalıydım. Bütün çiğliğiyle ortada duran bu şey benim açlığımdan başka bir şey değildi, böylece benim için iştahın kendisi beraberinde utancı taşımaya başladı.
Eğer yalnız yiyorsam, bunun nedeni yalnız yemeye mecbur olmamdı: Benim için bir ihtiyacı kendime itiraf etmek ve bir şeylerin eksik olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gibiydi bu. Tek başına yemek beni nefret ettiğim bir şekilde görünür kılıyor; sadece yemeğe değil, arkadaşa olan açlığımı da belirginleştiriyordu. Etraftaki herkes beni izlerken yemesi bana zor gelen, yani öyle hızla ve döküp saçmadan, parçalara bölerek yiyemeyeceğim bir şey yerken hissettiğim paniği hatırlıyorum. Ben bir şey yerken insanların yargılayıcı veya acıyan bakışlarla beni seyretmesine o kadar alışmıştım ki bu hissi yıllarca üzerimden atamadım. Kendimi sürekli iki arzum arasında gidip gelirken buluyordum: Yeme arzusu ve yediğim gerçeğini saklama arzusu. Her gün eve dönerken ben de yemek istediklerimin bir listesini çıkartıyor ve hayalimde menüler hazırlıyordum: Çikolata mus, kızarmış ekmek üzeri peynir, ince zencefilli kurabiyeler.
Düzenli olarak korku filmleri izlemeye başladığımda filmlerin yemekle olan ilişkisini tatmin edici buldum, çünkü bu çifte arzuya, açlık ve iğrenmeye aynı anda sesleniyordu bu filmler. Rosemary’nin çatalı bifteğe batırışında duyduğum da aynı ikili histi. İğrenmiştim ama bu iğrenme kendi iştahımın alevlenmesiyle birlikte gelmişti. Yapılması gereken, açlığın iğrenmeyi ezip geçmesine izin vermekti. İştahın utancı hükümsüz kılmasına izin vermek.
Birçok açıdan anne! filminin spiritüel öncülü sayılabilecek olan Rosemary’nin Bebeği filmi de yiyecekten geçilmiyor. Rosemary’nin bifteğini zaten biliyoruz ama filmdeki tek yiyecek bununla sınırlı değil: Guy ile yeni dairelerinde yerde yedikleri ton balıklı sandviçler; akşam yemeği davetinde mutfak masasını kaplayan iri karidesler, yumurtalar, limonlar, tavuk; Minnie’nin alt notalarında tebeşir tadı olduğunu Guy’ın inkâr ettiği yumuşak çikolatalı musu; şömine başında yudumlanan kırmızı şarap ve tabii ki Minnie’nin holün öbür ucundan her gece getirdiği sütlü vitamin içeceği.
Yine de bu anlamda filmin en akılda kalan yanı, Rosemary’nin ete duyduğu doyumsuz açlık. Mutfak tezgâhının kenarından tavuk kalbinin bir parçasını eliyle alıyor, ağzına götürüyor ve çiğnemeye başlıyor Rosemary. Rahatsız edici ve mide bulandırıcı bir görüntü ve bunun, oyuncu Mia Farrow’ın filmin çekimi esnasında katı bir vejetaryen olmasıyla zerre alakası yok. Rosemary deneyler yapıyor ve belli bir yöntem izliyor. Onu harekete geçiren tek şey basit ve müdanasız arzusu. Yani iştah, başka hiçbir şey değil. Ekmek kızartma makinesinin yüzeyinden yansıyan aksi ile karşılaşınca lavaboya eğilip öğürmeye başlıyor. Kendi tarafından olsa bile arzularken yakalanmanın utancı var burada. İsterken/muhtaçken yakalanmak, iştah duyarken yakalanmak.
Roman Polanski, Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby), 1968
Benim yalnız yemekten duyduğum utanç da aslında şahit olunmaktan, arzularken yakalanmaktan duyulan utanç değil miydi? İsterken/muhtaçken tanık olunmak ve sonrasında kendi iştahının kapasitesine şahit olmak.
***
Grace Lee’nin From Zombies to Cannibalism: Finding Humanity in Julia Ducournau’s Raw (Zombilerden Kanibalizme: Julia Ducournau’nun Çiğ filminde İnsanlığı Bulmak) adlı video denemesinde belirttiği gibi, korku “kendi kendini yiyen” bir türdür. Çiğ (Raw) filminde Rosemary’nin iştahının nerelere varabileceği karşısında duyduğu utancı ve şoku yankılayan bazı sahneler var. Üniversiteye başlama ritüelinin bir parçası olarak tavşan böbreği yedikten sonra katı bir vejetaryen olan Justine aniden dayanılmaz şekilde ete aşermeye başlıyor, derken bu insan eti yeme arzusuna dönüşüyor. “Hayatımın her anını yiyerek geçirmek istiyordum” diyordu Jamison, işte bu mücadele Çiğ’de (Raw) harfi harfine karşımıza çıkıyor.
Julia Ducournau, Çiğ (Raw), 2017
Böbrek yememesiyle iştahı alevlenen Justine ne yerse silip süpürmeye başlar. Ama bu silip süpürme edimine veya arzusuna, tanık olunmanın utancı eşlik eder. Justine ve sınıf arkadaşı Adrien bir benzin istasyonunda bir arabanın kaportasında oturmuş etli sandviçlerini yerler. Justine sandviçi iki eliyle tutmuş ağzına götürürken arkadaşına dönüp şöyle der: Sen izlerken yapamam. Açlığını doyurmasına birinin tanıklık etmesi bir utanç kaynağı gibidir. Bir başka sahnede, yine Justine’nin görülmekle ilgili çekincesini görürüz. Justine buzdolabının önünde çömelmiş, beyaz neon ışıklar üzerine vururken çiğ bir tavuk paketini sıkıca tutmaktadır. Adrien’ın mutfağa girmesiyle yaptığı şeyi saklar, o çıkınca tavuğu burnuna götürür, kokusunu içine çeker ve gözlerini zevkle kapatıp yalnız ve tatmin olmuş halde bütün pasaklılığıyla etten bir parça koparır.
İlk defa insan etini tattığında da yine mahremiyetine bel bağlar ve bir seyircisi olmadan utanç verici bir şey yemenin zevkine varır. Kız kardeşi Alex kazara makasla parmağını kesmiştir. Justine, Alex’in parmağı elinde, buzdolabının yanında otururken bir yandan da bir karara varmaya çalışıyordur: Denemeye meyilli ve meraklıdır. Kanın avcuna damlamasına izin verir. Tanık olasılığına karşı bir güvenlik kontrolü kabilinden dönüp yerde baygın yatan kız kardeşine bakar. Avcunu hevesle ağına götürüp açlıktan vahşileşmiş ve gözü dönmüş bir şekilde kanı hızla yalar. Derken aniden durur, panik ve suçluluk yüzüne yayılır. Rosemary’nin karaciğer yerken kendi yansımasını izlemesinden pek de farklı değildir bu. Ardından Alex’in parmağını ağzına götürür ve deriyi dişlemeye başlar. Utanç ve arzu arasında ustaca gidip gelir, Alex’i kontrol eder, sonra bıraktığı yerden devam eder, adeta bir histe karar kılamamaktadır. Her an fikrini değiştirmeye hazırmış gibi görünür. Hem arzunun güdümündeki bu mantıksız açlık biçimi, hem de kendini açlığa bırakmanın kaygılı suçluluğunu çok iyi tasvir eden bir sahnedir bu.
Alex yavaşça doğrulup oturur ve Justine’yi yakalamasıyla faltaşı gibi açılan gözlerinden yanağına bir damla yaş akar. Çiğ’in (Raw) son sahnesinde Justine ve Alex’in insan eti açlığını annelerinden miras aldıkları ortaya çıkar. Alex’in dehşete düşüren Justine’nin yaptığı şey değildir; gördükleri ona kendisinin de aynını yapma kapasitesini yansıtmıştır. Grace Lee video denemesinde, “Justine’nin sadece kendi arzu ve dürtülerinden, kendi bedeninden korktuğunu” söylüyor ama ben aynı şeyin kız kardeşi için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Kendinize istediğiniz şeyleri istemeye izin verseydiniz ne olurdu? O zaman ne kadar muhteşem ve korkunç şeyler olurdu? Burada çifte bir dehşet var: Biri, kendi arzu kapasiteni bir başkasında fark etmenin ve bunun seni nereye sürükleyebileceğini görmenin dehşetiyse, diğeri de, istediğin şeyin peşine kapılmış giderken bu ilkel durumda editlenmemiş ve filtrelenmemiş bir şekilde gözlemlenmenin dehşetidir.
***
Hayatımda ilk defa, Edinburgh’a gittiğim yaz bir restoranda yalnız yemek yedim. O ayın başlarında Çiğ’i (Raw) ilk defa izlemiştim ve ne olursa olsun Justine’nin ekranda fark ettiğim utancını hükümsüz kılmak istiyordum. Onun açlıktan vahşileşmiş halde ve yalnızken görülme kaygısı benimkinin bir aynasıydı. Gün yüzüne çıkarmak için utancın kaynağını arıyordum ve restoranda pencere kenarı bir yere oturdum. Diğer insanları izledim: çiftler, aileler, arkadaşlar… Onlar dönüp bana baktıklarındaysa göğsüm panikle düğümlenmiş gibi oluyordu. Panikten menünün köşelerini kıvırıp duruyordum ama yine de sipariş verdim: Biftek ve patates kızartması (vejetaryenliğe kısa bir ara), bir kadeh Porto şarabı ve zencefilli cheesecake. Açtım. Yemek geldiğinde hepsini yedim.
O yaz ve sonraki yazlar, insanların karşısında yemek yiyerek zaman geçirdim. Arkadaşlarımla evlerinde veya restoranlarda yemek yedim. Randevularda yemek yedim. Dışarıda yalnız yemek yedim: Çatalın etrafına döke saça spagetti doladım, kazağıma dökülen hamur işi parçalarını elimle topladım, dudağımın kenarındaki salça dağılmış ruj gibi iz yaptı, kâseden çubuklarla japon eriştesi yakaladım. Bıraktım ellerim titresin, göğsüm düğümlensin. Bazen çatalı kenara koyup, tekrar başlamak için utancın baş edebileceğim bir seviyeye inmesini bekliyordum. Bazen de düğüm tekrar sıkışıyordu ama daha az sıklıkta ve daha düşük yoğunlukta oluyordu bu.
Kadınların açlığını radikal bir şey olarak gösteren anlatılardan sıkıldığımı sanmıştım, ama sanırım, beni asıl sıkan, bu anlatıları daha başından gerekli kılan kültürdü. Bıkkınlığım kadınların açlığı hakkındaki konuşmaların kendisinden değil, bu konudaki konuşmaların genelde ikiliklerle çerçevelenmesinden kaynaklanıyordu: Sanki bir kadının yemesi sadece acınası bir düşüş veya destansı bir zafer olabilirmiş gibi. Korku, iştaha ilişkin konuşmaların daha incelikle yapılabileceği ve hem utanç ile arzuyu, hem de iğrenme ile hazzı aynı anda taşıyabileceği bir alan sunuyor. Korkuda bir kadının açlığı onun utancı, merakı, öfkesi ve arzusuna dolaşık biçimde var oluyor. Fakat Çiğ’deki (Raw) bizi Justine’yi her şeyden önce arzularıyla boğuşan genç bir kadın olarak görmeye davet eden kanlı yamyamlık tasvirinde bile bu açlık, ahlaki ikiliğin iki tarafına da denk düşmüyor. Korkuda kadının açlığı ne bir başarısızlık ne de bir zafer, ne özünde utanılması gereken bir şey ne de bir gurur kaynağı. Kendi karmaşıklığı içinde var olmasına izin var.
O akşamüstü restoranda otururken, Justine’nin ağzına tavuğu tepiştirmesini düşündüm. Arzusu utancıyla boğuşuyordu ama o yine de doymak bilmez bir şekilde, gözü dönmüşçesine, höpür höpür yiyordu.
Ana Görsel: Jean Dubuffet, Eater, 1944
*Yazar Laura Maw Londra’da yaşıyor. Korku filmleri ve sanat konulu makaleleri Hazlitt,Catapult ve Oh Comelydergilerinde yayınlandı. Şimdilerde, kadınlar ve korku filmleri üzerine eleştirel anı formatındaki ilk kitabı üzerinde çalışıyor.