Hizmetin içtenlikle yapılması ile bir sektör halinde gerçekleşmesi arasındaki uçurum, hayat algımızdaki değişimi gösterir. Sevdiğim birine isteyerek hizmet ettiğimde, sevdiğimi beslediğim kadar kendimi de beslemiş olurum. (Beslemek kelimesini gıdanın ötesinde, ingilizcedeki nurture, yani bakım kelimesindeki daha geniş anlamıyla kullanıyorum.) Böylelikle yaşamın verme ve alma döngüsüyle buluşurum; hizmet eylemini tekrar etmekten de keyif duyarım.
Sektörleşmiş hizmet ise zorunluluk haliyle, bir yabancıya, çok da istemeyerek yapılır. Kapitalist sistemin talepleri doğrultusunda şekillenmiştir. Çalışanların, talebe yönelik olarak hızla servis vermesi beklenir. Bu zorunlu hizmet sonucunda elde edilen gelir, hizmet eden kişilerin hayatlarını idame ettirmesine yettiğini varsaysak bile, fiziksel ve psikolojik sağlıklarını korumalarına çoğunlukla yetmez. Hizmet almaya gelenler de hizmeti gerçekleştirenlerin gönülsüz ve sağlıksız çalışma koşullarından etkilenir. Sektörün içinden bir çalışanın müşteriye gülümsemesi ve düzgün bir hizmet vermesi beklenirken, kendi isteksizliğini ve çalışırken yaşadığı zorlukları yansıtması ise çoğu kez iş kaybı nedenidir. Bu durum daha genel bir soruna, birbirimize empati besleyememize ve birbirimizi yabancılar -ancak piyasanın mübadele yasaları çerçevesinde karşılaşan müşteriler ve hizmet sağlayıcılar- olarak görmemize neden olur. Sektörleşmiş hizmet ile içten gelen hizmet arasındaki uçurum hayata yaklaşımımızı derinden etkiler.
Benim hizmet sektörüne dahil olmam ise lise son sınıfta başladı. Kahvenin hayatlarımıza reklamlarla yerleştirildiği yıllardı 2010’lar. Dizi ve filmlerden görerek kendime hazırladığım acı kahveler eşliğinde, kahvecilerde çalışan marjinal ve melankolik tiplere öykünürken kendimi bir çırpıda kahvecide çalışırken buldum.. Bir yandan Fransız filmi Amelie’yi çocuk yaşlarda izlemiş ve filmin renklerine, karakterlerin büyülü anlatımına âşık olmuştum. Bir yandan da bilgisayarda oynadığım oyunlar arasında garson olma oyunlarını sever, oyundaki görevleri hızla gerçekleştirmeye çalışmayı eğlenceli bulurdum. Bu beğenilerle büyümüş olmanın bir sonucu olarak, garsonluğun eğlenceli olabileceğini, bana para kazanarak kendi seçimlerimi yapma ve farklı insanlarla tanışma fırsatı verebileceğini düşünüyordum. Hatta bu sayede belki Amelie gibi yakışıklı bir adamla aşkı tadabilirdim, kim bilir.
Amélie (2001), yön. Jean-Pierre Jeunet
İstanbul’un popüler semtlerinden Kadıköy’deki ilk kahveci deneyimimden sonra Cihangir ve Moda’da devam ettim garsonluk ve baristalığa. Amelie’nin aksine, kendi iç dünyama her döndüğümde, yapmakta olduğum işten ne kadar hoşlanmadığımı düşünüyordum. Neyse ki en yakın arkadaşım da aynı işi yapıyordu da birbirimize kız kardeş desteği sunuyorduk sigaralarımızı tüttürürken. Hizmet ederken ilginç insanlarla tanışıyordum tanışmasına ama anlamlı bir ilişki geliştirecek imkânları bulamıyordum, çünkü işten çıkıp eve dönmek için dakika sayıyor, boş zamanlarımı da sosyalleşmek yerine okul sorumluluklarımı yerine getirerek ve uyuyabildiğim kadar uyuyarak geçiriyordum. Her İstanbullu gibi ben de madalyonunun öteki yüzüyle tanışıyordum yani. Semtlerin güzel görünümünü, çekiciliğini kendimce tadıyor olsam da her gün evden çıkıp okula ve işyerine gidebilmek için yaklaşık üç saatimi toplu taşımada geçiriyordum. Amelie’nin böyle bir sorunu olduğunu izlememiştim, oysa tıpkı İstanbul megakenti gibi Paris de yaşayanlar için benzer sorunları barındırıyor. Filmin hiçbir karesinde sınıf ayrımına, gelir eşitsizliğine ve çalışmanın insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine yer verilmediğine dair bazı eleştiriler okumuştum. Yine de, yönetmeni suçlayıp gerçekleri göstermediğini söylemektense, büyük şehirde yaşayan genç bir garson kadının hayatının böyle ideal bir güzellikte anlatılmış olmasını takdir etmek istiyorum. Çünkü sanatın, hayal gücüne ve çocuksuluğa açtığı alana ihtiyaç duyduğumuz, katı kuralları olan bir dünyada ve dönemde yaşadığımızı düşünüyorum.
İstanbul’daki hizmet sektörü hikâyemi yurtdışına gitmeme yetecek parayı biriktirmemle sonlandırdım. Yurtdışına çıktığımda kahve içip dışarıda yemekler yedim, gece eğlencelerine katıldım, yani artık yapmak istemediğim işleri başkalarının yaptığı bir konumdayken kapitalist sistemde yaşayan bir insan olmanın garipliğiyle tanıştım. Kendi ülkemden uzakta, tatildeydim ve daha kısa bir süre öncesine kadar hizmet sektörünün bitap bir çalışanıyken şimdi hizmet sektöründe olan bitenleri düşünmediğim bir konumdaydım. Çektiğim zorlukların ve yorulduğum günlerin keyfini sürüyordum. Yine de, tekrar çalışmaya başlamak zorunda olduğumu hiç düşünmeden yaşarken ve hayata başka bir ülkeden bakarken bile eğlence ve tüketim yerlerinde belli bir yapaylık hissi yaşamaya devam ediyordum. Kapitalist dünyanın işleyiş düzenini bir de bu konumdan görmek derin bir yarık açmıştı içimde: Para kazanmak için yapmamız beklenenler yaşadığımız dünyaya hizmet etmiyordu. Aksine, dünyanın kaynaklarını ve hayatın doğal döngülerini yanlış yöne sürüklüyordu. İşten çıkan yorgun çalışanlar dinlenmek için kendilerini barlara atıyor, zorunlu işlerde çalışarak idame ettirdikleri hayatın stresini unutmak isteyenler kendilerini alışverişe, gece kulüplerine, kısacası tüketime bırakıyordu…
Aradan altı sene geçtikten sonra yeni bir şehirde, Ankara’da, eski garsonluk ve baristalık deneyimlerimi unutmuş bir şekilde ve yeni bir ilgi alanı keşfetmiş olmanın hevesiyle yeniden bir hizmet sektörü çalışanı oldum: Biraz da sosyoloji bölümünden mezun olduktan sonra ne yapacağımı bilemez halde bu defa yemek yapmaya başladım. Kuyruğunu yiyen yılan Ouroboros gibi başladığım noktaya geri dönmüştüm. Bir akşam vakti artık mutfağı tek başıma kapatacağımı öğrendiğimde büyük bir isteksizlik ve bitkinlik hissi çöktü üstüme. İşverenime bu ekstra çalışmadan ne kadar ücret alacağımı sorduğumda, yarım saat çalışmanın mesaiden sayılmadığını öğrendim. Buradaki görünmeyen emek kısmı sinirlerimi bozmuştu: Tek seferde 60 kişiye hizmet veren koca bir mutfağın, bütün günü tek başına geçiren bir çalışan tarafından temizlenip kapatılması ücretli mesaiden sayılmıyordu. Hiç değilse kısa mesafe taksi parası almam gerektiğine karar verip bunu çekinerek dile getirdim. Emeğinin karşılığını almadan çalışmak ve bunun bilinciyle daha da artan yorgunluk hali, kişiyi özgüveninden ve kendilik değerinden nasıl da kopartıyor. Bununla birlikte, hizmet sektörünün çalışanlar üstünde performans baskısı kurmasını, işlerin her zaman eksiksiz gerçekleştirilmesini, kişinin yeteneklerini geliştirmektense hızlanıp dayanıklı olmasını talep eden ve kendini hep aynı şekilde tekrar eden bu mekanik bir işleyişi bir kez daha deneyimlemiş oldum. Audre Lorde’un “kendimle ilgilenmek bir şımarıklık değil, öz koruma ve politik mücadele eylemidir” sözlerini burada hatırlamak yerinde olur.
Mutfağı kapatırken zihnimden sorular geçmeye başladı: Bu iş ihtiyaçlarımı ne kadar karşılıyordu? Hayal ettiğim geleceğe, dünyaya ne kadar hizmet ediyordu? Bilgi birikimimi paylaşabileceğim başka işler yapabilir miydim? Bu döngüye girmeden, başkalarının da bu döngüde heba olmasına hizmet etmeden nasıl yaşayabilirdim? Kapitalist sistemin hem benim hem de başkaları üzerinde yarattığı baskının değişmesi adına yapabileceğim bir şey var mıydı? Bu soruları sordukça mutfaktaki emeğime, işime ve insan ilişkilerine hepten yabancılaştım (Marx’ın bana bir yerlerden göz kırptığını hissediyordum) ve nihayet bu işten de ayrılmaya karar verdim. Bu soruların cevaplanmasının en azından şimdilik imkânsız olabileceğini, hemen bir iş bulamayabileceğimi bildiğim halde ayrılmakta kararlıydım. Oysa biliyorum ki, ayrılmakta tereddüt etmediğim bu gibi işlerden istese de ayrılamayan sayısız insan devam ediyor bu zinciri döndürmeye.
(Evet küçük Amelie… senin kemiklerin camdan yapılmamış.
hayatın darbelerini karşılayabilirsin.)
Üniversitede kavramsal ve tarihsel olarak altını üstüne getirip, dışarıda bir canavar varmışçasına konuştuğumuz kapitalist sistemin, ekonomik güvencesi olmayan insanlardan sürekli daha fazla çalışmalarını talep etmekten vazgeçmeyeceği gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyordum. İşverenler de sürekli büyümeye, hızlanmaya ve işlemeye devam etmek istiyor, yeni talepler yaratmaya, bu taleplere cevap vermeye, artan vergilere, kiralara ve giderek daha talepkârlaşan bir piyasada müşterilere yetişmeye çalışıyor. Bu durum kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe çoğunun ezici çalışma şartlarının çalışanlar üzerindeki etkilerini görmek gibi bir niyeti yok. Hizmetin derin anlamında içerilen kişilerarası empati yerine rekabet duygusunun beslendiği bir çalışma ortamından sağlıklı insan ilişkilerinin çıkmasını beklemek boşuna. Bunları görmek üniversite yıllarında bir canavarla karşılaşmaktan doğan o karaduygunun geri dönmesine neden oluyor.
“Karaduygun,” Sema Kaygusuz’un aynı adlı kitabında melankoli durumunu tarif etmek için seçtiği sözcük. Melankoli yaşayan kişinin üzerine giyindiği ağır hırkayı tarif eder yazar bu sözcükle: “Karaduygun: Kendi kafasına sığamayandır. Düşüncenin yüzyıllar içinde tamamlandığının bilinciyle zamanın kör kuyularına dalmayı göze alır. Dünyaya alışamaz, tahammül edemez, dünyevileşemez.” Bireye en hafif tabirle karaduygunluğu yaşatan kapitalizm, işten çıkanın yerine hemen bir yenisinin konduğu, kişinin işlevinin standart olanı yerine getirmekle sınırlandırıldığı, canlılığın tüketiminden beslenen bir döngüyü yaratmıştır. Bu döngü insanları sade bir hayat yaşama imkânından uzaklaştırıyor; kişilerin temiz gıda gibi temel haklara erişimini de, sağlıklı bir çevrede sevdikleriyle beraber kendilerini ait ve etkin hissedecekleri bir kolektifte yaşama ihtimalini de giderek olanaksız kılıyor.
Mutfaktan ayrılmamın üzerinden aylar geçti. Henüz kendime bir geçim kaynağı bulabilmiş değilim; ailemin desteğiyle yaşıyorum. İtiraf etmeliyim ki, sosyoloji mezunlarının işsiz kalacağını söyleyen akrabalarıma hak vermeye başladım. İşten ayrıldıktan sonraki süreçte en zorlandığım şey, aradığım işin bana sunulacağını düşleyerek internette ilanları taramak oluyor. Yapabileceğimi düşündüğüm her iş ilanına hevesle başvurup yanıtsız kalmak ve bundan başka ne yapacağımı bilememek… Bir telefon konuşmasında babam bu konu hakkında bana şöyle ironik bir cevap veriyor: “Kızım dünya için yapabileceğin en iyi şey az tüketmek. Şimdi işin olsa böyle minimal yaşayamazdın, takma kafana, yaşamana bak.” Onların emeklilik hayallerini gerçekleştirmeleri için kendimi iş hayatına dahil etmeye çalışırken, ıskartaya çıkan her çalışanın sistemin işlerliği adına bir yenisiyle değiştirildiği, insancıl duygulardan fersahlarca uzak bir fabrika canlanıyor gözlerimin önünde. Bu kısır döngü kim bilir kaçıncı kez tekrar ediyor? Bir yandan da bu işsizlik, bana aradığım işi kendim yaratabilir miyim diye düşünme ve yakın çevremle işbirlikleri yapma, ortak projeler kurgulama fırsatı veriyor, ki bundan çok memnunum. Bu sayede, kendi ritmimde ve düzenimde araştırmalar yapıyor, düşünüyor, yazıyor, topluluklarla etkileşime geçiyorum. Bu halimden memnun olduğum için mi iş bulamıyorum acaba? Yoksa aranılan işler için yeterli değil miyim, kim bilir…
Bütün bu koşuşturmacadan geri çekilip, evimizin bahçesinde soluklanırken fark ettiğim, kapitalizmin kısır döngüsüne rağmen öyle ya da böyle tüm canlıların birbirinin hayatına içtenlikle katkı sunduğu, hizmet ettiği oluyor. Bu canlılık döngüsünü görmek, her canlının birbirini nasıl da tamamladığını, canlılığa nasıl hizmet ettiğini görmek, aslolan bu gibi geliyor. Ölümlü canlılar olarak belki çok büyük şeyler yapamayabiliriz, belki dünyayı bir çırpıda değiştiremeyebiliriz ama kendimizle ilgilenmenin önemini vurgulayan Audre Lorde’un da hatırlattığı gibi, kendimizle ve birbirimizle ilgilenebiliriz. Birbirimizle ilgilenmenin de politik bir eylem olduğunu, duygularımızın ve eylemlerimizin sonucunda sağlıklı kolektifler yaratabileceğimizi birebir deneyimliyorum. Para kazanmadığım bu ekonomik kriz döneminde ailem ve yakın çevrem tarafından desteklenerek yaşamak, hayata olan hizmet aşkımı besliyor.
Şehirde büyümüş, hakim eğitim sistemlerinde yetişmiş biri olarak, hayatım her ne kadar kapitalist sistem içinde şekillense de, doğanın daha büyük döngüsüne ait olduğunu hissediyorum. Bu yüzden de, orantısız üretim ve tüketim hırsına kapılmamış bir gelecek için hizmet etmeyi seçiyorum.
Ana Görsel, Doroty Johnson, Waiting, 2015
Sema Kaygusuz, Karaduygun, İstanbul: Doğan Kitap, 2012.
Audre Lorde, Bahisdışı Kız Kardeş, çev. Gülkan Noir & Yusuf Demirörs, İstanbul: Otonom, 2022.