Dün, BirGün gazetesinde Meltem Gürle’nin yazısını okuyup duygulandıktan sonra, hepiniz okumamış olabilirsiniz diye buraya taşımak istedik.
Fareler ve İnsanlar
Bundan on beş yıl kadar önce, bahar döneminde, İstanbul’da bir lisede öğretmenlik yaptım. Geçici bir işti bu. İngilizce edebiyat dersini veren hoca hastalanmış, sınıf da bir dönem için öğretmensiz kalmıştı.
Öğrenciler için de benim için de zor bir süreçti. Onlar bir üniversite hocasının getirdiği serbestiye alışık değillerdi. Ben de tahtaya bir şeyler yazmak için sırtımı döndüğümde, arkamda fırtınalı bir okyanus gibi dalgalanan bir sınıfa dayanamıyordum.
Üstelik bir de sınıf öğretmeni olmuştum. Arada bir ders dışı kimi faaliyetlere de katılmak zorundaydım. Bir keresinde, bana verilen talimat üzerine, sınıfı tiyatroya götürdüm. On beş yaşında otuz kadar çocuk. Koltuklara bir bir yerleştirdim onları. Hepsi yerine oturduğunda derin bir nefes aldığımı hatırlıyorum. Fakat bir başka görevim olduğu için oyunu onlarla birlikte izleyemedim. Telaş içinde okuldan ayrıldım ve nefes nefese otobüse atladım. Yola çıktığımda bir de ne göreyim! Bütün sınıf caddenin bir tarafına dizilmiş bana el sallıyordu. Tiyatrodan kaçacak kadar hayta, ama beni yolcu edecek kadar da naziktiler.
İşte ben bu çocuklarla, dönemin ikinci yarısında Fareler ve İnsanlar’ı okumak durumundaydım.
Romana el attığımız andan itibaren ciddi bir dirençle karşılaştım. Tiyatrodan hoşlanmadıkları gibi, edebiyatla ilgili “safsata”lara da kapalıydılar. Steinbeck’in çarpıcı imgelerinden, romanın sade ama dokunaklı dilinden hiç etkilenmiyorlardı. Salinas Nehri Salinas Vadisi’ne akıyordu. Eee, ne olmuştu yani? Konular da zaten bir garipti. Büyük Buhran’mış, çiftlikten çiftliğe dolaşıp iş arayan mevsimlik işçilermiş, yersiz yurtsuz olmakmış, yoksullukmuş, hiçbiri ilgilerini çekmiyordu. Hepsi yabancıydı onlara.
Son bir umutla onlara, George’un Lennie ile dostluğundan bahsettiği meşhur tiradı okudum: “Biz onlar gibi değiliz. Bizim bir geleceğimiz var. Derdimizi paylaşacak, bizi seven biri var. Başımızı sokacak yer bulamadık diye barlara dalıp paramızı son kuruşuna kadar harcayanlardan değiliz biz. Öyleleri hapse girse, kimsenin umurunda olmaz. Ama biz öyle değiliz.”
Bana mısın demediler! Tamamen çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum. Elimde tuttuğum kitap en saf haliyle edebiyattı. Ama onda güzel olan şeyi çocuklara aktarmayı başaramıyordum. Steinbeck’in romanı, dostluk ve sadakat üzerine yazılmış en iyi romanlardan biriydi. Belki de en iyisiydi. Ama bunu anlatamadıktan sonra ne faydası vardı?
Dönem böylece ilerledi. Çocuklarla mücadele derinleşti. Bu arada, bir lise öğretmeni olamayacağıma çoktan karar vermiş ve bu kararı bir kaç kez yineletecek malzemeyi biriktirmiştim. Dönemin ortasına geldiğimizde, çocuklar büyük bir haytalık daha yaptılar. Matematik hocasının çantasından sınav kağıdı çaldılar. Çalışkan olanlar soruları çözdü. O kadar akıllıydılar ki, sınavda hepsi kendine yetecek kadar soruyu cevapladı ve farklı farklı notlar aldılar. Ancak, planlar bir noktada yattı. Çünkü matematikçi matematikçiydi. Kağıtları sayarak numaralamış ve birinin eksik olduğunu hemen anlamıştı. Böylece bizimkiler de kendilerini sınıfça disiplin kurulunda buldular.
O Pazartesi okula gittiğimde, sınıfta yas havası esiyordu. Hafta sonunda olaylar patlamış, öğrenciler önce gruplar halinde ve sonra birer birer sorguya çekilmiş ve sonunda bu işi kimin yaptığı ortaya çıkmıştı. Kağıdı çalan iri yarı sevimli bir oğlandı. Notları çok kötüydü. Ders dinlediğine de pek şahit olmamıştım. Gizli gizli sigara içmekten birkaç kez yakalanmıştı. Disiplin defteri hayli kabarıktı. Ama sınıfın en sevilen kişilerinden biriydi.
Onu ele vermeyeceklerini düşünüyordum. Sınıf bu eylemi hep beraber planlamış ve gerçekleştirmişti. Hep birlikte kopya çekmişler ve yakalanmışlardı. Sonuçlarıyla da birlikte yüzleşeceklerini düşünüyordum. Ancak öyle olmadı. Sorgulamalarda birisi kağıdı kimin çaldığını söyledi. O çocuk uzaklaştırma cezası aldı. Diğerleri de disipline gitmekten kurtuldular.
Uzaklaştırma cezası tamamlanıp da okula döndüğünde, eski neşesi kalmamış gibiydi. Bir gün onu bahçede duvara dayanmış, etrafı seyrederken gördüm. Artık yaz gelmişti. Okulun son günleriydi. Etrafta bunun izleri görülüyordu. Kızların etekleri kısalmış, oğlanların kravatları gevşemişti. O sabah her şeyin üzerinde neşeyle oynaşan ışıklar vardı. Ama o gölgede duruyordu. Bütün bunlardan uzakta. Beni görünce farkında olmadan elini ceket cebine attı. Sigarasını orada sakladığını biliyordum. Gülümsedim ona. Bir şey yapmayacağımı anlayınca rahatladı. O da gülümsedi.
Dönem ortasında olanlardan bahsettik. Uzaklaştırma cezasından konuştuk. “Babam beni bu okuldan alacak,” dedi. Sesinde üzüntüden çok şaşkınlık var gibiydi. Bunun üzerine, uzun süredir merak ettiğim şeyi sordum ona. “Planlayan kimdi?” dedim. Sıra arkadaşının adını söyledi. Ufak tefek, cin gibi bir oğlandı bu. Her zaman suyun üzerinde kalacaklardan biri. “Neden daha önce söylemedin?” dedim. “Kim olduğunu neden anlatmadın? Bu kadar ağır bir ceza almanı engelleyebilirdi.”
Bunun üzerine gözlerini kaldırıp bana baktı. Yine şaşkınlık içinde. Sonra George’un laflarından birini söyledi. Derste defalarca tekrar ettiğim ve onun hiç duymadığını sandığım bir sözdü bu:
“Çünkü tanıdığın biriyle gezmek yalnız olmaktan çok daha iyi.”