Çocuklar korkunç Allah’ım,
Elleri, yüzleri, saçları.
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Village of the Damned filminin iki uyarlamasından da bir sürü fotoğrafı sağda solda bin kere paylaşmışımdır, neredeyse laminat kaplatıp kimlik diye kullanacağım. Ne yapalım? Gözünden dehşet fışkıran, sinir bozucu derecede iyi giyimli bu sarıkafalarıda yürek hoplatıcı bir şeyler var. Doğaüstü durumlar sonucu aynı küçük kasabada farklı annelere babasız doğan bu acayip çocuklar, büyüdüklerinde bir çete felsefesi ve milli güvenlik hocası ruhuyla tam manasıyla hadise çıkarıyorlar, ortalık birbirine giriyor.
Yetişkinler çocuk iradesinden aslında ne kadar korkuyorlar. Çocuklarla ilgili aklıma gelen korkulu ürünlerin neredeyse hepsinde gizli bir çocuk sahibi olup da paçayı kurtaramama korkusu yatıyor sanki. Çünkü aklı başında insan mantığının işe yaramayacağı şeyler arasında kana susamış vampirler, sivri dişli canavarlar ve yeşil simalı uzaylılar varsa, bu yarışta bayrağı asıl çocuklar taşıyor. Dünyaya getirdiğin an esiri olacağın, 15 gün içinde fişiyle iade edemeyeceğin, “Bu sıktı, büyüğü yok mu?” çekemeyeceğin tek şey, çocuk. Ve laf geçirilemez, gizemli yollarla yürüyen iradeleri. Üstelik yosunla kaplı dişleri, pençeleri filan da yok, akıl almaz derecede sevimliler. Alaska Valisi Sarah Palin’in tuttuğunu koparan anneleri ve kendisini tanımlamak için ortaya attığı “Ruj sürmüş buldog” benzetmesi vardı ya, çocuklar da bez takmış, parmak boyası sürmüş küçük buldoglar. Korku sineması ve edebiyatında as başkan rolünde başka kim olacak, tabii onlar olacak. Direk yüreği hedefliyorlar çünkü. Minik tahta kazıklar!
Village of the Damned gibi filmlerde de asıl dehşet bir grup çocuğu gözleriyle birinin canına kastederken görmemizde değil, bu dehşetin duygusal karşılığını yapmaya muktedir olduklarını biliyor olmamızda yatmıyor mu şimdi? İsterlerse ruhumuzu çok fena yaralayabilirler. Gerçek korku, dünya işlerinin bir grup çocuğun eline kaldığı düşüncesinde.
Aynı korkunun daha açık ve dolaysız olanı çoğunuzun hatırlayacağı eski bir Alacakaranlık Kuşağı bölümünde de var, ismi “It’s a Good Life”. İlk versiyonu çok daha önce çekilmiş bu korku hikayesini, biz yeni, renkli çekilmiş haliyle ve “Allahım ablasının ağzı yoktu! Vallahi ağzı yoktu dümdüzdü böyle mmmm yapıyordu!” diye hatırlıyoruz. Hani bir sahne vardı, televizyon izleyen kızın ağzı yoktu? Dümdüzdü, vaha gibiydi? İşte o. Sözkonusu hikayede de küçük ve masum bir kasaba, boyutsal bir kırılmadan mıdır artık ne kulp taktılarsa ondan dolayı ufacık bir çocuğun isteklerine ve dileklerine kalıyor, çocuğun gözleri tarafından yok edilme korkusuyla bir sürü insan istemeye istemeye bütün gün çizgi film izliyor, ne bileyim top oynuyor, en basitinden çocuk oyunlarıyla eğleniyor gibi yapmak zorunda kalıyordu. Bunları yapmazlarsa sözkonusu çocuğun bir lafıyla kendilerini ya ağızsız gözsüz, ya da bir hiçlik tarlasında buluyorlardı. Yani… aslında bütün kasaba halkı ebeveynlik yapıyordu. Bütün hikayenin altında yatan dehşet buydu. Bu insanlar bütün varlıkları acıma duygusundan yoksun bir diktatörün keyfine emanet, öyle tıngır mıngır rezil gibi yaşıyorlardı.
Çocukların bu kadar zahmetsizce çok korkunç hale getirilebilmesinde neyi sezip çabucak öğrendiklerini, neyi hayatta çakozlayamadıklarını bilmememizin rolü çok önemli. Kendi mütevazi yeğen yetiştirme tecrübelerimden çocukların dünyanın en basit kandırmacalarına dost köpek gibi insanın kalbini kıracak bir saflıkla uyuduklarına, bunun yanında inanılmaz komplike tasarıların arkasını iki saniyede görebildiklerine şahit oldum. Yeğenim Ahmet’i 3-4 yaşlarındayken benim için utanç verici sayılacak kadar uzun bir süre boyunca aslında bir korsan olduğuma, her sabah evden çıktıktan sonra sahilde gemime atlayıp altın avına çıktığıma inandırdım, fakat her “Teyze anne yarısıdır, yani ben senin annenin diğer yarısıyım” denememde bana aptalmışım gibi baktı. Böyle bir şey. Gizemli. Deneyerek bulmak lazım. Ve de fazla kurcalamamak. Çünkü kolayca bozulabiliyorlar ve büyüyüp problemlerini karanlık otoparklarda kadın kovalayarak çözmeye niyet edebiliyorlar, ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.
Ama ben sabıkalı teyzeliğimden değil, çocukların neyin farkında olup olmadıklarını kolayca tahlil edemediğimizden bahsediyordum. Hemen akla Henry James’in Turn of the Screw isimli romanı geliyor mesela. Yarabbi, o ne kadar korkunçtur. Ve çocuklar bir halt da yapmazlar aslında, roman boyunca imza attıkları şeyler çoğunlukla bilinen çocuk saçmalıklarıdır. Ama gene de insanın ödünü patlatırlar, çünkü neyi ne kadar bildiklerini, yetişkin dünyasının karışık ve tenle de ifade edilen taraflarına ne kadar hakim olduklarını pek anlayamazsın. Bilemedikçe çocuklara daha beter uyuz olursun, ve sonra bir bakmışsın sayfalar geçmiş, senin uyuz katıksız korkuya dönüşmüş. Belki şunu da eklemekte fayda vardır: Bir riyavete göre Henry James’in başına çok hazin bir şey gelmiş. Penisi ve yan dansçıları… bütün ekip diyelim, işte onlar, çiftlikte çıkan yangından kaçan bir at tarafından ezilmiş. Bu dedikoduyu ders dinlerken öğrenmiştim, sınıfta oturan herkes için özel bir andı. Hoca şakayla karışık “O kazada giden gitti, gidenler ise James’in aklından bir an çıkmadı. Henry James, onların yokluğunda çok kitap okudu. Ve yazdı.” gibi bir şeyler söylemiş, James’in romancılığına ezilmiş pipisinin damga vurmuş olabileceği imasında bulunmuştu. Bu sebepten niyeyse The Turn of the Screw konusu açıldığında hemen aklıma bu rezil sahne gelir ve düşünürüm, bütün bastırılmış cinsellik muhabbetinin yanında roman, adamın çocuk yapamayacak olmasını gizliden gizliye kutlaması mı acaba, diye. Flora ve Miles gibi çocuğu, kim ister? Yemeğe çağırıyorsun dik dik bakıyor, terbiye etmeye çalışıyorsun çat diye laf sokuyor. Başa bela.
Peki ya Stephen King’den Hayvan Mezarlığı (Pet Sematary)? Tamamen aynı şey! Çocuğunu hazin bir kazada kaybedip yokluğuyla da baş edemeyen bir ebeveyn, çıldırıp çocuğunun naaşını solan canlıları ayağa kaldırdığı söylenen bir hayvan mezarlığına gömüyor. Oğlan geri geliyor da, çekilecek gibi değil. Bana araba alın, işsiz güçsüz gezeceğim, diye tutturuyor. Şaka şaka. Gage kana susamış bir zombiye dönüşüyor. (Mezarından kalkıp gelmiş ve annesinin şevkatini dilenen Gage’in film temsili, gri suratıyla affedersiniz tam bir eblek ifadesiyle “Annee, babaaa” diye bağırması o kadar hoşuma gidiyor ki, bazen ellerimi havaya kaldırıp taklidini bile yapıyorum) Amansız bir zombiye dönüşmüş olmasına rağmen anasının babasının kafasını eski Gage’in anısıyla karıştırmayı başaran çocuk, ailesini dev bir felaket zinciriyle tanıştırıyor.
Hayvan Mezarlığı‘nda hem çocuğunu kaybetme korkusu, hem de birazcık çocuğun neye dönüşeceğini aslında bizim kontrol etmediğimizle ilgili bir endişe olabilir gibi geliyor bana. Ama Gage gene de çok korkunç, hangi çocuk zararsız bir dedenin aşil tendonunu cart diye keser? Zavallı dede yere yıkılırken içinden “Ana baba doğru davransaydınız, vedanızı da onurunuzla doğru düzgün etseydiniz, çocuk böyle canavara dönüşmezdi,” diyorsun.
Bu bahsettiğim şeylerin hepsi, tabii ki gerçek çocukların keskin tarafları, ebeveyn olma sorumluluğuna dair korkuların acı tezahürleri. Yoksa ebeveynliğin “tıngır mıngır, rezil gibi yaşamak” olduğunu tabii ki düşünmüyorum – Anneme bunu söylesem beni öyle bir azametle tepeler ki muhtemelen şu yaşımda kekeme olurum. Çocuklar aslında ruh hastası filan değiller, fakat kolayca olabilirler. İşte o gri bölge, insanın ödünü patlatan bir şey. Çocuklara korkularımızı ve endişelerimizi, saksı gibi gömüyoruz maşallah. Her anlamda. Korku, çocuğun ve ebeveynliğin doğası için çok uygun bir tohum.
Ve düşünüyorum da, bütün bu korkunç çocuk meselesi için aklıma bize ait şöyle tumturaklı, kasıtsız olmayan bir örnek gelmiyor. Başbakan koltuğuna oturanlarımız var, ama onlar kazayla öyle korkunç oluyor. Erol Evgin’in sahneye çıkartıp dans ettirdikleri var, onlarla da tam olarak ne planladıklarını bilmiyorum, ama sevgilisine ağıt yakan altı yaşında çocuk görünce resmen kaskatı oluyorum, oysa merdivenden ters inse el çırpıp tempo tutacağım. Ve aslında bu hadiseye alçakgönüllü, bizden bir yorum getirmek istiyorum galiba. Mesela The Turn of the Screw’a devam projesi: 13 bölümlük dizi. İsmi “Vida Geri Dönüyor”. Aşk-ı Memnu’nun çekildiği yalıda çekiyoruz, ama eski ekipten bir tek Matmazel var. Çünkü gergin, sinsi ve sinir bozucu mürebbiye deyince akla Matmazel gelir. Kuleden görünen kızıl kafa hayaleti ise Tolga Karel oynuyor. Çocuklar ise… Birini Arda Kural, diğerini ise Yıldız Asyalı canlandırıyor, çünkü onlar hiç büyümediler. Kötü mü olur, ödümüz hissettirmeden ve yirmişer dakikalık reklam aralarıyla, tatlı tatlı patlar.
(Bu yazı, daha önce 93 Numara‘da yayınlanmıştır.)