Bütün mutlu çevirmenler birbirine benzer, her mutsuz çevirmenin mutsuzluğu kendine göredir. Bir metni çevirmenin ardındaki sayısız teknik, etik ve düşünsel zorlukların ötesinde, çevirmenin bir de yazarla ilişkisi vardır. Bu ilişki samimi olduğu kadar yoğun da olabilir, çekişmeli olsa bile heyecan verici bir sanatsal işbirliğine kapı aralayabilir. Bir yazar, çevirmen tarafından önerilen herhangi bir değişikliğe karşı çıkabilir, kendisi çok fazla değişiklik önerebilir veya çevirmenin sayfanın üstünde yazılı olandan ziyade mealini aktarması konusunda ısrar edebilir. Ya da daha kötüsü, yazar hiçbir şey söylememiş de olabilir. Birçok çevirmen, reddedilmiş bir çocuğun hırsıyla, yazardan tek bir geri bildirim veya teşvik edici bir söz duymadan yıllarca kendi başına, özveriyle çalışır. Çeviri eğer bir gün yayımlanırsa (çevirmen bir sürü editörün sessizliğiyle de karşılaşmıştır şüphesiz), bir reklamcı ve vaiz gibi çalışacak, kitabın bir ihtimal dünya çapında uyandıracağı ilginin yazardan da bir minnet ifadesi koparmaya yeteceğini umarak beklemeye devam edecektir. Ama çevirmen için yazardan bu kelimeleri beklemek, sevgisiz bir babadan sevgi sözleri beklemek kadar zor olabilir. Birçoğu, çoktan ölmüş yazarların eserlerini çevirerek bu ıstıraptan kurtulur.
Böylesi çevirmenler arasında Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın romanının çevirmeni Amy Marie Spangler ilginç bir yer teşkil ediyor. Spangler, Türkiye’nin en prestijli yazarlarından birinin bu karmaşık ve sıradışı ilk romanını çevirmeye başladığında —kitap da birçok yönden iletişimsizliği ele alan karmaşık bir aile hikâyesidir— bir değil iki yazarın eksikliğini telafi etmek zorundaydı. Çevirmenin önsözünde de açıkladığı gibi Spangler, Tuhaf Bir Kadın‘ı sıfırdan çevirmeye başlamamış, merhum şair Nermin Menemencioğlu’nun halihazırdaki çevirisini yayıma hazırlamaya çalışmıştı. Menemencioğlu çeviriyi 1970’lerin başında, Erbil’in romanı yayımlamasından kısa bir süre sonra tamamlamıştı. Ancak Menemencioğlu çevirisini bitirmişse de, Erbil kitabı yazmayı bitirmemişti.
***
Tuhaf Bir Kadın günlüklerden kesitler, gazete kupürleri, bilinç akışı ve rüyalardan oluşan parçalı bir hikâyedir; baş karakter Nermin’i ve onun arkadaşları, annesi, akrabaları, babası, kocası gibi çevresindeki insanlarla olduğu kadar sosyal sınıfıyla olan ilişkisini de göz önüne serer. Çeşitli anlatı biçimleri ve değişen bakış açılarından oluşan dört bölüm boyunca Nermin etrafındakileri ve daha da önemlisi kendini anlamlandırmaya çalışır: bir bölümde erkek egemen entelektüel çevreler arasında sesini bulmaya çalışan genç bir Nermin karşımıza çıkarken, bir diğerinde Nermin’i işçi sınıfının çoğunlukta olduğu bir mahalleye taşındıktan sonra öfkeli komşuları arasında sosyalizmin mesajını yayma mücadelesini verdiğini görürüz. Romanın “Anne” ve “Baba” başlıklı iki bölümden oluşan orta kısmı, kaleydoskopik bir Ödipal dramadır. “Anne” bölümü gerçeküstü bir rüya sahnesi gibi, “Baba” bölümü ise ölüm döşeğindeki bir itirafla karışık, bir cinayetin dava dosyası gibi okunur; anlatım, Mustafa Suphi’nin gerçek faili meçhul cinayetine dair ayrıntılarla babanın yaklaşan ölümü arasında gidip gelir. Baba ölüm döşeğinde yatarken, anıları bu vakayla ilgili bilgilere, sözlü ve yazılı birtakım kültürel referanslara karışır, böylece kişisel hafızayla ulusal tarih arasındaki etkileşimi somutlaştıran bir tür dilsel kolaj oluşur. Bu, Mektup Aşkları‘nın mektup üslubundaki ironide, Karanlığın Günü‘nde ele alınan siyasi travma ve unutma temalarında ve Kalan‘ın karmaşık tarihsel göndermelerinde de görüldüğü gibi, Erbil’in daha sonraki romanlarında ustalaşacağı bir tarzdır.
Suphi olayı gerçek bir vaka olduğundan, Erbil kitabın her yeni baskısında davaya dair yeni kanıtlar eklemeye devam eder. Erbil’in 2013’teki vefatına kadarki 40 yıl içerisinde, romanın kendisi ilk çevirisinden oldukça farklılaşır. Spangler orijinal çeviriyi yayımlatma mücadelesine giriştiğinde, eski çeviri ile güncellenmiş orijinal metin arasındaki farklar dikkatini çeker. Çevirmenin önsözünde durumu şöyle açıklar: “Kendime hâkim olamadım, Menemencioğlu’nun çevirisini satır satır Türkçesiyle karşılaştırmaya başladım ve İngilizcesinin biçimsel olarak birçok yönden “yumuşatılmış” olduğunu gördüm. Üslup konusunda Erbil’in ne kadar titiz olduğunu ve yaptığı seçimlerin ne kadar kasıtlı olduğunu bildiğimden, çevirinin daha fazla düzenlenmesi gerekip gerekmediğini düşündüm.”
Spangler adanmış bir tefsircinin hürmeti ve hassasiyetine sahip olsa bile burada bölünmüşe benziyor. Bir yandan Menemencioğlu çeviriyi doğrudan Leylâ Erbil’e danışarak yapmış olduğundan metninin belli bir yetkisi olması gerekir. Erbil ve Menemencioğlu zamanında çokça yazışırlar; Spangler, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yeni Leylâ Erbil arşivinde bu yazışmalara doğrudan erişime sahipti. Bu mektuplardan bazıları Tuhaf Bir Kadın ile ilgili editoryal seçimleri tartışıyor. Öte yandan, Spangler ciddi bir Erbilci olduğundan, Erbil’in “dil bilgisine yönelik bir başkaldırı” olarak nitelendirilebilecek üslubunun kıdem veya otorite gibi kavramlara çok az saygı gösterdiğini de biliyor. Erbil bazen kendi üslubunu bile reddedecek kadar ileri gidebilirdi: “Yazım tarzıma, biçeme karar veren ben değilim, onu bana dikte ettiren ele aldığım kişiler, mekanlar, coğrafya, tarih, arkeoloji vb.”* Dolayısıyla Spangler, metin üstüne inisiyatif almak için sağlam zeminde görünüyor. Önsözünde neden metnin zorluğuna, yaratıcılığına ve tuhaflığına ihanet edebilecek her bir seçimden kaçınmak gerektiğini de ortaya koyuyor.
Metinde yapılan değişiklikler göz önüne alındığında, okuyucu Menemencioğlu’nun çevirisini yenisiyle karşılaştırmaktan kendini alıkoyamıyor. Spangler’ın bu farklı bakış açılarını nasıl uzlaştırdığını merak etmenin ötesinde, bu noktayı daha da eşelememek Erbil’in anısına saygısızlık olur. Her iki versiyona da yakından bakıldığında, ilk çeviriye çok sayıda müdahale olduğu görülüyor. Ancak bu müdahalelerin çoğu, işinin ehli bir düzeltmenin inceliğini ele veren, noktalama işaretleri ve sözdizimiyle oynamadan ibaret. Spangler çok nadiren bir kelimeyi tamamen farklı tercüme edecek kadar ileri gidiyor. İlk bakışta Spangler metni sadece “düzeltmiş” ve günümüz okuyucusu için güncellemiş gibi görünüyor.
Ancak, yalnızca bir virgülün veya parantezin eklenmesiyle bu değişikliklerin küçük olduğunu düşünmemek gerekir. Erbil noktalama işaretleri konusunda çok titizdi — ne de olsa, halihazırda var olan noktalama işaretleri yakalamak istediği ritmi ve nüansı tatmin edici bir şekilde ifade edemediğinden virgül-ünlem ve üç virgül gibi kendi noktalama işaretlerini oluşturmuştu. Aslında bu küçük değişiklikler, İngilizce okuyucuya romanın karakterleri, mekânları, coğrafyası ve tarihiyle ilgili ipuçları da verir. Bunu gördüğümüz bir sahne, “Baba” bölümünde Nermin’in hastanede babasını ziyarete gelişidir.
Erbil, 9. baskı Türkçe metin:
Karım hıçkırmaya başladı, dışarı çıkardılar onu. Nermin çıkmadı. Kötülükle karşılaştığında katılaşır, kanı donar, “ıslanan tilki yağmurdan korkmaz” derler, öyle bu kız. Geldi oturdu yatağımın ucuna ayaklarımdan başladı, bacaklarıma, kemençeme, kemençemin sapına, çeneme, dudaklarıma, burnuma, gözlerime, kaşlarıma, alnıma, saçlarıma, kulaklarıma uzun uzun baktı, yorganın dışına düşmüş elime uzandı nabzımı saydı, “Ağrın var mı?” dedi. “Yok, şimdi iyiyim.” (87)
Menemencioğlu’nun çevirisi:
My wife is sobbing now, so they quietly get her out of the room. Nermin doesn’t go with her. When things go badly, that girl grows hard, her blood seems to freeze, a wet fox doesn’t feel the rain, they say, that’s how she acts. She sat down at the foot of my bed, her look sweeping up from my feet, past my legs, my fiddle, the handle of my fiddle, my chin, lips, nose, eyes, forehead, ears. My hand was hanging out from under the quilt, she took it and felt my pulse. “Do you have any pain?” she asked. “No, I’m fine now.”
Spangler’ın düzeltisi/çevirisi:
My wife began sobbing at this point, so they led her out of the room. Nermin didn’t go with her, though. When things get tough, that girl goes hard, her blood freezes, there’s that saying, “a wet fox doesn’t feel the rain”— that’s exactly how she is. She sat down at the foot of my bed and began looking at me, slowly moving her gaze, beginning with my feet, past my legs, up my kemençe, my kemençe stem, my chin, lips, nose, eyes, eyebrows, forehead, hair, ears, she reached out and took my hand, which was hanging out from under the quilt, and felt my pulse. “Do you have any pain?” she asked. “No, I’m fine now.” (115)
Spangler’ın çevirisindeki baba, Nermin’in metanetini betimlerken daha sivri ifadeler kullanır. İngilizcede “to go hard”, “to grow hard” dan daha sert ve daha ani bir geçişi ifade eder ve kanının donmasını tam bir metafor haline getirmek için “seems” kelimesi silinir, bu da Nermin’in aile içindeki en kırılgan anlarda bile dikbaşlılığını koruduğunu düşündürür. Romanda Nermin hakkında öğrendiklerimiz ve bu sahneyi takip eden, babasıyla arasında geçen konuşmada ortaya çıkacaklar bu izlenimi doğrulamakla kalmaz, aynı zamanda romanın sonuna doğru Nermin’in siyasi çabalarının altını nasıl altını oyduklarını da anlamamıza yardımcı olur.
Babası ayrıca Nermin’i “ıslanan tilki yağmurdan korkmaz,” atasözüyle tarif eder, ancak yeni çeviride bu ifade tırnak işaretinin kullanımıyla dolaylı söylemden ayrılır. Menemencioğlu’nun çevirisinde tırnak işaretinin kaldırılmış olması atasözünün herkesçe bilindiğine dair bir işaret gibi okunabilir: “derler”deki “onlar” belirli bir özneden ziyade pasif sese işaret etmek için kullanılır. Ancak Spangler orijinal metindeki tırnak işaretini muhafaza edip bu atasözünü söyleyen belirli bir “onlar”ın varlığında ısrar ederek seslerin ayrılığını vurgular. Romanın “Baba” bölümü, Karadeniz bölgesinin iklimine ve kültürüne göndermelerle doludur. Ülkenin diğer bölgeleriyle karşılaştırıldığında, Karadeniz bölgesi daha yağışlı ve daha ormanlık olduğundan bu atasözü, Karadeniz’e bir gönderme gibi görünüyor. Tırnak işaretleri atasözünün özgüllüğünü vurgulayıp dil seviyesinde onu daha somut bir şekilde babanın çocukluğundan bir kalıntı haline getirirken baba, kızında gençliğinde tanıdığı köylülerin metaneti ve kararlılığını görüyordur. Burada unutulmuş, bastırılmış bir geçmişe dair şimdi yüzeye çıkan bir anıyla birlikte babanın kökeni hakkında çok daha spesifik bir bilgi elde ederiz.
Gelgelelim kemençe (fiddle) meselesine. Nermin’in hastane yatağında her bir tarafı açıkta yatan babası, kızının karşısında kırılgan ve utangaç hisseder. Kızı her şeyi görüyordur, en mahrem yerlerini bile. Babayı kızının anlayışsız bakışlarından koruyacak hiçbir şey yoktur, hüsnütabirden başka. Menemencioğlu’nun versiyonunda baba, Nermin’in “kemençesine” (fiddle) baktığını söyler, bu penis yerine geçen garip bir argo kelime haline gelir. Hızlı bir okumayla bunun penis olduğu anlaşılmayabilir. Çünkü kemençe, Amerikan tarzı fiddle ile aynı enstrüman değildir; fiddle bir kemençeden çok kemandır. Bir Google aramasıyla kemençenin çok daha dar ve fallik bir şekle sahip olduğu hızlıca anlaşılacaktır; hatta neredeyse pornografik görüntüye sahiptir. Kemençenin açıkça cinselleştirilmesinin yanı sıra, Karadeniz bölgesiyle ilişkili bir enstrüman olması da yöresel göndermeleri pekiştirir. Burada kemençenin horonla ilişkisinin de altını çizmek gerekir, zira horon romanın birçok yerinde baba tarafından direnişin ve erkekliğin ifadesi olarak kabul edilir.** Belli ki çoğu idealist çevirmen gibi Spangler da dipnotların bolca kullanılmasından hoşlanmadığından kemençe kelimesini ne olduğunu açıklamadan metnin içinde italikleştirir. İnternete erişimi olan İngilizce okur için dipnot eklemekten daha da kötüsü, dipnotu cinsel bir göndermeyi açıklamak için kullanmak olsa gerek. Ancak kemençe metinde o kadar çok anlam doğurur ki, aynı anda babanın yöresel kültürle bağlantısını, fiziksel kırılganlığını ve kişinin kendi kızı tarafından tıbbi bir muayeneymişçesine incelenmesinin tuhaflığını göz önüne serer. Bu deneyim ebeveyn-çocuk dinamiklerini tersine çevirir — baba tıpkı bir çocuk gibi şimdi kendi cinsel organlarını tanımlamaya zorlanır.
***
Kaçınılmaz olarak çok fazla kişilerarası çözümleme gerektirdiğinden çeviri işinin bir analistinkinden pek bir farkı yoktur. Dikkatli bir çevirmen metinde en ufak bir tiki veya semptomu ele verebilecek ifadeyi arar. Yukarıdaki örneklerde görülen küçük değişiklikler, birçoğunun yalnızca düzelti addedeceği değişikliklerdir. Lakin her biri bize roman karakterleri hakkında farklı bir şey söyler ve aralarındaki karmaşık ve işlevsiz ilişkileri göz önüne serer. Her iyi Erbilci, noktalama işaretlerindeki en küçük değişikliklerin metin için muazzam sonuçlar doğurabileceğini bilir, hele ki metin hem biçim hem içerik olarak karakterlerin iç dünyalarıyla haşır neşir olduğunda.
İnsanlara bakış açım, onların tümünün sakatlanmış, yaralanmış oldukları noktasında ısrarlı olunca, (herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda -dünyada- sakat olmak “normallik” anlamına gelir.) onları bilinen cümlelerle anlatmak ya da birinci tekille konuşturmak yeterli olmayabiliyor. Bunun gibi cümlenin yapısını, anlamını oynatan, başkalaştıran bir söylem klasik işaretleri de değiştirmeye zorluyor.***
Biçimsel ve yapısal değişiklikler sadece roman karakterleri arasındaki zorlu ilişkileri değil, yazar ve çevirmen arasındaki ilişkiyi de yansıtır. Bu ilişki, tıpkı bir analist ve analizan arasındaki gibi, aktarıma de müsaittir. Janet Malcolm bunu, yani “en kıymetli ve bozulmamış şeyi -kişisel ilişkileri- aslında bir yanlış anlaşılmalar silsilesi, en iyi ihtimalle de güçlü, bireysel düş sistemleri arasında sorunsuz bir ateşkes” olarak tanımlarken, aktarım biraz da çeviriye benziyor. İster yazışmalar üzerinden gidilsin, ister edebi bir ruh çağırma seansıyla sezgisel olarak ilerlensin, Tuhaf Bir Kadın‘ın her iki çevirmeni de yazarlarını anlamak ve açıklamak için dilin sınırlarıyla uğraşmak zorunda kaldı.
Romanın dışında kalan ilişkiler bunun da ötesine geçiyor— birinci ve ikinci çevirmenler, çevirmen ve editör, editör ve okuyucu. Bugün İngilizce okurların başka dillerden çevrilen romanları okumak için ne kadar yardıma ihtiyaç duyduklarını göz önünde bulundurursak, 1970’lerde Türkçe bir romanın çevirisini pazarlamaya çalışan birine sempatiden başka bir şey duymak mümkün değil. Roman her ne kadar harika olsa da, o zamanlar İngilizce yayıncılar için metindeki hiçbir “yumuşatma” yeterli değildi. Spangler’ın ve bizim şansımıza, sonunda Tuhaf Bir Kadın‘ı yayımlayan Deep Vellum oldu. Dünya edebiyatından zor metinleri çevirmeye olan adanmışlıkları, onları Leylâ Erbil’in romanları için mükemmel bir ev sahibi yapıyor. Bu bağlamı anlamak, iki metin arasındaki farklılıkların çevirmenlerin becerilerinden veya kişisel tercihlerinden kaynaklanmadığını, fakat türlü işlevsiz ve problematik ilişkilerin bir dışavurumu olduğunu idrak etmemize yardımcı oluyor. Hal böyleyken, her çevirmenin dil yetersiz kaldığında bu meseleleri tercüme etmek için kendi yolunu bulmasına şaşmamak gerekir.
* Erbil, L. (2006). Leylâ Erbil’le Kitapları Konuştuk. Söyleşiyi yapan: A. Şebnem Birkan.Erişim: 19 Ekim 2015, http://yeniedebiyat.blogcu.com/leyla-erbil-le-kitaplarini-konustuk-a-sebnem-birkan/441601
** Bu noktaya dikkatimi çektiği için Ekin Kurtdarcan’a teşekkür ederim.
*** Düşler Öyküler dergisi, Sayı: 4, Mayıs 1997.
Ana görsel: Louise Bourgeois, Les Fleurs (2009).