S. Yenge çok nüktedan bir kadın. Enfes hikâyeleri var. Evlerindeki madenci fareyi her sofrada dinleyebilirim. Hikâye anlatmadığı zamanlarda epey beylik toplumsal saptamalar yaptığı da oluyor. Bir keresinde söylediği bir şeyi hiç unutmuyorum: “herkes şuyumuz buyumuz az diye yakınır, ama kimse aklımız az demez.” Sonra üstüne konuşmuştuk, nasıl herkes akıl yürütme becerilerinden bu kadar memnun olabiliyor diye. Sonra karşıma şu atasözü çıktı: “akıl pazara çıksa herkes yine kendi aklını alırmış.” İlk duyduğumda ne mânâya geldiğini pek anlamamıştım. Belki de çok aklıma yatmadığı için, niye almasın ki insan! En parlak, en berrak aklı alırım; Rebecca Solnit’in aklı mesela, bulsam kaçırmam! Fakat mesele yine aynı, hepimiz kendimizi pek akıllı buluyoruz.
Sözün gerçekten de hakkını verdiğini on yıl kadar önce fark ettim. Hamileyken annelik ehliyeti vadeden kitapları okumayı reddetmiştim. Hediye edenler de olmuştu ama açmadım kapaklarını. Tanıdığım başka insanlar da acayip kitabi hamileler olmuşlardı – bütün literatüre hâkimlerdi. (Daha arada insanlar da var hâliyle, edebiyyen abartıyorum uçları.) Sonra herkesin bebekleri oldu, gezmeler tozmalar başladı. Hediye değiştirme kartlarıyla avm’ye gitme gibi ömür törpüsü etkinlikler sırasında yeni anneler arasında ilk ve tek muhabbet bebek ve bakım olurdu. Uyku, yemek, bez, saç, diş, gaz… bitmiyordu. Bu muhabbetlerde anlamıştım ki bu kadar büyük yatırım yapılan çocuk büyütmek konusunda herkesin oldukça kati ve cânı gönülden benimsenen yargıları oluyor ve kimse kimsenin tavsiyesine kulak asmıyor. Elbette trend oluşturan bazı akımlar, pedagojik yöntemler, “örnek uygulamalar” oluyor dolaşımda. Yine de pratikte herkes en iyi sentezi kendisinin yaptığını düşünüyor, o kadar açıkça görüyorsunuz ki kişinin kendinden memnuniyetini, bir noktada kimseye akıl vermeye de cesaret edemiyorsunuz.
Çocuk yetiştirme konusunda kendini neredeyse kusursuz bulan ebeveynler olarak elbette aile biçiminizin de, ailevi kararlarınızın da en iyisi olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Ayrı/birlikte yaşamanın, evlen(me)menin, evli kalmanın, boşanmanın, (daha fazla) çocuk yapmanın yapmamanın, şeker (ya da tuz, süt, et) yememenin en iyi karar olduğunu düşünüyorsunuz. Böyle böyle aile içinde bir kapalı devre oluşturuyorsunuz.
Çocukluğumdan hatırlıyorum, annem babam kardeş, bizim dört kişilik küçük aile meclisi etrafımızdaki başka aileleri çok abartıya kaçmasak da tatlı tatlı çekiştirirdik. Şimdi kendi çocuklarım büyürken yine aynı eğilimi seziyorum. Bizim durduğumuz yerden birileri ya çok geç kalıyor, ya yeterince bisiklete binmiyor, ya da fazla sportif takılıyor. Herkesin evinde başka bir hayat yaşanıyor, herkesin gündelik rutinleri farklı akıyor. Şüphesiz bunlar özünde yakın olmayı, dost olmayı engelleyen yargılar olmuyor. Ve fakat yaşanmakta olan aile hayatı bizim yaptıklarımızı normalleştirirken (ve hatta idealleştirirken), diğer tercihleri, diğer var oluşları yadırgatıyor, yabancılaştırıyor.
Neticede toplum hayatının en temel yapı taşı varsayılan çekirdek aile potansiyel bir içe kapanıklığın, dar görüşlülüğün, kerameti kendinden menkullüğün en sarsılmaz kalelerinden biri olabiliyor.
****
Gençken birliktelik neticesinde akraba olunan aileyle ilişkinin çok meşakkatli olacağını düşünürdüm. Sevgililerimin ailesiyle tanışmak hep gözümde büyürdü, fenalık basardı. Ne giymeli, nasıl konuşmalı? Az mı konuşmalı, çok mu konuşmalı, hiç mi konuşmamalı? İçki sigara? Ya konu siyasete, hafazanallah soykırıma gelirse?
Bu gerginliği ve çekingenliği arka plandaki aşk meşk mevzularına bağlardım çoğunlukla. Manita yüzünden heyecanlanıyorum sanırdım. Belki de esas endişeyi üçüncü türden yakınlaşmalar misali bir karşılaşma tetikliyordu. Kapalı devrenin dışına çıkmak, başka bir devreyle ilişki içine girmek, çarpışan dünyalar… İnsan zamanla alışıyor elbette bu türden temaslara. Hatta fark ediyorsunuz ki o kadar da zor değil başka sistemlere dahil olmak, ya da sistemleri terk etmek, ya da yeni sistemler kurmak. Fakat bu yeniden yapılandırmalar aile aklının ötesine geçmeye yetmiyor. Her aile kapalı kutu olarak kalmaya devam ediyor.
Sophie Lewis’in yeni kitabında altını çizdiği gibi, ancak ailenin ötesini tasavvur edebilirsek, sonrasında neler olabileceğini hayal etmeye başlayabiliriz.[1]
[1] Sophie Lewis, Abolish the Family: A Manifesto for Care and Liberation (Verso, 2022).
Görsel: Clara Adolphs