Her şeyin ötesinde önümüzde artık dijital bir dünya ve duygularını deneyimler üzerinden yaşamak isteyen bir seyirci var. Seyirci değişirken işlerimizin üretim ve dağıtım metodunun yerinde sayması kulağa ikna edici gelmiyor. 

SANAT

Sinemada Kendi Dilini Kurmak ve Yaymak Üzerine: Kıvılcım Akay ile Söyleşi

Amina, Modanın 100 Yılı, Dileğim Barış Olsun filmlerinin yönetmeni Kıvılcım Akay ile belgesel sinema üzerine söyleştik. Akay’ın filmlerini merkeze aldığımız bu sohbette hem kaydettiği parçalarla temsil denemelerini hem de biçimsel tercihlerini konuştuk. Çekim süreçleri, kurgu, filmine konu olan katılımcılarla ilişkisi, fon bulma süreçleri, gerçek ile hikâye arasında kurduğu bağ da sohbete dahil!

 

 

Bir hikâyenin peşinden gitmeye ne zaman, nasıl karar veriyorsunuz? Sizi belgesel yapmak için çeken şey ne oluyor?

 

Aniden karşılaştığım, kendimi içinde bulduğum durum her ne ise, o an kendi içimde bir hesaplaşmaya giriyorsam ve o günlerce aklımı kurcalıyorsa peşinden gitmeye karar veriyorum. Yapmazsam eğer boğulurum hissiyatı ile yola çıkıyorum. Hissetiğim şey içimde öyle çok büyüyor ki, dışarı atmalıyım, başkalarıyla da paylaşmalıyım diyorum. Bir hikâyenin belgesel ya da kurmaca olacağına dair hissiyat garip bir şekilde kendiliğinden beliriyor önümde. Çünkü bazı duyguların aktarımı için mutlaka gerçek mekânlara, kişilere ve nesnelere ihtiyaç duyuyorum. hikâyenin belgesele dönüşümü de bu şekilde başlıyor.

 

Çekimleri yaparken zamanla oluşturduğunuz bir metod var mı? Lara Özlen ile yaptığınız söyleşide Amina özelinde “İşyeri çekimlerini 1 haftada yaptık ve her an kamerayı açık tutmadık” diyorsunuz. Kameranın ve mikrofonun ne zaman açılıp ne zaman kapanacağına nasıl karar veriyorsunuz?

 

Birebir hayata geçirme ihtimalimin neredeyse sıfır olduğunu bile bile mutlaka bir akış ya da senaryo ile yola çıkıyorum. Aklımdaki ile gerçek hayat arasındaki benzerlikleri ve zıtlıkları kıyaslayabilmeyi seviyorum. Her ne kadar planlı olmaya çalışsam da gerçek hayatın getirdiği sürprizler, sanırım belgesel formatı, bana en yakın hissettiren şey. Belgesel kamerasının işlevi, hikâye anlatıcılığı ile magazincilik arasında çok ince bir çizgide dolanıyor. Yola çıkarken hangi duyguyu takip edeceğimi biliyorum. Karakterlerle kurduğum bir güven ilişkisi var ve onları incitecek bir şey yapmamak ilk önceliğim. Karakter konudan bağımsız, başka bir kişi ile özel bir şey paylaşıyorsa bunu asla kayda almam. Odağa aldığım karakterin bir özel yaşamı ve herkes gibi sınırları olduğunun farkında olarak süreci takip ediyorum. 

 

 

Kıvılcım Akay

 

 

Belgesel derslerinde genelde belgeselcinin belgeseline konu olan katılımcılarıyla geçirdiği süre hep konuşulur. Geliştirdiği ilişki, arada koruması gereken mesafe… Bunlar bağlamında; çekimleri 3 yıl süren Amina ve kısa sürede çekilen Dileğim Barış Olsun üzerinden nasıl bir yol izlediğinizi anlatır mısınız?

 

Bunun kesinlikle bir matematiği yok benim için. Her hikâye farklı ihtiyaçlar doğurabiliyor. Sadece 2 saat çektiğiniz bir görüntüyle bile başlı başına kendini ifade eden film inşa edebilirsiniz. Öte yandan hikâyeyi 20 sene takip etmeniz de gerekebilir. Dileğim Barış Olsun’da sadece bir konu ve duygu üzerinden yola çıktığım için, karakterler yola çıktığım süre içinde netleşti. Ne olursa olsun bu yola çıkacağım ve olabildiğince fazla insanla temas kuracağım dedim. Odağınızı netleştirince bir noktadan sonra karakterler sizi bulmaya başlayabiliyor. Bana destek olan çok fazla arkadaşım oldu bu süreçte ve her biri bana yeni hikâyeleri beraberinde getirdi. Amina’da durum farklıydı. Burada bir karakteri takip ettiğim için onun takvimine uymak zorundaydım. İş saatleri, izin günleri, sosyalleştiği zamanlar, arkadaşları ve hassasiyetleri… Bunların her biri dikkate almam gereken şeylerdi. Çekimler 3 yıla yayıldı evet ama 1 yıl içinde sadece bir kere çekim yaptığımız bir periyod da var. 

 

Trinh t. Minh-Ha’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Anlamın, söylenen ve gösterilen noktasında kapanmasına/tamamlanmasına izin verilmemelidir.” Amina’nın sonunu bu sebeple sevdim. Film Amina’nın hayalinin gerçekleştiği o moda çekimlerinde bitebilirdi ama iyi ki bitmiyor çünkü Amina’nın başka başka hayalleri de var. Bir gün ülkesine geri dönmek gibi… Belki buradan etik meselesine de değinebiliriz. Temsil edileni nasıl temsil ediyoruz ya da başkasını temsil etmek mümkün mü? sorusuna… Bir belgeselci olarak objektifinizi birine çevirirken kendinize ne gibi sorular soruyorsunuz?

 

“Karakterin duygu dünyasına ve bakış açısına ters düşecek bir seçim yapıyor muyum?” Bu soru hep aklımda dolanıyor. Karakterin bulunduğu konum, olmak istediği yer ve hayalleri benim için ne ifade ediyor? Bu da bir diğer öncelikli sorgulama. Onun öncelikleri ve hassasiyeti ekseninde  filmin evrenini oluşturmaya çalışıyorum. Nihayetinde bir temsile dönüşüyor bu durum. Oldukça riskli. Bu temsil karakterin bugün ya da sonrasında hiç istemediği bir pozisyona da dönüşebilir. Açıkça söylemeliyim ki Amina ile birlikte film dilimin kurmacaya daha yakın olduğunu hissettim. Çünkü kendi bakış açımı ve dünyamı onun dünyasıyla birleştirdiğim zaman film bana daha yakın geliyor. Bu durum özellikle akademide çalışmalar üreten belgeselciler için etik bir sorun gibi algılanıyor. Bu tartışmaları çok fazla yaşadım. Bence temel etik değerleri ve gerçekliği önünüze aldığınız noktada estetik olarak sınırları zorlamakta hiçbir beis yok. Hatta şimdi baktığım yerde olsam, estetik açıdan sınırlarımı sonuna kadar zorlardım. 

 

Belgesel sinemada temsil ve etik konusundan bahsederken Dileğim Barış Olsun’daki üst-ses kullanımına da değinebiliriz. Üst-ses çoğu zaman eşittir; bir erkeğin sesi olmakla beraber her şeyi bilen, her yerde olabilen, otoriter, öğretmen… Bunu çok seslilikle, kadın sesiyle ya da aksanlı bir üst sesle kıran birçok belgeselci de var. Bugün olsa yine tercih eder miydiniz merak ediyorum? Özellikle kendinizi filme katma kararında rol oynayan etken neydi?

 

Dediğiniz gibi üst-ses kullanımı ister istemez bir otorite ve aslında bir bakıma iddia yaratıyor. Dileğim Barış Olsun benim için çok hassas bir iş. Orada yola çıktığım şey aslında kendi çocukluğuma, aidiyetime dair bir vicdan borcuydu. Tartışmaya çok da açık bir alan yaratmak istemedim çünkü insan haklarının hele ki çocuk haklarının tartışmaya açık olduğuna inanmıyorum.  Şimdi olsa nasıl olurdu diye düşünmüyorum hiç. O film o zaman yapılması gereken, aciliyet arz eden ve benim bakış açımı doğrudan taşıyan bir yapıdaydı. Bu film özelinde keşke şöyle yapsaydım o zaman demiyorum hiç. Eksiklerimi, zaaflarımı, inatçı yönlerimi görebiliyor ve herkesten çok kendimi eleştirebiliyorum. Totalde aktardığım duygunun geçişi benim için çok kritik. Ulaşmak istediğim, kendi içlerinde bir vicdan muhasebesi sağlasın istediğim bir kitle vardı. Kısmen de olsa bunu yapabilmiş olabilmek benim için kıymetli.

 

Çekimlerden sonra elinizdeki materyalleri nasıl organize ediyorsunuz? Amina’nın 3 yıla yayılan çekimlerini düşünecek olursak kurgucunuza bir hayli iş düşüyor. İşleri görece kolaylaştırmak için geliştirdiğiniz yöntemler var mı?

 

Çekimler bittiğinde elimizde saatlerce görüntü vardı. Hem çekim aşamasında düzenli bir reji notumuz olduğundan hem de gün gün ne çektiğimizi ve aslında bunların aşağı yukarı hangilerinin kullanılabilir olduğunu bildiğim için aslında çok fazla karın ağrısı çekmem diye düşündüm. Elbette düşündüğüm kadar kolay olmadı ve masaya oturunca sonsuz korelasyon ihtimali oldukça kafa karıştırıcıydı. Yaklaşık 5 ay süren kurgu sürecinin 3 haftası kurgucumuz Eytan İpeker’in malzemeleri izlemesi, ayıklaması ve bağ kurması ile geçti. Eytan’la uzun konuşmalar, tartışmalar gerçekleştirdik. Ona her ne kadar bir akış verdiysem de fikirlerine sonuna kadar açıktım çünkü bakış açısına çok güveniyordum. Sanırım buradaki en kilit şey yönetmen ve kurgucunun çalışma uyumu ve birbirilerine tanıdıkları alan. Benim kullanma ihtimalini düşük bulduğum bir çekimi Eytan’ın çok başka bir gözle filme dahil etmesi ve bu aşamada yaptığımız uzun tartışmalar beni çok geliştirdi. Etik meseleler dışında hiçbir zaman katı kuralları olmayan bir yönetmen olmam farklı bakış açılarını da hediye etti bana.

 

Katıldığım bir panelde bir kurgucu ‘yönetmen depresyonu’ndan bahsetmişti. Çekimler bittikten sonra onlarca materyal ile ne yapacağını bilemeyen yönetmenin düştüğü duygu durumunu anlatmak için. Sonra da ‘biz kurguculara birçok iş düşüyor’ diye eklemişti. Kurgucunuzla nasıl bir ilişkiniz olduğunu biraz daha açar mısınız? Her gün bire bir mi çalışıyorsunuz? Yoksa belli aralıklarla mı bir araya geliyorsunuz?

 

Her gün yan yana çalışmadık. İlk haftalar ve özellikle son haftalar kritik olduğu için epey birlikte zaman geçirdik. Kurgucunun belli dönemlerde görüntülerle başbaşa kalması gerektiğine inanıyorum. Yönetmen depresyonuna gelecek olursak ben aslında bu süreci kurgu aşamasında çok yaşamadım. Elbette bütün iyilikleri ve kötülükleriyle karşı karşıya kaldığınız süreç kurgu masası. Benim yaşadığım şey depresyondan çok heyecanlı ve tatlı bir acısı olan doğum sancısı gibiydi. Bu depresyonu sadece filmin kurgusunun ilk draftını yurt dışındaki endüstri profesyonellerine gönderdiğimizde yaşadım. Açıkça söylemeliyim ki bu süreçte bir ölçüde yıkıldım. Gelen yorumların çoğunluğunun sonucu; insanların perdede güçlü bir göçmen karakter görmek istemediğiyle ilgiliydi. Kurguda kolayca onların istediği şekle getirme ihtimalimiz olan şeyler belki bizi dünyanın çok daha güçlü festivallerine götürebilirdi ve bir süre çok fazla konuşulan bir iş olabilirdi. Bu süreçte büyük hezeyanlarla hem yapımcım Aslıhan’ı hem de Eytan’ı bolca darladım çünkü bir noktada tutunduğum şeyin doğruluğunu sorgulamaya başladım. Konuyla ilgili son telefon konuşmamızda Eytan’ın “kendine gel ve başkalarının söylediklerini bir kenara bırakıp kendi kararlarına saygı duy” konuşması beni kendime getirdi. Ve bunun  ne kadar doğru bir karar olduğunu zamanla tekrar tekrar deneyimliyorum. İyisiyle, kötüsüyle, doğrusuyla, yanlışıyla kendi dilimi kurma yolumda ilk gerçek adımı bu sayede atabildim. 

 

Geri bildirim üzerine çokça şeyler söyleyen, filmlerinde de gösteren Jean Rouch “benim ana izleyicim filme aldığım kişidir” diyor. Siz, filminizi konusu olan katılımcılarla izliyor musunuz? Ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Kendilerini izlediklerinde neler söylüyorlar?

 

Odağına tek bir karakteri almış bir film olması nedeniyle Amina buna iyi bir örnek. Film benim için Amina’ya kaba kurguyu izletip onun onayını aldıktan sonra gerçek anlamda tamamlanmış oldu. O aşamaya kadar büyük karın ağrısı çektim. O beğenmese birçok şeyi değiştirmek zorunda kalabilirdim ama film bittiğinde mutlulukla bana sarılması yaşadığım tüm karın ağrılarını unutturdu.

 

Yakın zamanda kısa belgesel fikrimi pitch etme şansı buldum. Bana o sırada ‘seyircide nasıl bir duygu bırakmak istiyorsun’ sorusu soruldu. Bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Açıkçası hiç düşünmemiştim. Oysa bu sorunun cevabını bilmemenin filmin yapısını şekillendireceğini söyledi pitch ettiğim kişi. Siz kendi çektiğiniz filmler üzerinden filmin anlatısını kurarken bu soru üzerine düşünüyor musunuz? Ya da tam tersi bir yerden izleyicide yaratmaktan özellikle kaçınmak istediğiniz duygular oluyor mu?

 

Kendim için iyi bir filmin tanımı, salondan çıktıktan sonra filmin hala devam ediyor olması. Her filmin aslında kendi içinde merkeze aldığı bir duygu var. O duygunun her seyirciye geçmesi mümkün değil tabii ki. Ama temel olarak film yapmanın da, herhangi bir eseri üretmenin de temelde amacı ortak; hissettiğin duyguyu paylaşabileceğin, aynı dili konuşabileceğin bir kitle yaratmak. Bazen bu duygunun temelinde yaratıcının sadece kabul görme ve hayranlık uyandırma talebi de olabilir. Hangisinin öncelikli olduğu filmin gideceği yolu da, duygusunu da yönlendiriyor aslında. Bu yüzden her film, daha doğrusu her eser yaratıcısına benziyor. Temelde kendi dilimi ortaya koyabildiğim, anlaşılabildiğim bir anlatımı hedefliyorum. Ama bunun ne şekilde tezahür edeceğini net bir şekilde kestirmek gerçekten zor. Film bittikten sonra bir süre daha zihinlerde kalabilmek beni en çok mutlu eden şey olur. 

 

Türkiye’de pek bir devlet desteği olmadığından sinemacılar yurtdışındaki ortak yapım fonlarına biraz mecbur bırakılıyor. Anladığım kadarıyla bunun da başka handikapları var. Filminizin üzerinde söz sahibi olmak gibi… Uluslararası markette filminizin görünür olması için de bu artık bir gereklilik. Siz filmlerinizin fonlama sürecinde nasıl bir yol izliyorsunuz? Yeni belgeselcilere bu konuda ne gibi tavsiyeler verirsiniz?

 

Verdiğim eğitimlerde sorular daha çok bu konudan geldiği için, bu cevabı diğerlerinden biraz daha uzun tutacağım. Türkiye’de fon ve platformlar hiçbir zaman yeterli seviyede değildi. Şu ana bakacak olursak tam bir kıtlık hali. Türkiye’deki fonlardan para bulup belgesel yapacağım demek için fazla iyimser olmak gerekiyor. Geriye sadece yurt dışı seçenekleri kalıyor ama onun için de gerçekten çok güçlü durup hikâyenize sahip çıkmanız gerekiyor. İlk bakışta iyi görünen ilk teklife balıklama atlayıp kendinizden ödün verdiğiniz takdirde sürünmeniz çok muhtemel. Batılı fon ve platformların Ortadoğu coğrafyasından beklediği hikâyeler çok matematik ve tekdüze olabiliyor. Ben ilk belgeselimi (seri) kanala yapmıştım ve dolayısıyla fon ihtiyacım yoktu. İkincisini televizyondan kazandığım parayla kendim finanse ettim. Üçüncü ise Türkiye standartları için görece güçlü bir finansman gerektiriyordu. Uluslararası platformlara da seçilmiş olsak finansmanın büyük çoğunluğu Türkiye’deki platform ve sponsorluklardan geldi. Belki de Türkiye’nin son iyi zamanlarıydı. Şu an böyle bir riske girer miydim emin değilim. Ben yazılı alanlarda tavsiye vermekten çok hoşlanmıyorum çünkü çok yanlış anlaşılabiliyor. Herkesin yolu, metodu çok farklı. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, içinizde bir ateş yanıyorsa o er ya da geç başkalarını da sarar. Sanat tam da böyle bir şeydir. Paradan, imkanlardan bağımsız… Gerçekten anlatmadan duramayacağınız bir duygunuz ve hayalini kurduğunuz bir anlatım aracı varsa onu gerçekleştirmek için ama 1 yılda, ama 10 yılda bir çözüm bulup hayata geçirirsiniz. Ve bu üretim birisi size bir metot anlattığı için değil, o metodu kendiniz bulup yarattığınız için kıymetli olur. Sinema her zaman pahalı bir sanattı ve gerçekleştirmek hiçbir zaman büyük çoğunluk için kolay olmadı. Kendime her zaman şunu hatırlatıyorum; milyonlar harcanmış ama çöp üretmekten öteye geçememiş filmler var ama aynı zamanda üç kuruş parayla yaratılmış kocaman dünyası olan filmler de var. Özetle, anlatacak güçlü bir hikâyeniz, sınırları aşan bir hayal dünyanız ve her şeyden öte sınırsız bir arzunuz varsa, film yapmak bir şekilde mümkün. 

 

Amina şu an Mubi’de gösteriliyor. Eskiden sadece festivallerde gösterilme şansı bulan belgeseller şimdi bu platformlarla da seyirci ile buluşuyor. Bu tarz platformlardan destek alarak iş üreten belgeselciler de var. Bir nevi yeni olan bu model ile belgeselcilere yeni bir üretim ve özgürlük alanı açıldığından bahsedebilir miyiz?

 

Mubi neredeyse en çok takip ettiğim ve izlemekten en mutlu olduğum platform. Ancak filmin hayata geçmesine destek olan, özel yapım talep eden platformlar genellikle içeriğin kalitesiyle pek ilgili değiller. Pizzanızı yiyip diğer taraftan göz ucuyla Instagram’a bakarken izleyebileceğiniz işler çok daha fazla kabul görüyor. Öte yandan belgesel ve kurmaca filmlerin finansal karşılığı arasındaki uçurum kıyaslanmayacak kadar büyük. Bu nedenle neredeyse imza aşamasına geldiğimiz bir işi durdurmak zorunda kaldık.  Bir celebrity karakter ya da kitleleri peşinden koşturacak bir trendin etrafında gezmeyecekseniz ilk etapta kendinizi platformlara kabul ettirmeniz, ettirseniz de karşılığını alabilmeniz şu anki senaryoda çok mümkün görünmüyor. Yeni ve yaratıcı formlar peşinde koşup platformların da dışında yaratıcı gösterim fikirleri üzerine üzerine kafa yormak gerekiyor. Bunu söylediğimde bazen tuhaf karşılanıyorum ama bağımsız sinemanın da bir marketing stratejisi olması gerektiğine inanıyorum. Her şeyin ötesinde önümüzde artık dijital bir dünya ve duygularını deneyimler üzerinden yaşamak isteyen bir seyirci var. Seyirci değişirken işlerimizin üretim ve dağıtım metodunun yerinde sayması kulağa ikna edici gelmiyor. 

 

Kapak görseli: Dileğim Barış Olsun‘dan bir kare

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Tofig Guliyev Besteleri: Ürek Mahnıları
Artakalanla Düşünme, Sert Oyun Taktikleri
100 yaşındaki Valentina Rusu Ciobanu’nun Oyunbaz Portreciliği Moldova Yaşamını Nasıl Yansıttı?

Pin It on Pinterest