Geçmişle hesaplaşmanın, gelecekle yüzleşmenin utangaç, korkak, yalnız ve tedirgin bir ruhta gövdelendiği yer, Janet Frame’in edebi derinliğinin de, hayal gücünün de kaynağıdır.

SANAT

Dikiş Biçimleri ya da Zamanın Gölgesinde Var Olmak

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

 

 

“Zaman, eğlenceli renklerle de olsa, isimsiz ve sade de,

garip bir şekilde durağan gibi görünüyordu,

onu tecrübe etmek, bir topacı seyretmek ve

gözle zar zor görülen hareketine inanmaya çalışmak

ve belki de onu uykuya iten kamçıyı kimin eli tutuyor diye

merak etmek gibiydi.”[i]

 

Saklanacak yer aramanın farkında olmadan insanın içine yerleştiği, zamanı ne uzatan ne kısaltan anlık bir iç çekişle kendine yer açtığı genişliğin adına yaşam dendiğini anlamanın hor görülen bir yanı var. Janet Frame’le tanışmam, onun hayatımdaki köşesini kendi zamanımın yıpranan bezine dikmeye çalışmam sanırım tam da böyle bir hâlin iğne ucuydu. “Mutlaka okumalısın,” telkinine, hatta ısrarına mesafeli yaklaşmış, bu ısrarı soğuk karşılamıştım. Oysa okuduktan sonra zamanın gölgesinde var olmanın yeryüzündeki her bir kadın için ne anlama geldiğini bir dikiş kutusu[ii]hikâyesinin aklıma düşürdüğü imgeyle mânâya kavuşturabildim nihayetinde. İpliğin davetkârlığı iğnenin hedefe ulaşmak için verdiği çabaya, her batışın, her çıkışın kapattığı boşluğa eklendi. Janet Frame, özel hayat hikâyesiyle o dikiş kutusunun içindeki makas gibi, onu tanıdığım günlerin içinde, kendi arayışımın yamuk dikişlerini düzeltti, sarkan iplerini kesti, desem abartmış olmam.

 

Bugüne kadar Janet Frame’le henüz tanışmamış olanları, onun kimselere benzemeyen dehasına, içsel dünyasının ve ruhunun zenginliğine yakınlaştırmanın, dünyayı sanki yeniden yaratabilmenin gücünü insana fısıldayan cümlelerine aşina kılmanın yolu belki de üç ciltlik otobiyografisinin toplandığı Soframda Bir Melek’in kapağını aralamaktan geçiyor. 1924 yılında Yeni Zelanda’da beş çocuklu işçi bir ailenin üyesi olarak başlayan yaşamı, çocukluğunun zorluğu, ilk gençliğinin kederi, yetişkinliğinin yalnızlığıyla nasıl kesişiyorsa, sekiz yıllık akıl hastanesi deneyimini ve yanlış konulan şizofreni teşhisi de edebiyatla yaşamını yakın ve uyumlu getirmiş gibidir. İlk öykülerini topladığı Lagün adlı kitabıyla Yeni Zelanda’nın en önemli edebiyat ödüllerinden Hubert Church Memorial Ödülü’nü aldığında lobotomiden de kurtulacak, korku ve umutsuzluk içindeki geçmişine dair kendine sorduğu sorulara cevap bulabilmek için uzun bir yolculuğa çıkacaktır. Geçmişle hesaplaşmanın, gelecekle yüzleşmenin utangaç, korkak, yalnız ve tedirgin bir ruhta gövdelendiği yer, Janet Frame’in edebi derinliğinin de, hayal gücünün de kaynağıdır aynı zamanda. Herkesten farklı olmanın, onun deyişiyle benliğin evsizliğinin tuhaf, yabani ve deli olmakla bağdaştırıldığı bir yaşamın dikey akışından çıkması için sorulması gereken tek soruyu sürekli yinelemesinin, bu sorunun peşindeyken içinde biriken kederi yüzeye çıkarmaya çalışmasının nedeni, her daim kendi yerini, içine saklanacağı kovuğu aramasıdır: Dünya neden vardı?

 

Janet Frame, Fotoğraf: John Money (Kaynak)

 

 

Hüznün ve yalnızlığın yükünü hissediyordum; sanki bir şey olmuş

ya da olmaya başlamıştı ve ben bunu biliyordum.

Henüz kendimi dünyaya dikkatle bakan bir insan gibi

gördüğümü sanmıyorum;

o zamana kadar ben kendim dünyaymışım gibi hissediyordum.[iii]

 

 

Janet Frame’in her kitabına kendi yaşam öyküsünün izleri, hatıraları, hayal dünyası eklenir. Bu aynı zamanda bir kadının kusursuz olanla değil, kusurlarıyla tamamlanmaya duyduğu sonsuz istektir. Benliğinin evsizliğine inat ruhunun ve zihninin sarsılmaz inancıyla, akıl hastanesinin duvarlarına yazacak kadar onu yaratıcılığın doruğuna ulaşmak için zorlayan arzusu, yaşadıklarının, farklılığının, bedenine yerleşecek köşe bulamayan ruhunun dünyaya taşan, yeryüzüne sığmayan vasfıdır. Baykuşlar Öterken’de, Bir Başka Yaza Doğru’da, Sudaki Yüzler’de ve tabii ki yaşamını köklendirdiği Soframda Bir Melek’te teselli edilemez hüznünün ve hayal kırıklarının arasında kendi yerinin neresiolduğunu ararken, hatıralarını hatırlamaktan garip bir mutluluk duyar. Aile evine ve ailesine karşı içinde büyüyen olumsuz duyguları, annesinin ve babasının cahilliğine tahammülsüzlüğü nereye giderse gitsin onu takip eder. Evden uzaklaştığında her şeyin mükemmel ve farklı olacağını düşünür. Gitme duygusu, vardığı yerlerde gitmiş olmama dileğiyle çarpışır. Nihayetinde geri döndüğü ve bahçesinde dizlerini kırarak yerel gazetecilere poz verdiği yer, yine aile evidir. Çocukluğunu, ailesini, okullarını, kardeşlerini, akıl hastanesi günlerini, şiire ve edebiyata tutkusunu, edebiyat bursuyla yaşadığı ülkeleri, cinselliğini ve bedenini keşfedişini, yazar olmaya duyduğu inancı anlatması, kendine yabancılaştığı anların talihsizliğinden kurtulmanın zaferidir. Yetenekli olduğunun bilinmesinden duyduğu utangaç gururla, etrafındakilerin fikirleriyle kapana kısılma hissini yaşamak yerine saklanacağı köşeleri arayıp bulması, ona bu zafer uğruna göze aldıklarını anlattırır. Dış dünyayı, iç dünyasının eşsiz derinliğiyle kavrayışı, başka bir varış noktasıdır. Çünkü “iç sızlatan kalplerin gizli saklı yerlerinde neler olduğunu ve onlara neyin yardımcı olabileceğini sezmemizi ve hissetmemizi sağlayabilecek tek şey, acıyı, zaman zaman öylesine görünmez ve öylesine değişken olan ruhun acısını, tanımış ve deneyimlemiş olmak”[iv], Janet Frame’e, bizden uzak bir zamanın içinde uçsuz bucaksız çayırlarda koşan, tepelerden uzakların hayaline bakan, hayatın yüzeyini pürüzsüzleştirmek, bir nevi görünmez olmak,kabul görmeyecek ya da öfke çekecek her şeyi içinde saklamak için elinden geleni yapan[v], yerini yurdunu ararken ölmüş babasından kalan botların içine yerleştirdiği ayaklarıyla yaşam çukuruna sığınan, gelenekselliğe, deliler arasında görüp geçirdiklerine, utancına, şimdi-geçmiş-gelecek arasındaki yüzleşmeye dair itirazlarını birbirine dikme biçimleriyle bu kadına deneyimlerini aktarışındaki dürüstlük için yakın hissetmek, birbirimizin yamuk dikişlerinden sarkan iplerini kesmek için de bir nevi cesaret veriyor, olabilir.

 

 

Masamdaki Melek (An Angel At My Table, Jane Champion, 1990)

 

Janet Frame’in bize, kendi kadınlık deneyimlerimizin dünyasına şefkatli dokunuşu tıpkı onun yaşam hikâyesini 1990 yılında çektiği Masamdaki Melek (Filmin fragmanı burada) filminde anlatan yönetmen Jane Campion’ın Soframda Bir Melek kitabının önsözünde dediği gibi biraz: kırılganlığındaki derinlik ve açıklık, başarıları kadar acılarını ve küçük düştüğü zamanları da sakinlikle ve adilce yazma becerisi. Zamanın gölgesinde var olmanın biricik hikâyesi. Kendine özgü bir dikiş biçimi.

 

 

Ana görsel: Masamdaki Melek (An Angel At My Table, Jane Champion, 1990) filminden.

 

[i] Janet Frame, Sudaki Yüzler, çev. Ayça Çınaroğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 122.

 

[ii] Walter Benjamin, Dikiş Kutusu, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk, çev. Tevfik Turan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 84-86.

 

[iii] Janet Frame, Soframda Bir Melek, çev. Ayça Çınaroğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016,  s. 26.

 

[iv] Eugenio Borgna, Ruhun Yalnızlığı, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013, s. 65.

 

[v] Janet Frame, Soframda Bir Melek, çev. Ayça Çınaroğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016,  s. 128.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Bir Direniş Olarak Üretmek: Eda Çekil ile Söyleşi
Mustang, Bir Zafer
Dev Buluşma 3: “Beni Acılarımla Başbaşa Bırak”

Pin It on Pinterest