Bu dünyada bakışımızla başımız uzun süredir dertte. Sömürgeciliği, cinsiyetçiliği, ırkçılığı doğallaştıran, rasyonelleştiren bir görme biçimine güdümlü bakışımız ideolojik bir devlet aygıtı olarak zuhur ediyor. Gözlerimizle ayıklıyoruz dünyayı: iyiler bu tarafa, güzeller şuraya, çirkinler, “zevksiz ve görgüsüzler” o köşeye. Böylesine yoğun baskı altında diğer duyularımız da görme yetimizle uyumlanıyor, onunla işbirliği içinde iktidara yaslanıyor. Dokunmayı, tat almayı, işitmeyi görüşümüze suç ortağı olacak şekilde büyütüyoruz. Birbirine tutuşturup daha şiddetli, adeta bir “total” görüş yaratmak için seferber ediyoruz. Bu hakim görselliğin kulakları da belirli sesleri duymuyor haliyle; doğal, normal, olması gereken dışındaki, gözümüzün gördüğüne uyum sağlamayan sesler rahatsız edici, anormal, bozuk olarak değerlendiriliyor, ona göre muamele görüyor.
Halbuki Batı uygarlığı aslında ses üzerine bina edilmiştir. Adriana Cavarero, For More Than One Voice [Bir Sesten Fazlası İçin] adlı kitabında, logos yani söz kelimesinin Yunanca “konuşma, toplama, bağlama” anlamlarına gelen legein kelimesinden türediğini hatırlatır. Cavarero, “Konuşan kişi kelimeleri birbiri ardına ekler” der ve legein‘in aynı anda hem konuşma hem de bağlama anlamına gelmesinin tesadüf olmadığını öne sürer. Eğer legein’den gelen logos kelimesi konuşma eylemini ifade ediyorsa logos üzerine kurulu Batı felsefesinin de ses ve seslenme ile ilgili olduğu açıktır.
Peki bu “ses”lenen öznenin muhatabı kimdir? Zira konuşma eylemi, hayali ya da gerçek, en az iki kişi gerektirir: konuşan ve dinleyen. Velhasıl dinlemek, konuşmanın koşuludur, böylece dinlemenin en az bakmak kadar Batı medeniyetinin merkezinde yer aldığı açığa çıkar. Ancak önemli olan kimin konuştuğu yani kimin dinlenilmeye layık olduğu sorusudur.
Antik Yunan’daki kamusal alanlarda sadece aristokrat erkekler düşüncelerini söyleme hakkına sahipken, kadınlar ve köleler de dahil olmak üzere, aristokrat olmayanların sessiz kalması gerekiyordu. Konuşma eylemi akılcılıkla bir görüldüğünden, aristokrat erkek olmayan kişilerin konuşmalarına izin verilmemesinin sebebi bir akla sahip olmadıkları inancıydı. Zira konuşmak kurucu bir eylemdir: ilişkileri düzenleyen, dünyayı inşa eden resmi yahut gayri resmi yasalar, sözü dinlenmeye layık görülen kişinin ağzından çıkanlarla ve onu dinleyenlerin onayıyla kurulur. Kadınların ve kölelerin sözü dinlenmeye layık değildir. Yani kadınlar hem agoradan hem de daha geniş anlamda konuşma/ses çıkarma yoluyla dünyaya dahil olma şansından mahrumdurlar ve dolayısıyla dinlenilmeye de hakları yoktur. Böylece dinlemek de en az bakmak kadar iktidar, sınıf ve sosyal tabakalaşma ile ilgili kurucu bir güç olarak konuşmayı/ses çıkarmayı tamamlar.
Anne Carson da Antik Yunan’da sesin ve konuşmanın kültürel anlamına toplumsal cinsiyet merceğinden bakarken kadınların ağızlarından çıkan seslerin kocaları tarafından kontrol ve idare edilmesi gerektiğine, aksi takdirde bu seslerin kentin ahengini bozacağına dair inancı irdeler. Antik Yunan’da kadın sesi “bir hastalık” olarak görülür, politikayı kirletir. Carson, sosyal dünya ile sonik dünya arasında paralellikler çizerek, Antik Yunan toplumunun kurucu kavramlarından sophrosyne’e (ölçülülük) odaklanır ve bu kavramın bayağı görülen insanları kontrol ve idare etmek için nasıl kullanıldığına bakar. Buna göre, hangi seslerin dinlenmeye değer olduğunu belirlemek adına notalar arasındaki aralıkların hesaplanması yoluyla “ölçülülüğün” (yani makulluğun) ne olduğunun tanımlanması için matematik seferber edilir. Böylece bazı ara notalar sınır dışı bırakılır ve çıkardıkları seslerin bunlara denk olduğu iddia edilen kadınların “bilimsel” olarak ölçüsüz olduklarının ispatı da gerçekleşmiş olur. Bu durum kadınların (ve tabii göçmenlerin, çocukların, işçilerin) özellikle kamusal alanlarda (sosyal medya dahil) gürültülü, çirkin ve rahatsız edici olarak “işitildiği” günümüzde de geçerliliğini korur.
Halbuki biz dinlenilmek isteyerek, işitileceğimizi umarak konuşuruz. Konuşmayı değerli kılan sözümüzün dikkate alınma, anlaşılma, karşımızdakini, kendimizi ve dünyayı değiştirme ihtimalidir. Anlamlı ilişkiler inşa etmek için başka insanlara ihtiyaç duyuyorsak, sözümüzün dinlenmesi ve kâale alınması şarttır. Bu kâale alış sayesinde bir karşılıklılık kurulabilir, bir iletişim alanı açılır, bir öznellik mümkün hale gelir. İnsan kendisini gerçekleştirmek için başkasına mecbur bir varlıktır ve ötekine olan bu bağımlılığımız bizi güçlendirdiği ölçüde kırılganlaştırır da. İşitilmediğimizde, duymazdan gelindiğimizde parçalanırız. Şiddete uğrayan, varlıkları sistematik tehdit altında olan insanları bu halde sabit tutmanın bir yoludur onları dinlememek. Bu yüzden sesleri kısılmışlara alan açmak, hikâyelerine kulak vermek için mahkemeler, hakikat komisyonları gibi özel olarak örgütlenen kurumlar vardır. Peki işitilmeyeni dinlemekle yükümlü bu kurumlar, dinlemeyi beceremediklerinde ya da kulaklarını baskın ideolojik filtrenin dışına çıkaramadıklarında ne olur?
Jill Stauffer, Ethical Loneliness kitabında, kendiliği öznelerarası etkileşimle ortaya çıkan bir şey olarak tanımlıyor. Kitaba adını veren “etik yalnızlık” kavramını insanlık tarafından terk edilme deneyimi olarak kuruyor, bu terk edilmişlik ise terk edilen kişiye yapılan insanlık dışı kötülüklerin “işitilmemesi” ile katmerleniyor. Bazı seslerin, serzenişlerin, anlatıların, olguların, bazı kulaklara ulaşmaması, bağışlamayı, sağaltımı, uzlaşmayı yani politik dönüşümü imkansız kılıyor ona göre. Dinlemenin kurucu ya da dönüştürücü, politik sorumluluklar taşıdığı alanlar, yani mahkemeler, hakikat komisyonları gibi kurumların yükümlü oldukları “dinlemeyi” beceremedikleri anlara bakan Stauffer de Carson gibi liberal burjuva hukukunun, temelini oluşturan Antik Yunan geleneğine uygun şekilde, salt belirli frekansları işitmek üzere organize olduğuna dikkat çekiyor. Asli görevleri dinlemek olan bu kurumların dinlemeyi beceremediğinde ne olduğunu tarihten örneklerle somutluyor.
Stauffer’in Güney Afrika’daki Apartheid’a karşı mücadelede yakınlarını kaybedenlerin ya da Holokost sonrası hayatta kalanların deneyimlerinden aktardıkları, toplumsal bir uzlaşma/iyileşmeyi amaçlayan kurumların da kulaklarının tarihsel olarak nasıl paslandığını gösteriyor. Başkalarının fiziksel şiddetine, işkencesine maruz kalmış, yakınlarını, evlerini, hatta neredeyse insanlıklarını kaybetmiş bu insanlar, belirli bir dinleme biçiminin dışına çıkmayı beceremeyerek kurbanlardan makbul ve makul anlatılar bekleyen kurumlar tarafından bir kez daha yalnızlaştırılabiliyorlar. Raporlar oğlunu savaşta kaybeden bir annenin sesinin “kendinden emin, çok da üzgün olmayan” şekillerde çıktığını yazabiliyor yahut Holokost mağduru bir adamın işkencecilerini affetmeyi reddeden sesinin “hınçlı ve barışmaya isteksiz” çıktığı tespit edilebiliyor. Bağlamları, süregelen adaletsizliğin etkisini hiçe sayan bir rasyonellik ve uzlaşma beklentisiyle bu sabırsız, aceleci barışma talepleri, tamir etmekten ziyade zararı katmerliyor. Jill Stauffer işte bu halihazırdaki adaletsizliğe bir de “yanlış dinleme” yüzünden eklenen hasarın yarattığı duruma “etik yalnızlık” diyor ve aslında belirli bir ahenk gözetilerek örgütlenmiş bir dünyanın bazı cızırtılı sesleri nasıl “dinlenilmez” olarak kodladığına mercek tutuyor.
Tarihsel olarak uyumlu olanı duymaya odaklanmış, tutarlılık, artardalık, lineerlik talep eden bir dünyada, kesintiler, kopukluklar, alışılmışın dışında sesler çıkaran “üzülmeler” “acı çekmeler” kulak tırmalar. Bu uyumsuz, “çirkin” sesler ahenk arayan kulaklara cızırtılı parazitler olarak ulaşır. Hukuk, gelenek ve yasa ile yalıtımı güçlendirilen dünyada bu seslerin çirkin addedilmesi, tarihin şiddetiyle kurulmuş medeniyete içkindir. Bazı sesler medeniyetimizi çevreleyen kalın duvarlardan içeri sızmaz, kendini sadece “ölçülü” seslere açar, acı çeken, şikâyet eden, öfkeli seslere kapatır. Velhasıl, duyusal dünyamızda istenmeyen sesler sınır dışı edilerek makbul anlamlar ve politik eylemlere referans olan seslere mesken olacak şekilde yontulmuş, şekillendirilmiştir.
Kadınlar da, ahenksizlikle suçlanarak atıldıkları bu ölçüsüzlük diyarının kadim sakinleri olarak, her ağızlarını açtıklarında suyu bulanıklaştıranlar olarak etiketlenir. Bu hâlâ böyledir. Örneğin, Amber Heard’ün (soyadının manidarlığına dikkat- Heard İngilizce’de işitilmiş, duyulmuş anlamına geliyor) Johnny Depp’in kendisine açtığı tazminat davasında anlattıklarının dinlenilmemesi, muhatap alınmaması, “kadın hareketine zarar getirdiği”nin iddia edilmesi, kadınların seslerinin polisi kirleten bir hastalık olarak görüldüğü Antik Yunan geleneğinden bu yana hiç yol kat etmediğimizin adeta bir kanıtı. Depp’in bütün ekranları meşgul ederek günlerce süren kendi makul anlatısı Heard’ün gıyabında çoktan bir cadı yaratmış, eşlikçi internet propagandası da dikkatle dinlemekle yükümlü jürinin kulakları önüne çoktan kalın bir filtre germişti. Kendi şiddete eğilimi, geçmiş hataları ve güzel, zengin bir kadın olarak halihazırda mükemmel bir kurban olmayan Heard’ün sesi, tüm bunların üzerine makul bir anlatı da izlememesi yüzünden kurbanlarından belirli bir frekans aralığında konuşmasını talep eden adalet kurumunun ve elbette temsil ettiği dünyanın cinsiyetçi kulaklarına takıldı kaldı. Heard’ün dinlenilmeye muhtaç öznelliğinin unufak edildiği mahkeme süresince “işitmenin” tarihle, normla nasıl yoğrulduğuna tanık olduk. Depp’in şiddet geçmişi makul, vakur ve ölçülü sesinin etkisiyle elenip kulaklara erişmezken Heard’ün kendi şiddet geçmişinin çıkardığı gürültü arasında Depp’ten gördüğü şiddet de işitilmedi.
Sesleri yeterince kadınsı tınlamayan trans kadınların, kulak tırmalayan başka dillerde konuşan göçmenlerin, Türk üstüncüsü frekanslarda konuşmayan Kürtlerin, acısından bas bas bağıranların sesleri, adalet vaat edenlerin ölçülülük testini geçemiyor, parazit/cızırtı/gürültü olarak mimleniyor ve alâka dışı bırakılıyor. Bu sesler toplumsal ahengi hâlâ bozuyor ve en baştan dinlenilmeye layık görülmüyor çünkü kapitalist patriyarka kulaklarımızı belirli sesleri uyumlu, belirli sesleri uyumsuz olarak duyacağımız şekilde akort ediyor. Kamusal ya da özel, her tarafımızı saran ideolojik balçık içinde belki yeni kanallar vasıtasıyla madunların deneyimleri şimdilerde daha çok paylaşılıyor ancak bu deneyimler gerçekten dinlenmiyor. Bilakis türlü sosyal önyargı, kalıp, beklenti filtresine çarpıyor ve kâale alınmayarak yahut küçümsenerek bir kere daha yalnızlaştırılıyorlar. Ne yapıp edip dinlemenin etik, ötekinin hangi sesi neden çıkardığını anlamaya istekli farklı bir yolunu bulmak, hatta sesler ve referansları arasında yeni politik bağlar kurmak elzem görünüyor.
Kapak görseli: Jean-Louis Forain, Le Tribunal (Adalet Mahkemesi) 1902-3.