İçinde yaşadığımız alanlarla bir güven ilişkisi kurmak istiyoruz. Pandemi, bu güven duygusunun en sarsıldığı dönem oldu muhtemelen. Dışarıdan evin içine getirebileceğimiz bir virüsün bizi, ev arkadaşlarımızı, ailemizi, sevdiklerimizi çok hasta edebileceği, bazı durumlarda öldürebileceği duygusu, pandeminin ilk zamanlarında hepimizi çok etkiledi. Hangimiz damacanaları, sebzeleri, meyveleri dışarıda bekletmedik, deterjanlı sularla silmedik ki? Post-pandemi döneminde bizi başka krizler bekliyordu oysa: düşmek bilmeyen enflasyon, gitgide sınırlanan alanlarımız ve kopan ilişkiler…
Bu yazıda sadece enflasyon ve İstanbul’daki konut krizini -kendi sinir krizlerimden de bahsederek- irdelemeye çalışacağım. Biseksüel ve ev arkadaşlarıyla yaşamayı planlayan bir kadın olarak ekonomik ve duygusal olarak, yani olabilecek her anlamıyla çok zorlandığım bir süreç yaşadım ev ararken. Benim için yaşadığım alan hep önemliydi: merkez addettiğim Taksim’e yakın olmayı ve içinde olduğum mahalleyi sevmeyi, orada konforlu hissetmeyi önemsedim. Bu yüzden sadece ucuz olduğu için yaşayamayacağım, kendimi güvende hissetmeyeceğim yerler çok bu şehirde. Ama enflasyon ve konut kiralarındaki artış artık öyle bir hale geldi ki bütçelerimiz ve fiyat algımız yerle yeksan oldu.
Ev sahibimizle yaşadığımız kira yükseltme temalı konuşmada, her iki taraf da birbirinden empati bekliyordu. Nasıl bir şeyse bu empati, herkes empatiye layık olduğunu kanıtlamaya çalıştı durdu. Kendisi diğer mülklerine ve çalışanlarına yapmak zorunda kaldığı zamlardan üzülerek bahsetti, ben 1,5 senedir pek de zam görmeden, kâh freelance kâh dönemlik sözleşmeli olarak sivil toplumda çalıştığımı söyledim. Ev sahibimiz gerçekten beni anlayabilir miydi? Kendisi herkes gibi kirayı 2 katına yükseltmek istediğinden beri, kafam havalarda yürüyorum. Olur da bir ev ilanı görürüm, ararım ve bir anda masallardaki gibi bir hızla, eviyle ilgilenen, tatlı bir ev sahibinden ev kiralayıveririm diye…Ama nerede?
Emlak piyasasında bu dönemde evler o kadar hızlı bir şekilde kiralanıyor ki ev gezdiğim bu birkaç hafta bana birkaç aymış gibi geldi. Bir ilan çıkıyor ve 2. gününde tutuluyor mesela. Zamanın başka türlü devindiği bir uzay boşluğu bulduğuma inanıyorum. Burada çelikten sinirlerim ve sebat hissimle aramaya devam etmeliyim. Ev arama macerasının başından itibaren yaşadığım bazı şeylerden bahsetmek istiyorum. Bir kere artık emlakçılar bu ortamın kralı/kraliçesi olmuş durumda. Ev sahipleri bile değil, zira onlar ortada olmayan ve sürekli zamanında paralarının yatırılmasını isteyen bir çeşit hayalete dönüşmüş durumdalar. Kredi notundan, kefilinizin kim olduğuna, hangi iş kolunda çalıştığınızdan, ailevi durumunuza kadar emlakçılara emanet edilmiş haldesiniz artık. Öncelikle onların tacizkar tavırlarını kabullenmeli ve bir iş görüşmesindeymiş gibi CV’nizi kısa bir özet halinde ezberlemelisiniz. Hiç ışık almayan, rutubet kokusunun buram buram hissedildiği evler 6000 liraya kiraya verilmek isteniyor. Tabii ki ev sahibi evin tamiratı, boyası gibi hayati bazı şeylerle asla ilgilenmiyor. Onun maliyeti de kiracıdan çıkarılıyor. “Aile apartmanı,” kelime grubu daha ev tutulmadan, gürültüye/bekarlığa dair verilen bir gözdağı haline geliyor.
Bu süreçte baktığım en ilginç yerlerden biri Madam Manukyan’ın zamanında aldığı mülklerinden biri olan ve o öldüğünden beri süregiden miras kavgası dolayısıyla 20 yıldır kiralanamayan koca binaydı. Gördüğüm iki daire de katmanlarca toz biriktirmiş halıfleksler ve karolarıyla, her yerinden yırtılmış, şişmiş tuhaf duvar kağıtlarıyla göz dolduruyordu. Ev sahibinin herhangi bir tamirat yaptırmayı asla istemediğini söylememe gerek var mı?
Biraz konuşmaya kalktığınızda emlak piyasasındaki yükselişten hepsi biraz muzdarip: “inanın bize de ev gelmiyor, ne olacak bilmiyoruz, ama kötüleşme ihtimali yüksek, yani bu ara tuttunuz, tuttunuz…” Onlar da bu evleri bu kira marjıyla kimlerin tuttuğuyla ilgili net bir cevap veremiyorlar. Bir kısmı savaştan kaçan Ruslar ve Ukraynalıları suçluyor, tıpkı yıllar önce Suriye’deki savaştan kaçan Suriyelileri suçladıkları gibi. Bir kısmı turizme, expatlara bel bağlamış durumda. Sonuçta paralarını kazanmaya, birilerinin dişinden tırnağından artırdığını ceplerine indirmeye devam ediyorlar. Kimileri pandemiyi, kimileri enflasyon dolayısıyla bitemeyen kentsel dönüşümü, kimilerinin savaştan kaçan Ruslar ve Ukraynalıları suçladığı bu süreçte asıl suçlunun yarın yokmuş gibi şehri kendi kâr alanına dönüştüren kapitalizm olduğunu nasıl anlatabilirim?
Bu hafta içinde hükümet konut krizini hafifletmek için danışma/şikayet hatta açacağını ve özellikle İstanbul’un bazı bölgelerinde bir çeşit kira kontrolü mekanizması oluşturulabileceğini açıkladı. Benim merak ettiğim, onca insanın yüksek rayiçle taşındıkları evlerin fiyatları bir anda düşecek mi? Kirayı yükselttikten sonra geri alma ihtimalim var mı? Muhtemelen ikisinin de cevabı hayır.
Kadın İşçi websitesinde konut krizinin ve yükselen enflasyonun bekar kadınları aile evlerine dönmek zorunda bıraktığını okudum. Tüm bu meseleler gelip yine kadınların burnunun dibine dayanıyor. Yalnız yaşamaya, ataerkil sisteme, ayrımcılığa karşı tutunmaya çalışan tüm kadınlara…
Bu yazıyı makul bir şekilde sonlandırmak yerine tüm bu kriz ve delilik halini yansıtması için daha çok soruya boğacağım okuyucuları: Temel ihtiyaçlarımız olan barınma, su içme, yemek yeme gibi şeyler nasıl lüks hâline geldi? Peki o kirası mütemadiyen yükselen evlerde kimler oturabiliyor? İstanbul’daki bunca terk edilmiş binaya ne olacak? Siz de benim gibi onları işgal etmeyi düşünüyor musunuz sık sık?