“Hepimiz Gezi’deydik!” Peki neden?
Gezi’de direnen, “gezi zamanı” direnmeyi öğrenen, korkusuzca tüm haksızlıklara ve ayrımcılıklara karşı sokaklarda olan, barikatları terk etmeyen birçoğumuz için Gezi, üzerinde yaşadığımız toprakla, içinde nefes alabildiğimiz hava, hak ve özgürlüklerimiz için umudun yeşermesi demekti.
Benim için de öyle. Ayrıca insan/hayvan/doğa ayırmadan topyekûn özgürleşmeye dair düşünme gezimin de en önemli yıl dönümü bu.
Buraya geri döneceğim ama bununla birlikte bugün “Gezi” çok farklı anlamlar da ifade edebiliyor, zira umut ve umutsuzluk her an birbiriyle yer değiştirebiliyor. Umudu koruyabilmek için en başta dayanışma gerekiyor. 9 yıl oldu, Gezi direnişlerinde devlet şiddeti nedeniyle kaybettiğimiz tüm canların -insan olmayan hayvanlar dahil- acısı halen çok taze. Üzerimize atılan gaz bombaları ve plastik mermilerle baş edebiliyorduk omuz omuza veya bacak omuza. O günden bugüne kayıplarımız gittikçe arttı, gezi parkını ranta açmak isteyenler bugün ormanlara, denizlere, zeytinliklere, hayvanların bedenlerine her zamankinden daha fazla göz dikmiş durumda. Kazanılmış hakları geri almak için verdiğimiz mücadele gündelik hayatımızı kaplıyor. Sokakta kendi halinde yaşayan köpeklere karşı sistematik olarak düşmanlık örgütleniyor. Kürt siyasetçiler, gazeteciler hapiste, göçmenlere yönelik nefret ve ırkçılık tavan yapmış durumda, devletin kutuplaştırarak nefret üretme politikası tıkırında işliyor. Yoruluyoruz, tökezliyoruz, dağılıyoruz, evden çıkmak istemiyoruz -bir evimiz varsa şayet. Pandemi üzerimizden buldozer gibi geçtiğinden birbirimize tutunmak da zorlaştı. Geziyi bir orman gibi tahayyül edersek, biz de o ormandaki ağaçlar gibi köklerimizden tutunuyorduk ne de olsa birbirimize.
Yüzbinlerce insanın birbirinin sesine ses vererek, kendiliğinden, özgür iradesiyle katıldığı Gezi direnişi, devlet ve faşist zihniyet tarafındaysa bir terör eylemi olarak tanımlanıyor. 4,5 yıldır haksız yere tutuklu olan Osman Kavala’ya “geziyi örgütlemek suretiyle” hükümeti devirmeye kalkışmak diye bir suç isnat edildi. Kendisine müebbet hapis vermekle yetinmeyen devlet, bir de ona “suç ortakları” ekleyerek Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’yi de hapse gönderdi.
Korku imparatorluğunun kendini dayattığı en uç noktadayız belki de, “geziyi savunuyoruz” derken ne kadar savunabildiğimiz de bir muammadan ibaret. Direniş de boyut değiştirdi, araftayız belki de. Bu ruh hali “nerede bu insanlar?” diye sorduruyor, bazen “politik konjonktür”ü kaçırarak bazen de “direniş neydi?” diye. Gezi’de olup da aldığı maaşla geçinebilen, işinden olmayan kaç kişi kaldı peki? Peki ya Gezi’de kaybettiğimiz insan dışı hayvanlar, onların hesabı? -verilmedi ama bir nebze soruldu.
Yarına umutla bakmak için parçaları birleştirmek…
Gezide kimler vardı? Gezi kimlerin yaşam alanıydı?
Parktaki ağaçların kesilmesine engel olmaya çalışırken, mesele sadece “üç beş ağaç” değildi tabii ki. Mesele hayatlarımıza, yaşam alanlarımıza, birbirimize “sahip çıkmak”, birbirimizin hakkını savunmaktı. Gezi, tüm ülkeye yayılan ve tüm dünyanın takip ettiği bir direniş haline geldi, herkesin hayatına dokundu, ağaçlardan ormanlara uzadı, kentlerden kırlara, insanlardan diğer hayvanlara… İnsanların doğanın sahibi değil sadece bir parçası olduğunu hatırlatmak ve hatırlamak için de bir vesile oldu. LGBTİ+lar görünmezleştirilen haklarını, gezide çarka çıkan lubunyalar yaşam alanını savundu, evsizler yuvasını, işçiler örgütlenme özgürlüğünü ve “insanca” yaşama hakkını… Kent hakları, göçmen hakları, çocuk hakları, engelli hakları… hepsi oradaydı. Feministler kadına, ibneye, orospuya neden küfür edilmemesi gerektiğini anlatırken, -en apolitik görülen kesim olarak- hayvan özgürlüğü aktivistleri, veganlar da oradaydı. Hayvan haklarının toplumsal bir adalet mücadelesi olduğu, veganlığın politik olduğu Gezi ile birlikte daha geniş kitlelere ulaşarak görünür olmaya başladı. “Diren Vegan” gezi parkında vegan forumlar yapmaya başladı, insan harici hayvanlar için de direnmenin elzem olduğunu, türcülüğün de bir ayrımcılık biçimi olduğunu birçok insan ilk defa duydu. Gezide polisin yoğun biber gazından, tazyikli suyundan, ses bombasından etkilenen sadece insanlar değildi. Gezi parkındaki ağaçlarda yaşayan yüzlerce kuş yaşamını kaybetti, kalanlar ise yuvalarından göç etmek zorunda kaldı. Yönetmen Zeki Demirkubuz “sıktıkları gaz her neyse kuşların ağaçlardan patır patır düştüğünü gördüm, inanamadım” ifadeleri ile tanıklığını aktarmış; hayvan psikolojisi alanında uzmanlığı bulunan Veteriner Hekim Prof. Dr. Tamer Dodurka biber gazının hayvanlar üzerinde ölümcül etkileri olduğuna dair bilimsel görüşlerini o dönem çıkan Aktüel dergisine yazmıştı.
Gezi direnişi sırasında çok sayıda kedi ve köpeğin ölüm haberini aldık. Bu hayvanların ölümü kayıt altına alınmadığı ve raporlanmadığı için tam sayıya ulaşmak mümkün olamadı. 11 Haziran’da polisin parkın içine gaz atmaya başlamasıyla birlikte Gezi parkı revirinin içindeki veteriner kliniğinde tedavi gören hayvanlar diğer semtlerdeki kliniklere gönderildi. O dönemde İstanbul’da bulunan 500-600 veteriner kliniğine Gezi Parkı’ndaki hayvanların geldiğini öğrenmiştik. Yani bizzat devlet eliyle yaralanan, sakatlanan, kör edilen ve öldürülen binlerce hayvanın da en temel hakkı, yaşama hakkı ihlal edildi; ne olup bittiğini anlamayan hayvanlar çatışma ortamında arada kaldı, fiziksel ve psikolojik şiddete maruz bırakıldı. Bütün bu hak ihlallerinin ardından, Yeryüzüne Özgürlük Derneği olarak, hayvanların maruz bırakıldığı devlet şiddetinin de görünür olması ve teşhir edilmesi için, Cenevre’deki Uluslararası Hayvan Hakları Mahkemesi’ne göndermek üzere Burak’ın (Özgüner) çok büyük emeği bulunan aylar süren bir tanıklık toplama çalışması yaptık. 28 Eylül 2013’te yapacağımız başvuruyu duyurmak ve Gezi’de katledilen tüm canları anmak için Gezi parkı merdivenlerinde bir basın açıklaması yapmak istemiştik. Buluşmaya çalıştığımız anda, “anayasal hakkımız” olan toplantı yapma hakkımız ve ifade özgürlüğümüz çok sert bir şekilde polis saldırısıyla engellenerek, 14 arkadaşımız gözaltına alındı. Olaydan 6 yıl sonra bu eylem nedeniyle yoldaşımız Burak Özgüner hakkında “terör soruşturması” başlatıldı.
“Yeryüzü Sofraları”ndan “Bombalara Karşı Sofralar”a…
Gezi direnişinin, farklılıklarımıza rağmen dayanışmayla bir arada olabileceğimizi hatırlatan, en heyecan verici ve yaratıcı eylemlerinden biri de Yeryüzü Sofraları’ydı. Ramazan ayı vesilesiyle Antikapitalist Müslümanlar’ın çağrısıyla kurulmaya başlanan, İstiklal Caddesi boyunca uzayan bu sofralarda, hepimiz yere gazeteler sererek yemeklerimizi getirip birbirimizle paylaştık. Sofralara öldürülmüş hayvan bedenleri de yiyecek olarak getiriliyordu, ikram edildiğinde konu açılıyordu, anlatıyorduk barışın tabağımızdan başlayacağını ve hayvanlar özgür olmadan barışamayacağımızı. Direniş sürerken Kadıköy’de “Savaşa Karşı Barış Sofrası” da kuruldu. Sofralarda sosyalleşmenin tadı damağımızda kalmıştı ki, 2013 yılının sonunda israfa karşı küresel bir hareket olan “Food Not Bombs”un İstanbul ayağını kurduk “Bombalara Karşı Sofralar” adıyla. “Savaşı ve yoksulluğu körükleyen devletlere, israfa, doğa ve hayvan sömürüsüne, tüketim kültürüne kazan kaldırıyoruz!” diyerek çıktığımız yolda, 3,5 yıl boyunca Taksim’de, haftada bir gün 100’den fazla sofra kurduk. Pazarlardan, marketlerden, manavlardan çöpe gitmeden kurtardığımız sebze, meyve ve bakliyatlarla her seferinde 100’den fazla kişinin karnının doyabildiği çok çeşitli yemekler çıkardık; tatlısı da eksik olmadı. Hem hayvan sömürmeden hem de tüketim kültürüne destek vermeden yaşanabileceğini gösterdiğimiz sofralarda, sadaka yerine dayanışma kültürünü yaygınlaştırmak için çabaladık. Sofra buluşmalarının yanında, takas pazarları, söyleşiler, film gösterimleri düzenledik, direnişlere yemek desteği sağladık. Savaşlara, hayvan sömürüsüne, iş cinayetlerine, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve militarizme karşı sofrada sesimizi yükselttik, defalarca polis müdahalesine maruz kaldık, insanların yemeğe erişiminin engellenmesine direndik.
Çöp politiktir, çünkü çöpe dalmak, yenebilir ve kullanılabilir şeyleri kurtarmak ve paylaşmak sürdürülebilir bir dayanışma kültürü yaratır, direnmek de yaratmaktadır yeni baştan. Kişisel olan politiktir, yani neyi/kimi yediğimiz, giydiğimiz, ne dediğimiz… Sömürülmeyi reddederken sömürmeye devam mı ediyorum? Bu ne yaman çelişkidir! Hatırlayalım…
Hayvan özgürlüğüyle bütünleşik mücadeleye…
Gezi Direnişi sırasında vegan olmaya çalışan -ama insan merkezcilikten sıyrılamamış- bir vejetaryen, geziden 1 yıl sonra vegan olan biri olarak, o zaman vegan olmayı ve türcülük karşıtı, vegan aktivizm yapmayı isterdim. Veganlık hep bir “neden daha önce vegan olmadım” pişmanlığını da getiriyor (henüz vegan olmayanlara duyurulur ☺ Gezi direnişinden bir yıl sonra Vegan Feminist Kamp’a katıldığımda vegan olmama ramak kalmıştı. Fark ettim ki, vejetaryenlik sadece bir iç rahatlatmadan ibaret, çünkü “ben hâlâ hayvanların haklarını tanımıyorum.” Vejetaryen olmak “insan olmayan hayvanlar öldürülmesinler ama sömürülmeye devam etsinler, çünkü benim insan olarak buna hakkım var” anlamına geliyor ve asla elle tutulabilir ayrımcılık karşıtı bir hak mücadelesi ortaya koymuyor. Vegan olmak, bizler gibi hisseden, duyguları olan, kendi yaşamlarında karar alabilen insan harici hayvanların en mümkün mertebede sömürülmeden yaşamaları için çaba sarf etmek demek. Yapabileceğimiz en kolay şey hayvan sömürüsüyle elde edilen ürünleri talep etmemek, yaşamımıza dahil etmemek. İklim krizinin göbeğinde gezegen için ve sağlığımız için yapabileceğimiz en güzel şeylerden biri bu ayrıca.
İnsan merkezciliği temelinden sorgulamayan bir veganlık da, vejetaryenlik kadar sorunlu olabiliyor. Değişimi kendimizden başlatmak için, bir davranışı değiştirmek yeterli olmuyor, düşünce yapımızı ve dilimizi de baştan sorgulamak ve değiştirmeye çalışmak gerekiyor. Bütün ayrımcılık biçimlerinin kökeninde bir norm olarak üstünlük kavramı karşımıza çıkıyor. İnsan merkezcilik tüm diğer ayrımcılık biçimlerinin önünü açmış ve onlara örnek olmuştur. Hayvanların köleleştirilmesi ve sömürülebilir oluşu, insanlar arasında da insanlık mertebesine erişenler ve erişemeyenler olarak hiyerarşik bir ikilik yaratmış, normlara uymayanlar “hayvanlaştırılarak” aşağılanmış, şiddet meşru kılınmış, sömürgecilik ortaya çıkmıştır. Kendi üstünlüğümüzü, ayrıcalıklarımızı sorguladığımız, tüm diğer hayvan türleri ile -aynı dili konuşmasak da- dayanışma geliştirebileceğimiz bir farkındalığa ihtiyacımız var. Çünkü insan üstünlüğü bize şimdiye kadar hiçbir şey kazandırmadı, aksine kaybettirdi. Bizim tüm hayvanlar olarak birlikte kazanmaya ihtiyacımız var, kimsenin üstüne basmadan, ezmeden, dilimizde aşağılamadan. Bu da birlikte yaşayabilmek anlamına geliyor. Biz bunu gezide deneyimledik aslında. Gezide insanların tüketmesi için sömürülen inek, koyun, tavuk gibi türler olsaydı, onlarla da duygusal bir bağ ve iletişim kurabilen çok fazla insan olacağını düşünüyorum, birbirimizden öğrenmeye, etkileşime çok açıktık. Dayanışmanın ruhunu derinden hissettiğimiz güçlü bir bağ vardı aramızda. O günden bugüne, Türkiye’nin nerdeyse her ilinde vegan inisiyatifler oluştu. Hayvan özgürlüğü birçok ayrımcılık karşıtı hareketin gündemine girmiş durumda. Özellikle kişisel olanın politik olduğunu daha net ortaya koyan feminist ve LGBTİ+ hareket içinde vegan aktivistlerin sayısı da hızla artıyor, türcülük karşıtlığı ilkeler arasına ekliyor, iklim adaleti için politikalar yaygınlaşıyor. Finansal kaynaklarını hayvan sömürüsü ile elde edilen ürünlere aktarmayan örgütlerin sayısı da artıyor.
Hayvan özgürlüğü mücadelesini anlama konusunda ekoloji hareketinin biraz daha geriden geldiğini düşünüyorum. Bunda doğayı ve hayvanları “koruma”nın birbirine benzer algılanmasının, insan ve doğa/hayvan ayrımının devam ediyor oluşunun etkili olduğunu düşünüyorum. Hayatta kalabilmek için temiz havaya ihtiyacımız olduğu gibi suya ve bitkilere de ihtiyacımız var. İnsan harici hayvanların da aynı ihtiyaçları var, bugün onları tüketilebilir nesneler haline getirmeden de sağlıklı bir şekilde yaşayabiliyoruz. Doğayı sömürmeden kaynak olarak kullanabiliriz ama hayvanları sömürmeden kaynak olarak kullanamayız. Sömürülmeye rızaları olduğunu varsaymaya veya rızalarını inşa etmeye hakkımız yok.
Devletlerin tüm ayrımcı ve kapitalist sömürü mekanizmaları bir hayvan türü olan insan dahil tüm hayvanları öğütmek için çalışıyorken bizim birbirimiz ve “içinde olduğumuz doğa” üzerinde aynı baskıcı yapıyı kurmayı reddediyor olmamız beni en çok umutlandıran şey. Gezi direnişinin 9. yıldönümünde sokakları, meydanları dolduracak kalabalık olamasak da, hapsedilen ve katledilen tüm yoldaşlarımız için, onurumuz için, gerçek adalet için, kimseyi “arkada” bırakmadan birlikte kazanmak için, bulunduğumuz her yerden haklarımızı ve hayatlarımızı savunmaya devam ederek dünyayı değiştirdiğimizin bilinciyle umudumuzu koruyabiliriz ancak.
Hepimiz aynı Gezi’de miydik? Belki bugün hatırladığımız Gezi hiçbirimiz için aynı değil, yine de “Gezi” umudun ışığı olmaya devam ediyor. Bu yıl onur yürüyüşünün teması yeniden “Direniş” olarak belirlendi, 9 yıl önceki gibi. Vegan sofralarda buluşacağız, sokakları geri alacağız pembe ve gümüş tüllerle. Bugün değilse de yarın elbet.
Kapak fotoğrafı: Özge Özgün