Yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?

SANAT

“Kim Oluyorsun Sen?” Yazar Leylâ Erbil ve Yazmayı Bırakan Üç Kadın Karakteri: Nermin, Neslihan, Zenîme

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

 

Kadın yazarlar açık ya da örtük, resmî ya da gayriresmî yöntemlerle yüzyıllardır değersizleştiriliyor, yazıyla kurdukları bağ kimi zaman koparılıyor. Feminizmin gündelik hayattan edebiyata, felsefeden akademiye pek çok alana sızması, bu alanlarda örgütlenmesi bu durumu bir yazgı olmaktan çıkardı.  Mücadele değişerek, dönüşerek çeşitli biçimlerde, araçlarla devam ediyor. Bunlardan biri de hatırlamak. Yok sayılma, susturulma, unutturulma karşısında hatırlamak ve hatırlatmak. Yalan, yanlış, yanlı inşa edilen hafızayı parçalamak, temize çekmek, yeniden kurmak.

 

İşte kadın yazını, kadınların yazması üzerine peş peşe okuduğum üç yazarın -Joanna Russ, Emile Pine ve Rebecca Solnit- [i] beni götürdüğü yer, bana hatırlattığı da ilk olarak, yazar ya da şair olmak isteyen ama vazgeçen kurmaca üç kadın karakter oldu. Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın romanındaki Nermin, Karanlığın Günü’ndeki Neslihan ve Cüce’deki Zenîme.

 

Hatırlama/hatırlatma pratiği ve mecrası olarak da okuyabileceğimiz yakın zamanda çevrilen Yazmak Yasak-Bastırılan Kadın Yazını isimli, öğrencilerine ithaf ettiği bu kitapta Joanna Russ İngilizce edebiyata odaklanıyor ve son birkaç yüzyıldır kadın yazarlara uygulanan “yıldırma” politikalarını örneklerle haritalandırıyor. Bölüm başlıklarının her biri kurumsallaşmış patriyarkanın yöntemlerine işaret ediyor. Liste kabarık: “Yasaklar, Kendini kandırma, Failliğin inkâr edilmesi, Failliğe leke sürme, İçerikle ilgili çifte standart, Yanlış sınıflandırma, İstisna sayılma, Müstesna görülme, Örnek alınacak kişi eksikliği, Verilen karşılıklar, Estetik”.

 

Tüm bunlara kimler kimler maruz kalmamış ki? George Eliot, Emily Dickinson, Christina Rosetti, Emily Bronte, Virgina Woolf, Colette, Simone de Beauvior, Susan Sontag, Syliva Plath, Anne Sexton, Amy Lowel ve nicesi. Görüyoruz ki zaman, mekân, kişiler değişse de yapılan değerlendirmelerin hemen hiçbiri için değişmiyor: “Kadınca duyarlılıklar”, “kadınlara özgü beceriksizlikler”, “kadınsı bir anlatım”. Yazmak evlenene kadar yapılacak bir uğraş olarak görülüyor, evden çıkmamalarını sağladığı için yazmalarına göz yumuluyor, yazdıklarına kahkahalarla gülünüyor. Vazgeçmeyip devam edenleri bekleyen ise gülünç duruma düşürülmek, hor görülmek, yanlış yorumlanmak, anormal, nevrotik, nahoş, edepsiz, deli, şirret, yakışıksız olarak etiketlenmek; daha da ötesinde edebiyat tarihinden izlerini silmek. Nihayetinde üslupları yanlıştır, anlattıkları kişiseldir, eğitimli insanlara bile benzemiyorlardır. Hak etmişlerdir. Kadın eşcinsel şiirler yazıyorsa “mutsuz” ya da “kız kurusu” denmelidir; politik alana dair cümle kuruyorsa “kocasına yazdığı söylenen aşk” şiirleri öne çıkarılmalıdır; şiirlerini açıklamak için “(mutsuz) bir heteroseksüel ilişki” uydurulmalıdır… Gelenekle bağın kurulması engellenmelidir.

 

Russ, 18. yüzyıldan kitabını yayımladığı 1980’lere uzanan süreçteki sessiz, dilsiz, eylemsiz kılma stratejilerini yani bu devasa kadın yazar öğütme makinesinin, sistemin nasıl işlediğini görünür kılıyor. Bu ayrımcılıkları örnekler üzerinden temellendiriyor. Örneğin Ellen Glasgow ilk roman taslağını New York’taki bir “edebiyat danışmanı”na götürüyor. Adam “Roman yazarı olamayacak kadar güzelsin. Kıyafetinin üstünden göründüğü kadar hoş musun gerçekten?” diyor, tecavüze yelteniyor. Glasgow bu anı daha sonra şöyle anlatıyor: “Ancak yanına tekrar geleceğimi söylememin ardından beni bıraktı ve sadece taslağıma değil, elli dolarıma da el koydu. Yaralanmıştım, öfkeden tir tir titriyordum.” Başka bir yayıncıya taslağı götürüyor. “Kadınların, hele ki doğuracak yaştaki kadınların yazmasında gönlü olmadığını” söyleyen yayıncı, “sana verebileceğim en iyi tavsiye… yazmayı bırakıp Güney’e dönmen ve çocuk doğurmandır. … Kadını yücelten şey güzel kitaplar yazması değil… güzel çocuklar doğurmasıdır,” diyor, “diye buyuruyor.” Ola ki kadın bunlara rağmen yazabildiyse “erkek zekâsı” sayesindedir. Muhtemelen erkek editörle “takılmıştır.” Seçtiği alanda bir “boşluk” vardır ya da “esmer kadın” kontenjanından faydalanmıştır. Bazen de şöyledir: “Bu metni bir kadın yazmadı çünkü bunu yazan kadın kadından da öte biriydi.” Ya da şöyle: “Tamam, metni kadın yazmış, ama yazmaması gerekirdi.” Yazdıkları da nihayetinde “itiraf anlatısı”dır. Russ hatırlatıyor, Plath’in eserleri “itiraf metni” olarak ele alınsa da Allen Ginsberg’inkiler alınmıyor, onun “öfkesi” devrimcilik olarak da ahmaklık olarak da çeşitlilik içeren geniş bir yelpazede değerlendiriliyordur.

 

Kadın ya da erkek fark etmeksizin “metni kadın yazmış ama”dan sonrası için kadın yazarı değersizleştiren türlü cümle kurulabiliyor. Kurgusundan diline kolaylıkla tutarsız, eksik, yetersiz, olmamış, anlaşılmaz… bulunuyor. Kategori dışında bırakılmasa da “ciddi/geçerli/esas” addedilen kategorilere alınmıyor, kanonlarda kendilerine yer verilmiyor. Antolojilere, ders kitaplarına, izlencelere, okuma listelerine ya en “zararsız” addedilen eserleri alınıyor ya da hiç alınmıyor. Gelenekleri ya göz ardı ediliyor ya da alay. Kendilerini yazar/şair/eleştirmen/sanatçı olarak temsil etme hakları ihlal ediliyor. Sıklıkla “birinin karısı, narin bir porselen, kız kurusu, fahişe, hercai ve delişmen” gibi yok sayan ad ve sıfatlarla anılıyorlar.

 

Hem öyle her istediklerini de anlatmamaları gerekiyor. Önünde yükselen ahlak duvarında delikler açmayı sadece denemesi bile “ahlaksızlık”, “müstehcenlik”, “ağzı bozukluk”, “şahsiyetsizlik”, “sadakatsizlikle” suçlanmasına sebep oluyor. Kendi bedeninden, deneyimlerinden, cinselliğinden söz etme özgürlük ve hakkı kadınlara tanınmıyor. Louis Simpson’ın Anne Sexton’ın Yaşa ya da Öl kitabını değerlendirirkenki şu cümlesinde olduğu gibi: “Menstruation at Forty (Kırkında Âdet Görmek) şiiri bardağı taşıran son damlaydı.”

 

Geçtiğimiz sene yayımlanan Kendime Notlar’da Emile Pine ise “iyi yazmak için sayfaya kan akıtmak gerektiğini söyleyen ünlü aforizmayı bilirsiniz. Bu deyişi icat eden erkek yazarı daktilosunun önünde, karşısında boş sayfayla hayal edebiliyorum. Ne tür bir kan hayal etmişti acaba?” diye soruyor. Koldan? Bacaktan? Baş yarasından? Hangisinden? Ekliyor: “Herhalde rahim ağzından gelen kanı kastetmemişti. O kandan bende çok var: regl kanı, hamilelik kanı, düşük kanı, hamile kalamama kanı, menopoz öncesi kanı.” Regl olduğu ilk güne, o ana, mekâna ve daha da önemlisi o güçlü utanç duygusuna dönüyor yazar ve kendininkiyle beraber farklı tecrübeleri, efsaneleri, kadın oluşla kurulan bağları, okulda verilen kanama ve cinsellik eğitimlerini ve regl kanının “kir” olduğunun, bilinmemesi, gösterilmemesi, saklanması, sessiz kalınması gereken bir şey olduğunun nasıl öğretildiğini ve bunların yetişkinken dahi kazınıp atılmasının, hatta bazı feminist sohbetlerde bile bunları konuşmanın zorluğunu anlatıyor. Kanamanın, kanın yaşla beraber değişen anlamlarına da bakıyor Pine. Kadınların hem bedensel hem de duygusal olarak baskı altına alınması, iradelerinin yok sayılması ve makbul kaplara dökülüp şekillendirilmesini kan ve kanamak vasıtasıyla gösteriyor. Patriyarkanın hemen her alanda olduğu gibi kanamamızla, kanımızla bağımızı da nasıl belirlediğini, buraya nasıl sızdığını hatırlatıyor. Bu kanla ne yaptığımızı, nasıl yaşadığımızı. Yanılıyormuşum diyor, “masamın başına oturup kanı sayfaya akıtmam, beyazı şoke edici kırmızıyla doldurmam gerekiyormuş aslında.” Neredeyse tabu addedilen regli yaşandığı haliyle dile taşıyor. Kan ve kanamak bir sembol ya da temsil olmuyor. “Kan yalnızca benim mürekkebim değil, yazılarımın da konusu olacak.” Kanıyla barışan Pine şöyle tamamlar bu bahsi: “Zahmetli, dağınıklık yaratan, gerekli, canlı, ıslak ve ilham verici. Bir de kırmızı. Ve parlak. Ve de benim.” Anne Sexton’ın şiiri için bardağı taşıran son damla diyenlerin oyunları işte böyle bozulmaya devam ediyor.

 

Zira tüm bu bastırma, inkâr, görmezden gelme Russ’un defalarca altını çizdiği gibi eril, “kasıtlı bir kumpas”. Harcında sadece cinsiyetçilik olmadığını, ırkçılık ya da sınıfa dayalı dışlama, yok saymalar olduğunu da belirtiyor yazar. Bu kumpasın özneleri, tüm “azınlık edebiyatını” kapsayan bir yok saymanın, yutmanın failleri. Hayali, fantastik, bilim kurgu, düzen dışı, eşcinsel, siyah tüm edebiyatı kusurlu, eksik, yetersiz addedip “mahkûm” edebiliyor bu kumpas. O, bu kitapta daha çok kadın sanatçılara ve özellikle yazarlara odaklanıyor, kesişim noktalarına daha az yer veriyor. Rebecca Solnit ise Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’da bu yok sayılma hallerine kesiştiği noktalarla beraber bakıyor. Bu otobiyografik anlatı -anı, günlük, deneme ya da hepsini bir arada barındıran melez bir anlatı- tüm bu ayrımcılık biçimlerinin birbirleriyle bağlarını görünür kılarken kesişimsel feminizmin ne denli bir ihtiyaç olduğunun da altını çiziyor. Solnit, ırkçılıktan cinsiyetçiliğe, kapitalizmden homofobiye, sömürgecilikten köleliğe ve eko-kıyıma kadar iktidarın nasıl işlediğini diğerlerinin tecrübelerinden hareketle anlatıyor. O da mücadele etmenin yollarından birinin “ağaçtan değil hikâyelerden müteşekkil bir orman ve içinden geçen bazı patikaların haritasını çıkaran yazılar”dan geçtiğini düşünüyor: “Noktaları birleştirdim ve dünya çapında bir salgın gördüm, gördüğüm kalıplar hakkında konuştum, yazdım ve bütün bunların herkesçe konuşulur hale gelmesi için otuz yıl bekledim.”

 

Nurdan Gürbilek de, Leylâ Erbil’in “kendi olma” çabasını yazarlığının temel problemi olarak tanımladığını; “kendi olmak”tan, “kendini seçmek”ten, “kendine sadık olmak”tan söz ettiğini vurgulamış ve buradaki “kendi”liğin “önceki yazarlar kuşağının gelenekle, yerellikle, milliyetle ilişkilendirdiği “kendi”likten çok farklı olduğunu eklemişti. “Kişinin çevresinde hazır bulduğu koşulları olumsuzlayarak ulaşacağı bir farkındalık” olarak tarif ediyordu Gürbilek bunu. Bunun özgürleşme önerisi taşıdığını da ekliyordu. Olumsuzlama, reddetme, yaranmama, vazgeçiş, aşma sonunda erişilecek olan, kendilik bilinci? İşte yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?

 

 

Hayv Kahraman, Üçgen (The Triangle), 2012. Keten üzerine yağlı boya.

 

I. Nermin

 

Tuhaf Bir Kadın romanı anlatıcılarının değiştiği dört bölümden oluşuyor: Baba, Kız, Ana, Kadın. Ana karakter Nermin çerçevesinde toplumsal cinsiyet rollerinin, temelde de bekâret, namus, cinsellik sorgulamalarının yapıldığı romanın bir yönü de Nermin’in şiir yazması, şair olmak istemesi. Nermin üniversite öğrencisi. Şair, öykücü ve eleştirmenlerle tanıştığı, dönemin aydın ve entelektüellerinin uğrak yerlerinden Lambo’yu öğrenme, yol alma ve açma mekânı olarak görüyor. Örtük olarak onun için onaylanma anlamı da taşıyan bu mekâna daha sık gitmeye başlasa da bir süre sonra şöyle diyor:

“İşte bu Lambo öyle bir yerdir ki

Bir aktörle hapisten yeni çıkmış,

bir ozanla hapisten yeni çıkmış,

bir mimarla hapisten yeni çıkmış,

bir yeni hikâyeci ve bir yeni gazeteciyle hapse hiç girmemişlerler.” (s. 20)

 

Kültür, sanat, akademi çevrelerinden bu insanların hepsi erkek. Yaşı, eğitimi, uğraşları ne olursa olsun mekâna gelen kadın, önce ve neredeyse sadece kadın onlar için. Lambo, yolu hapisten geçmiş ya da geçeyazmış “abiler cumhuriyeti” adeta. Nermin tüm “yeniyetmeliği” ile şiirlerini şair “O”ya göstermek istiyor. Tedirgin ve kaygılı. İlk şiirini okuduğunda “Sen bir yerde işçi misin?” diyen o, “Düşmüş Kızlar Sonesi”ni okuyunca “Savaşa mı gitmek istiyorsun?” diye soruyor. Nermin şaşırıyor, hayal kırıklığı yaşıyor. Ne anlattığını, nedenlerini açıklamaya çalışıyor. Bu durumu tuhaf buluyor. Son şiiri “Kan”’ı okuyor. Bu sefer “Ne kanı bu anlamadım?” derken şair, Nermin’in içinden “İlk genç kız olduğum gün, kapıldığım panik duygusuyla kaleme almıştım,” diye geçiyor. Erkek şair ise öğüt vermeyi ihmal etmiyor: “Ellerine sağlık, pek güzel yazmışsın ama, şaire olabilmek için daha çok küçüksün. Bunları birkaç ay beklet; yeniden oku bakalım. Ben sana kitap getireceğim yarın, Lambo’ya, onları da oku…”

 

Nermin ilişkilerin nasıl yürüdüğünün, kendisinden istenilenin farkında. Ozan M.S, Fransız ozanlarından dizeler söylediğinde Nermin’in ona hayran bakması, şiirlerini övmesi bekleniyor mesela. Nermin ise içinden aciz ve zavallı olduklarını düşünüyor:

“Son numarası toplumcu gerçekçiliktir ozanın. Ağzından düşmüyor bu söz, ‘sosyal realizm’, realist olmadan sosyal olunabilirmiş sanki. Hiç de iyi bir şiirine rastlamadım daha. Ortalama memur şiirleri işte. Varlık’a yazıyormuş. Diline bir söz dolamış, ‘Kılıca lokma yapma bunları, kılıca lokma!’ Lokma yapacakları da kendisi gibi ozanlar.” (s. 56)

 

Yine de tıpkı “şaire”ye itiraz etmediği gibi bu sefer de susmayı tercih ediyor. Solnit, sessizliğin tarihinin kadınların tarihinde merkezi bir yeri bulunduğunu vurgulamıştı. “Sessizlik insanların çaresizce acı çekmesine, riyanın ve yalanların büyüyüp serpilmesine göz yumar, suçları cezasız bırakır.” (Tüm Sorunların Anası) Nermin’in iç sesi, sessizlik kafesine hapsoluyor. Bu, ona dayatılan bir sessizlik. Oysa sesle, sözle varolmak, kendini bunlarla inşa etmek isterken bunlar elinden alınıyor. Sadece şiir yazmaktan değil konuşmaktan da mahrum bırakılıyor. Çok iyi biliyoruz ki bu, durum edebiyat dünyasıyla sınırlı da değil.

 

Devrimcilerle sohbetlerde Sermaye‘ye başladığını, sökmekte zorlandığını söyler söylemez, öncesinde okuması gerekenler salık veriliyor Nermin’e. Onlar, hep nasılsa her şeyi hep bilirler. Nâzım, Ziya Osman, Orhan Veli… hangisi konuşulursa onun hakkında bir fikirleri vardır. Ne zaman ki “dağarcıklarındakiler tükeniyor” ancak o zaman susuyorlar. Ama bu her zaman mümkün olmayabiliyor. Lambo’daki, okul kantinindeki, çay partilerindeki sohbetlerin hepsinde erkeklerin üstten, tepeden, buyurgan, bilgiç, parmak sallayan tonları hiç değişmiyor. Sadece onlar da değil, mesela Nermin’in annesi de evde Suç ve Ceza‘yı buluyor ve sobaya atıyor.

 

Leylâ Erbil kadınlar üzerinde kurulan tahakkümün orta sınıf, aydın, entelektüel, edebiyatçı, devrimci, solcu, sosyalist, komünist, geleneksel, muhafazakâr, alt sınıf ya da üst sınıf, burjuva fark etmeksizin kök saldığı yerden nasıl filizlenip inançla, dinle, Osmanlılık ya da Türklükle beslenip kadınların hayallerini, hakikatlerini, hikâyelerini paramparça ettiğini Nermin vasıtasıyla gösteriyor. Kendi sözünü kendi dilinden, yaşadığından, zihninden, gördüğünden, hissettiğinden kurmak isteyen kişi, kabul ve red arasına sıkıştırılıyor. Sözle var olma tercihi kuşatılıyor. Hikâyesini anlatması, hikâye anlatması engelleniyor.

 

Nermin çocukluğu, gençliği, yaşlılığı, ailesi, ilişkileri, aşkları, eşleri, hayalleri, arzuları, hevesleri, umutları, bedeni, aklı, sevişmeleri, sevişememeleri, kanamaları, hastalıkları, zorunlulukları, görevleri, bekâret-namus baskısı, din-aile-toplum-kültür kuşatmasını anlatmak istiyor. Kendi hayatından, hayalinden, zihninden, teninden, kanından bir dille söylüyor. Zayıf, hassas, kırılgan, kadınca bulunuyor. Ondan kadınca olması ve olmaması aynı anda bekleniyor. Piyasanın kodlarını kullanması da. Hatırı sayılır bir yazar/baba/abi tarafından onaylanması, yayıncıya önerilmesi, “esaslı” eleştirmenlerden hakkında övgü dolu yazılar yazılması, okurlara “lanse edilmesi”, medyada kendine yer bulması gerekiyor.

 

Tüm bunların yanı sıra çeşit çeşit flörtöz tavra rıza göstermesi de bekleniyor. Ancak kendisine böyle bir hak elbette tanınmıyor. Velev ki denemeye cüret ve cesaret etti o zaman da birilerine asılan, yüz vermeyen, yoldan çıkaran, garsoniyerlerde” buluşan… bir kadın oluveriyor. Bunlara katlanmayı da bilmemesi ayıplanıyor. Erkekler “alaylı, takılmalı bir havaya girip”, “sözleri, konuyu boğuntuya getirip işi ya sululuğa ya da kavgaya dökse” de onun susması, razı gelmesi isteniyor. O, hakkında söylenenleri kabul etmiyor. Bunları bir gün Lambo’dayken ortaya döküyor. Ama failler elbette utanmıyor, kendilerini suçlu hissetmiyor, yanlış yaptıklarını düşünmüyor. Kapıdan çıkıp gidiyorlar. Nermin onları birbirleriyle ve kendileriyle yüzleştirmek istese de olup bitenleri sebepleri ve kökenleriyle anlamak, adlandırmakta eksik kalıyor. Bunlardan birini şu diyalogda görebiliyoruz:

 

– Ayıp değil mi Mösyö Lambo, benim buraya erkek aramaya geldiğimi mi sanıyorlar?

– Eh, erkek bunlar, erkekler böyledir.

– Yani bana annemin dizinin dibinden ayrılma mı demek istiyor bu yobazlar, beni bir arkadaş olarak göremezler mi, ya da bir kız kardeş gibi!

– Olmaz bre kızım nasıl olur, erkek bunlar, sen onların kız kardeşi değilsin ki? (s. 63)

 

Zira yazar/şair bu kişilerin cinsiyetçiliklerinin sebebi “yobaz”lık, “az gelişmişlik”, “taşralılık” değil. Nihayetinde, Mösyö Lambo’nun da dediği gibi hepsi erkek. Sokakta taciz edildiğinde bu tacizciyle “o bizim Türkiye’nin beyni demek olan R.R. gibilerin arasında kadına bakma açısından ne fark vardı? Hiç. Bence hiç,” dediğinde sorunu gerçekten görebilmeye ve onun kaynaklarını tanımaya yaklaştığı zamanlar da oluyor.

 

Lambo’ya son gidişlerinden birinde kendisini sözle taciz edenlere “ben bir şey değilim ama siz de değilmişsiniz, oysa ben sizi bir adam sanıyordum!” diye çıkışıyor Nermin. Onu mekândan kovuyorlar. “Bu kapıları bana Atatürk açtı softa herif anladın mı, Atatürk açtı bu kapıları bana, sen kim oluyorsun da yeniden o karanlık deliklere tıkmaya kalkıyorsun Türk kadınını ha?” diyor ve sözlerini “adalet, özgürlük, eşitlik sözleri altında softalık ediyorsunuz,” diyerek bitiriyor. Tavrın ve bakışın sahtekârlığında elbette haklı Nermin ama bu “softalığın” eril kökenlerini yine bir eril kurtarıcıyla yok etmeye çalıştığı da apaçık. Zira, tam bu esnada içeri giren Haydar yardımına koşuyor, Nermin’in ve erkeklerden birinin üzerine eğilerek “senin derdin ne ahbap?” diye “kükrüyor”. Nermin, işin büyümesini istemiyor, mekândan çıkarlarken Haydar’a Atatürk, “bizi rahat bırakacaksınız diye size de genelevler açtı, ama cebinize oraya gidecek parayı koymayı unuttu,” diyor. Nermin’in yaşadığı dışlanma ve eşitsizlik Nermin’in dilinde yeniden başka biçimlerde üretiliyor, hatta kendisine benzemeyen kadınlara yöneliyor. Eril bakışın içselleştirilmesi işte böyle çalışıyor.

 

Arkadaşı Meral’le konuşurlarken Nermin’in sözleri:

“Onlar, aralarında görmek istemiyorlar Türk kadınını, bakma öyle her birinin Atatürk devrimcisiyim diye aslan kesildiğine, kendileriyle eşit olmamızı, bizim de salt sanat konuşmak için, sanatçı dostlar edinmek için oralara girip çıkmamızı yediremiyorlar erkekliklerine, zora gelince çıkarıp bilmem nerelerini göstermeleri bundan.” (s. 86)

 

Evet, bir kesimin tutarsızlığını, kadın yazarı/şairi öğüten makineyi görünür kılıyor Nermin. Yazdıklarının “berbat şeyler” olduğunu düşünerek şiir yazmayı bırakıyor. Ancak şu da yok mu? Hem devamında “Osmanlı bunlar daha, Osmanlı! Osmanlıdan da beter…” derken hem daha önceki çıkışında kapıları açanın Atatürk olduğunu, bu erkeklerin softa olduğunu söylerken hem genelevde çalışan kadınlar ile kendisi arasına sınır koyarken hem de Türklük vurgusu ile bakışının önüne perdeler çekiyor. Bana kalırsa eril bakışın içselleştirilip başka eşitsizliklerle birlikte nasıl işlediğine, heteropatriyarkal sistemin sahici bir oluşun, öznelliğin, özgürleşmenin önünde nasıl bir engel teşkil ettiğine iyi bir örnek Nermin.

 

 

II. Neslihan

 

Kendi olarak kalmak, yazmak, yaratmak Karanlığın Günü’nün ana karakteri Neslihan’ın da temel meselesi. Ancak onun da önünde aşması gereken ev, aile, gündelik yaşam, toplumsal cinsiyet rolleri, edebiyat dünyasının eril ve piyasa gerçekleri vardır. Şöyle söyler Neslihan:

“Ben romanımı yazmak istiyordum, kocam dinlenmek istiyor, kızım sevgilisiyle birlikte Kurtlar’la çarpışmak, annem intikamını almak birilerinden. (…) Annem, gene mi yazı! diyor. Falcı mısın sen! diyor. Hadi gel yıka beni, bırak saçmalarla uğraşmayı, sen kim oluyorsun da insanlara akıl veriyorsun! (…)” (s. 48-49)

 

Bakılmak, ilgilenilmek, sevilmek, okşanmak, emzirilmek isteyenlerin sonsuz arzuları ile alışveriş, yemek, temizlik, ütü gibi yapılması gereken işlerin temsili olarak ev, yazmak için ona, kendine ait bir alan yaratmasına imkân tanımıyor. Baktığı, düşler kurduğu; zihninin ve hayallerinin hem kışkırtıcısı hem de yansıtıcısı olan ayna/cam, apartman boşluğu, güvercinler de evde; ancak bunlar, bir mekân ve tüm temsil ettikleriyle beraber ev’i aşıp yazmaya alan açması için yeterli değil. O hep “sonra yazarım!” diyor, yazmayı belirsiz bir sonraya erteliyor. O sonranın geldiğini düşündüğü anda bir ses mutlaka bölüyor:

“Ne çabuk içtin kahveni, gene oturdun o yazının başına (…) hayat ve dünya yazılmaz; ne sanıyorsun sen öyle kolay mı? Boşuna uğraşıyorsun boşuna! Hem başkasına ne senin yazdığın hayattan kuzum! Herkesin hayatı bir mi! (…) Kimsin sen, sen kimsin de yazmaya kalkıyorsun ha? Sana diyorum?” (s. 121)

 

Annesi güvercinlere daldığında, çocuklar okullarına kocası da işe gittiğindeki o ara zamana bildiğince yaşamak ile yazmayı sığdırması gerekiyor Neslihan’ın. Romanlar, filmler, arkadaşlarla buluşmalar, flörtler, “gizli” sevişmeler, toplantılar, yürüyüşler, “kanuna aykırı” eylemler. Hepsi yarım, eksik, hepsi varla yok arası. Tıpkı yazmak gibi. Beri yandan da akşamleyin, romanının neden hâlâ bitmediği sorgulanıyor. Eleştiriliyor, suçlanıyor. Kendiliğini yazmak üzerinden, yazmakla inşa etmeye çalışan Neslihan’ın yazarlığı önünde aile kurumu ve toplumsal cinsiyet rolleri aşılmaz bir duvar olarak dikiliyor.

 

Yaralı ve parçalanmış özneliği yazarak onarmak, tamamlamak isteyen Neslihan’ın entelektüel çevresinin, edebiyat dünyasının beklenti ve dayatmaları da ona engel. Ondan bildiğince ve düşlediğince yaşaması, yazması, yaratması değil uyumlanması bekleniyor. Sınıf mücadelesine, devrim hayaline katkı sunması; tarih felsefe sanat bilmesi de. Ama tartışma ve sohbet meclislerinde yerini, sözünü, miktarını bilmesi de. Bu çevreler yazan kadınların içinden seçilip yazar etiketiyle sunulması için nasıl yazması gerektiğini de belirliyor.

 

Neslihan’ın kitapları satmıyor, yazdıkları anlaşılmıyor. Ama o kendisinden beklendiği gibi yazmayı kabul etmiyor. İç konuşmaları gittikçe artıyor. Zihni iyiden iyiye dağılıyor, bulanıyor. Öfke, hınç, isyan ile zorunlu bir sessizlik mi tercih ettiği bir sükût mu olduğu belirsiz, bir boşlukta asılı kalıyor. Hem kendisiyle hem bu kirli, zorlu, çürümüş dış dünyayla ne yapacağını bilemiyor. Neslihan’ın yaşamı da yazıyla ilişkisi de romanın yakın/uzak geçmiş ve bugün, düş-gerçek, uyku-uyanıklık, yaşlılık-hastalık-bunama, yalan-hakikat gibi ikilikler arasındaki git-gellerde dağınık, parçalı bir zihnin içinde, kırılmalı, atlamalı zamanlarla genişleyerek kurulan yapısına benziyor.

 

“Haftalar, bazen aylar geçiyor”, romanına “bir satır” eklemediğini gördükçe “ürperiyor”. Oğluna, kızına, kocasına “için için kinleniyor”, “hele anne”sine!” Taht-ı bihişte “kendi elleriyle çıkmak isterken”, “olgun nefse falan ayıracak vakti” olmadığını biliyor: “Orda annem, kocam, yavrularım sakat gibi el bağlamış, beklerlerdi beni”. Romanını bitiremiyor. Yaşlı annesi ölüyor. Edebiyat, sanat, siyaset çevresinden tüm eşi dostu tanıdığı yokluk ve yoksullukla tanışmaya başlıyor. Romanın sonunda annesinden miras ne varsa devralmış, başta da hastalığını, koltukta oturuyor, karşısındaki pencereye bakıyor. Sanrılar peşini bırakmıyor:

“ayna

dimdik

simsiyah

mermer

yarısı kendimin

parlıyor orda

simsiyah

kazımalı…” (s. 338)

 

Romanın diğer iki kadın karakteri İkbal ve Asiye ise kendilerine çizilen sınırları kabul etmiş. Oyunu kurallarına göre oynamış tam da istendiği gibi yazar olmuşlar. Neslihan’a göre yazar olmak için “cinselliklerini de kullanan” bu iki kadından İkbal’e “edebiyat kim, sen kim be!” diye bağırması gerektiğini düşünüyor, ama biliyor ki o, “halk beni tutuyor, sana ne!” diyecek. Nermin gibi o da içinden konuşuyor, “halk her şeyi tutar be sersem!” Yayınevinden yılda bir milyona yakın para aldığını söyleyen Necdet, “toplumun kendilerini tuttuğunu” söylüyor ve ekliyor: “Bizden okumayı öğrenecekler sonra seni okuyacaklar, anlıyor musun, önce ortaokul bitecek, sonra liseye, üniversiteye sıra gelecek!” Asiye ise zengin kocasının ve babasının bıraktığı miras ve yazdığı romanların etkisiyle “saygıdeğer bir yere” gelmiş ve bunun tadını çıkarıyordur. Kimle, nasıl bir ilişki kuracağını, kime nasıl davranacağını iyi biliyor ve bunlar, edebiyat dünyasında var olmasının önünü açıyordur. “Önündeki listede adı ve adresleri yazılı üç yazar seçer.” Şair, öykücü ve eleştirmen bu üç kişiye de onlardan istediği, beklediği her neyse onu almasını sağlayacak cümleler yazar. “Beni ben yapanın bu ülkenin eleştirmenleri olduğunu biliyorum ama bunlar arasında sizin kaleminizin eksikliği benim ne kadar gerçek yerimde olup olmadığım sorusunu aklıma getiriyor? Derin saygılarımla!”. Karşılığını alıyordur. Eleştirmen Mümin, “sadece Türk romanına değil, Batı romanına da katkıda bulunan dev bir yazar” diyecekken aklına başka bir romancı “herif”in kendisine selam vermediği geliyor ve “sadece Batı romanına da değil, Marksizm’e de Türkiye’den ilk kez katkıda bulunulmuştur” diye ekliyor. Ödüller alan, çevresinde hayran kitlesiyle dolaşan, reklam panolarından isimleri inmeyen, hemen her kesimce okunan Asiye ve İkbal bir yanda, Neslihan diğer yandadır.

 

Neslihan otoritelere yaranmıyor, kendisine kurulan “kumpas”ı görüyor, bunun parçası olmayı reddediyor. Verili düzeni yok sayarak kendi olarak yazmayı tercih ediyor. Bunlar aidiyetsiz bir oluşu, yersiz yurtsuzluğu doğursa da patriyarkanın kurduğu ve kimi kadınların da ortak olduğu, kendinden uzaklaşmasına sebep bir yazarlığı o yine de kabul etmiyor. Leylâ Erbil bir yandan kurumsal cinsiyetçiliğin Neslihan gibi kadınları teslim alamazken Asiye, İkbal gibi kadınları nasıl, hangi araç ve yöntemlerle teslim alıp, kendinin kıldığını ve “rekâbeti” eleştirel bir tavırla dile getirirken, edebiyat dünyasındaki oyunları, kirli ilişkileri de faş eder. Ancak dili, yazıyı, edebiyatı kendine ev/yuva/yer yurt belki de sığınak kılmak isteyen; yazarak ve yaratarak parçalarını toparlamak, iyileşmek, onarmak isteyen Neslihan tüm çabalarına rağmen bu arzusundan uzak düşer. Ne eserini tamamlayabilir ne kendisini. Hem evde hem de dışarıda her ne olursa olsun -bombalar patlar, ölüm haberleri gelir- gündelik akışları aksamayan, sorgusuz sualsiz yaşamlarına devam eden, birbirleriyle açık ya da örtük rekabet halinde olan sol entelektüel çevresinde iyiden iyiye yalnız kalır. Yazıya da yaşama da ait değildir. Zira tek başına yazmak, görülmeyip duyulmadığında iyileşmekten ziyade yaranın derinleşmesine yol açar. Camla, boşlukla, içle konuşma ve dışarıya kendini kapatma. Neslihan’ın sesi, hikâyesi, kendisine hapsolur.

 

 

III. Zenîme

 

Novella olan Cüce “Yazarın Notu” isimli girişle açılıyor. Buradan Zenîme Hanım’ın İngilizce basılan ilk romanı Hiçlik’ten ve o unutulduktan altmış yıl sonra henüz yayımlanmamış ikinci romanı yazdığını, ama sayfaları ne yapacağını bilemeyip derleyip toplamadan, düzenlemeden, dağınık halde komşusu Leylâ Erbil’e intihar etmeden hemen önce verdiğini, okuyacağımız metnin de Erbil’in düzenlediği bu metin olduğunu öğreniyoruz. Erbil, “elbette elimden geleni yaparım,” diyerek söz vermişse de önceleri okumaya vakit bulamıyor. Karışık halinde okuduklarından bile “ne denli üstün bir yazın adamı olduğunuz anlaşılıyor nasıl yakarım onları?” dediğinde Zenîme Hanım teşekkür ediyor: “Leylâ, yazın adamı değil, kadınıyım ben! Anlayacaksın tümünü okuduğunda!”

 

Nurdan Gürbilek, Zenîme Hanım’ı “aynı deneyimin aynı anda karşıt duygular uyandırması”, “çiftdeğerlilik” açısından değerlendirdiği “Çiftkalpli Yapıt” başlıklı yazısında Cüce‘nin “artık tam anlamıyla yarılmış bir iç dünyanın, birbiriyle akortsuz atan iki karşıt yüreğin” öyküsü olduğunu söylüyor. Okuru da ona kulak vermeye çağırıyor. Zenîme bir yandan “kendi için kendi olmak”, “kendini var etmek” istiyor. Tarih, din, edebiyat, her üç alandaki “zebani”lik, “haydut”luk, “akıl ötesine kilitlenmiş”lik, “onursuzluk”, “yükselme hırsı”, “kirlenmiş”lik, “kemirme”, “kara koyun sürüsü”, “bulantı”, “daraltılmış”lık arasında sıkışıyor. Kendi köşesine, suskunluğa, görünmezliğe çekiliyor. O, “(…) kendine bir UNUTTURUŞ OYUNU kuruyor” ya da ya da “bir ‘hiç yazar’ olmak” istiyor. Diğer yandan bunları bir kenara bırakıyor, bir gazeteye röportaj vermeye karar veriyor. Gelecek gazeteciyi beklerken onu çağırdığına pişman oluyor.

 

Yurtdışından dönüp gelen, kendi yurdunda da köksüz, aidiyetsiz, yabancı Zenîme Hanım yeryüzünde nereye ilişeceğini, yerleşeceğini bilip bulamıyor. O hem varoluşsal sancılar, içsel sıkıntılar çekiyor hem de toplumun içinde bir bunaltı, bulantı yaşıyor; toplumdan “tiksiniyor”. Abisinin işkencede öldürülmesine, Sivas Katliamı’na tanıklık ediyor. Öte yandan da kapitalist ve patriyarkal düzende medyatik ilişkiler, görülme, gösterme çağında var olmak ile olmamak arasında sıkışıp kalıyor.

 

Gürbilek Leylâ Erbil’in Cüce‘de medyanın kendisinden çok, medyanın azdırdığı kendilikle uğraştığını ifade etmişti. Şu iç monolog mesela:

“(…) şu anda yazarlık mesleğinin ‘tanıtım-reklam-pazarlama-paketleme-satma’ zorunluluğunu, anlayamadığın bir nedenle, bir yazara karşı en büyük ayıp, giderek aşağılama olarak algıladığının üzerinde durmak istiyorsun. Saçma olmasına saçma bir düşünce, kimse de onaylamayacak biliyorsun seni; nedenini bir türlü çözemediğin bir aşağılanma korkusuyla kaçmaktasın aslında ünden, hayranlıktan, sevgiden bile… istesek de istemesek de geçtik artık küreselleşmeye, zamanın ne içinde ne dışında kalan sense,,, çünkü kimse içinden çıktığı çirkefte leke almadan gezinemez bu gezegende, artık bil bunu; bir yazarın tutmasa da bir dediği ötekini, sabuklayıp abuklasa da görünmelidir hayal perdesinde elinden pastavla ve çemkirmelidir cesim laflarla ki getirmeli ses ve öfke kabul ve red, kırmızı ve siyah dediler görün, göz göze gel, göze iliş, göze gir, bakıl, söyle, ki tenceren kaynariken maymunun oynariken gir parlamentoya çık aredimentoya bul adamını yanaş eyi dolaş hoşamediylehöşmeri…” (s. 25-27)

 

Bu iç monolog Zenîme’nin, söz konusu kapitalist ilişkiler ağını reddetmiş olmasına, olumsuzlamasına, hatta verili dille değil bunu kendi tercih ettiği dil ve biçimle ifade etmesine rağmen yaşadığı parçalanmayı gösteriyor. Kendisini toplumdan, kapitalist ilişkiler ağınca örülmüş edebiyat piyasasından soyutlayan Zenîme Hanım, röportajdan ne bekliyordur? “Hiç yazar” olmak, medyada görünmemek isterken şimdi neden bu röportajı kabul ediyordur? “Tanıtım-reklam-pazarlama-paketleme-satma” dayatması karşısında durarak yazar olmanın imkân ve imkânsızlıkları nelerdir? Erbil, edebiyatın piyasalaşması, medyayla bağınının sebep olduğu hasarı Zenîme Hanım üzerinden sorguluyor.

 

Çekim, röportaj bitiyor. İniyor ağaçtan. Gazeteciyle sevişiyor. Kahve içelim dediğinde gazeteci evde bekleyen eşine döneceğini söylüyor. Zenîme, “sarma ipek işlemeli, siyah muslinden askılı Chanel giysi”sini geçiriyor “kırışmış teni”ne. Roman şu cümleyle bitiyor: “Neden sonra… ismimle çağrıldığımı işittim ama kalkıp bakmadım.” Poz ve sahne ile “hiç yazar” olma arzusunun karşıtlığı hiç ile hep, tecrit ile görülme, yalnızlık ile kalabalıklar arasında sıkışmışlığına, sıkışmışlıklara işaret ediyor Erbil. Bununla beraber, kuruyayazmış elma ağacına kırışmış teniyle tırmanan Zenîme Hanım’ın tazelenmesi, yenilenmesine de. Burada da bir ikilik, “çiftdeğerlilik” görülüyor. İsmiyle çağrılması ama kalkmaması da bu bağlamda düşünülebilir. Hem görülmek, duyulmak istemek hem de buna kayıtsız kalmak.

 

Zenîme Hanım, ağaca tırmandıkça hem kendi başkalığını, yalnızlığını görüyor hem de ilişkilerin çürümüşlüğünü, yalanları. Kendisi dışındakilerin problemlerini görüyor, kendisine seslenildiğinde duyuyor ama yerinden kalkmıyor, bir yandan da henüz yazmadığı dağınık haldeki romanını komşusu Erbil’e emanet ediyor. Gördükleri karşısında kendi olarak yazmayı, sayfalar halindeki dağınık romanını bütünleyip tamamlamayı neden tercih etmiyor? Bu mümkünü neden kendisi zorlamıyor da komşusuna/Leylâ Erbil’e emanet ediyor?

 

IV

 

Hayv Kahraman, Bedensel Dönüşümler (Corporeal Mappings), 2011. Hareketli paneller üzerine yağlıboya.

 

Nurdan Gürbilek Ev Ödevi kitabında Kendine Ait Olmayan başlıklı yazısına başlarken çoğu romanın üzerimizdeki etkisi diyor, “anlattığı hayatın tükenmişliğinden; yanlış yaşanmış, ancak yanlış yaşanabilecek bir hayat olmasından kaynaklanır. Çelişki de buradadır: Karşımızda olmamış bir hayat ama olmuş bir roman vardır.” Bu değerlendirme Erbil’in bu üç romanı ve ana karakteri yazar/şair olmak isteyen kadınları için de geçerli. Hatta daha ileri giderek karşımızda olmuş romanlar ve bir yazar/kadın yazar; ama olamamış kurmaca kadın yazarlar ve yaşamları var diyebiliriz.

 

“Sakatlanmış bir hayat ama sağlam bir kurgu, kötü yaşanmış bir hayat ama iyi yazılmış bir roman.” olarak Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ını ve Hikmet’i, Tutunamayanlar’ını ve Selim’i, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını ve C.’yi, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ını ve Aysel’i, Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ını ve Nermin’i hatırlatıyor Gürbilek: “Buradan bakıldığında, edebiyatın da içinde bir haksızlık taşıdığı söylenebilir.” Bu bağlamda sadece Nermin değil Neslihan ve Zenîme Hanım da bu “haksızlığa” uğramıyor mu? Yine tuhaftır ki “haksızlık” addettiğimiz bir yandan da yaşamdaki gerçeklerin yarattığı tahribat ve parçalanmanın ta kendisi değil mi?

 

Peki burada tersine çevirmek, değiştirmek, dönüştürmek, kendimize ve birbirimize alan açmak, yeni alanlar icat etmek için güç ve cesareti nerelerden toplayacağız?

 

Bir yanımda Joanna Russ. Kurmacaların kadın karakterlerinin kadınlar, yazar kadınlar üzerindeki etkisine, bunun da bir engel teşkil edebileceğine dair söyledikleri. Zira Yazmak Yasak’ta da görüyoruz ki bu, cesaret bulaştıran bir etki olabileceği gibi, vazgeçirmeye de sevk edebiliyor. Ancak diğer yanımda da Gürbilek. Kendine Ait Olmayan’ı bitirirken “yanlış hayat, doğru yaşanmaz”ı hatırlatıp Adorno’ya hak verirken bunu bir adım daha ileri götürmek gerektiğini söyleyip son cümleyi şöyle kuruyor: “Yanlış hayat, doğru anlatılamaz.” Belki de üçüncü bir yan da Rebecca Solnit’ten: “Özgürleşmek bir yanıyla hep bir hikâye anlatma sürecidir: Hikâyeleri bozma, sessizlikleri kırma, yeni hikâyeler yazma. Özgür insan kendi hikâyesini kendi anlatır. Kıymet gören insan, yaşadığı toplumda hikâyesine yer olan insandır.” Belki üçünü birbirine bağlayan dördüncü bir yan: Özgürleşen Okur.

 

 

Ana Görsel: Hayv Kahraman, Seyirci (The Audience), 2018.

 

 

Kaynakça

 

Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Kadın, İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2005.

 

Leylâ Erbil, Karanlığın Günü, İstanbul: İş Kültür Yayınları, 2009.

 

Leylâ Erbil, Cüce, İstanbul: İş Kültür Yayınları, 2003.

 

Leylâ Erbil, Zihin Kuşları, İstanbul: İş Kültür Yayınları, 2003.

 

Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark – Edebiyat ve Endişe, İstanbul: Metis Yayınları, 2004.

 

Nurdan Gürbilek, Ev Ödevi, İstanbul: Metis Yayınları, 1999.

 

Emilie Pine, Kendime Notlar, çev. Begüm Kovulmaz, İstanbul: Domingo Yayınları, 2021.

 

Joanna Russ, Yazmak Yasak-Bastırılan Kadın Yazını, çev. S. Melis Baysal, İstanbul: Minotor Kitap, 2022.

 

Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar, çev. Seda Çıngay Mellor, İstanbul: Minotor Kitap, Kasım 2021.

 

Rebecca Solnit, Tüm Soruların Anası, çev. Elif Ersavcı, İstanbul: Siren Yayınları, 2022.

 

[i] Rebecca Solnit’in burada kısaca değineceğim kitabı hakkında merak edenler için detaylı bir değerlendirme: Yokluğun Hafızası”:https://t24.com.tr/k24/yazi/yoklugun-hafizasi,3628

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YHuzurbozan Bir Yazma Tahayyülü
Huzurbozan Bir Yazma Tahayyülü

Ne yapacağız? Çırılçıplak kalarak yazacağız. Uzlaşmayacağız. Yazıyla personalar inşa etmeye değil huzurbozmaya, rahat kaçırmaya, tedirgin etmeye çalışacağız.

SANAT

YEv Fragmanları*
Ev Fragmanları*

Bir mekân, yer olarak ev ile bir kovuk, sığınak olarak ev arasındaki o incecik ve geçirgen sınırda salınırken ait olmakla olmamak, yabancı olmakla olmamak arasında da gidip gelmiyor muyuz? Bir ev ne zaman evdir, ne zaman kovuk? 

SANAT

YYârenliğin eşikleri: Lenù ile Lila
Yârenliğin eşikleri: Lenù ile Lila

Kadın içine girilen, deforme edilen, döllenen ya da bakışla sömürülen, fethedilecek nesne değildir artık.

SANAT

YSınır Boyu İhlaller ya da Kayıp Çocuklar Arşivi
Sınır Boyu İhlaller ya da Kayıp Çocuklar Arşivi

Bu seyahatten dönülecekse de bu ailenin bir daha bir araya gelmeyeceği kesinleşmiştir.

Bir de bunlar var

Ben Muazzez’im
Winter is Coming, Çok Şükür
Kumaşlarla Gelen Özgürlük: Anna Andreeva

Pin It on Pinterest