Son üç aydır evden neredeyse hiç çıkmadım. Hıdırellez akşamı gül ağacının dibine kadar gidip, sabahına içim ve elim güzel dileklerle dolu şekilde eve geri döndüğüm sayılmazsa… Bu sürekli evde oluş bana eski defterlerimi açtırıyor. Kapattım sandığım bu defter sayfaları tam soğanları kavururken veya camın en uç noktasını tüm dikkatimle silerken aklıma düşüyor. İlk zamanlar kovuşturmaya çok uğraştım hepsini ama kanatlarını açıp pır pır uçup gitmediler. Bir masaya oturduk biz de: dut ağacım, ismini bilmediğim yavru sokak köpeği, kötü kalpli gardiyan ve ben. Üçümüz de gardiyandan çok korkuyoruz, dönüp yüzüne bakamıyoruz. Çünkü gardiyan birimizi öldürdü, birimizi çok dövdü. Diğerini ise çok ağlattı. Biri ölürken ve diğeri dövülürken dışına dışına ağladı birimiz. Sonra ömrü boyunca ne zaman biri öldürülse ve biri dövülse gardiyanın yüzünü görüp içine içine ağladı durmadan.
Masamız, 90’ların sonunda, herkesin balkonlardan birbirine seslenip sohbet edebildiği bir mahallenin ortasına kurulu. Tüm çocuklar mahallede tüm gün, hava kararınca bile, oyunlar oynayabiliyorlar. Gardiyan mahallenin en yüksek apartmanının en üstünde, dördüncü katta yaşıyor. Evine korkutucu bir merdivenden çıkılıyor. Terasında yazları bir dikiş makinesi ve eğlenceli bir hamak oluyor. Birimizi öldürmezden ve birimizi dövmezden önce ben bu terası çok seviyorum. Henüz gardiyanın gerçek olamayacak kadar büyük göbeğinden ve kendisinden korkmuyorum. Yüzü ise Nâzım’ın “Kocaman yanakları / sarkıyor yağlı, sarı” dizelerini hatırlatmıyor henüz bana. Çünkü Nâzım’la tanışmama yıllar ve isimsiz sokak köpeğinin mahalleye gelmesine aylar var.
Gardiyan’a ilk şaşırışım yuvamda oluyor. Bazen heceleri ve ara sıra da harfleri yutarak hızlıca konuşuyor, dilini bilmeseniz heyecanlı hikâyesini ölesiye merak edersiniz. Ne de eğlenceli, macera dolu bir hikâye kim bilir, dersiniz. Bu bilinmez dilde konuşan gardiyanın böyle iştahlı, çarpık gülüşlü konuşmasının bir kaydını izleseniz, “Bunun altyazısı niye yok ki!” diye dertlenirsiniz, bu hayat dolu tiradı bilmek istersiniz. Bir tahminde bulunsanız, belki “çalışkan bir halkın kurtuluşunu betimliyor” dersiniz. Halbuki gardiyan salyalarını akıta akıta, sevmediği bir adamın bahçesindeki ağaçları nasıl kuruttuğunu anlatıyordur. Ağaçların dibine kocaman bir çivi çaktığını; sonra o çiviyi çıkarıp yarattığı boşluğa tuz ruhu doldurduğunu neşeye boğularak ve hepimiz yakın oturmamıza rağmen, sanki uzağındaymışız gibi bağıraraktan anlatıyordur. Ben buna korkuyla karışık şaşırırım. Babama bakarım. Babamın yüzünde adını hâlâ koyamadığım o ifade vardır. Bir rahatsızlık, memnuniyetsizlik hali… Kaşları kalkık, alnındaki çizgiler netleşmiş. Ama en önemlisi gözlerindeki kaygıdır. Gardiyan suyumu böyle ısıtmaya başlar: yavaştan, inceden… Dediğim gibi, henüz isimsiz yavru köpek şirin 90’lar mahallemize uğramadı ve ben dut ağacımın tepesine çıkarkenki aldığım yaralarımı kaybetmedim, ömrümce kapanmayacak yarama kavuşmadım.
Yüzleşme masamız mahallenin ortasında duruyor. Zamandan bağımsız; hem o daracık yolda geçen her günümde hem de hiç birinde. İsimsiz yavru huzursuzlanıyor, gelip kucağıma yatıyor. Mahallemizi ziyaretinin ilk gününde olduğu gibi kucağımda uyutuyorum onu. Gardiyan yağlı yanakları ve gömleğinin altında irice bir balon saklanmış gibi görünen göbeğiyle tam karşımızda oturuyor. Bize nefretle bakıyor. Gardiyan diyorum, adın korkutmaktan değil, korumaktan gelir. Bunu duyan İsimsiz kucağımdan inip gardiyanın evine giden korkunç merdivenlerin dibindeki bisikletin arkasına saklanıyor. Gardiyan elinde bir kemerle köpeğin peşinden koşuyor. Bisiklet Heiran’ın bisikletine çok benziyor ve ben üstüme kırmızı bir hırka atıp önüme İsimsiz’i, arkama dut ağacını alıp o bisikletle kaçmak istiyorum. Bisiklet Heiran’ın değil. İsimsiz, Gardiyan’ın kemeriyle o dayağı yine yiyor, kurtaramıyorum. Ben İsimsiz’den daha çok ağlıyorum veya böylesini düşünmek istiyorum. İsimsiz’e ne olduğunu hiç öğrenemiyorum. Sokağın ortasında bağırıp çağırıyorum. Ne Gardiyan’dan ne kocaman yağlı yanaklarından ne de sizde bir iğne batırıp patlatma isteği uyandıran göbeğinden korkuyorum artık. Sokağın ortasında bacak kadar bir kız çocuğu bağırıp çağırıyor. Ya babam ya başka biri gelip kolumdan tutuyor. İşte böyle bir cesaretle seviyoruz ben ve güzelliğe inanarak büyümüş tüm çocuklar, İsimsiz’i ve onun nezdinde tüm canları. Salyalardan, koca göbeklerden, doyumsuz ellerden ve gözlerden zerre korkumuz olmadan seviyoruz. Bizi dünyayı değiştirmeye inandıracak kadar yoğun, güçlü bir sevgi bu.
Bu kadar ağlayıp bağırmama yanıt olarak Gardiyan: “Mahalleye alışmasın diye yaptım,” diyor. Zaten İsimsiz de mahalleye alışamıyor. Dut ağacını da beni de seviyor ama belki de alışmak sevmekten daha zor geliyor. Bir daha görmüyoruz hiç onu. Sonra ne zaman bir köpeğe bağlansak ve ağlasak, İsimsiz’e ağlayışımız canlanıyor gözümüzde. Tanıştığımız tüm köpekler İsimsiz’in yavrusu, başını okşadığımız her yavru yine onun kardeşi oluyor.
Dut ağacım, suç ağacım… Artık sen, ben ve Gardiyan kaldık masada. Demir parmaklıklarla çevrili gölgeli bir bahçeciğin içindedir senin köklerin. Köklerine komşu güller, çalılıklar ve bir zeytin ağacın vardır. Dünyanın en küçük ve dünyamın en gizemli bahçesidir senin evin. Dutların daha olgunlaşmadan tepene çıkarım. En kalın kolunu mesken bilirim; ne inerim ne kimseyi yanımızda isterim. Böyle bir çocuk bencilliğiyle severim ben seni suç ağacım. Gölgende ip atlarım, anahtarımın olmadığı günler babamı beklerim altında. Annem camdan seslenir, ben senin başının üstünden ses veririm ona. En ballı meyveni bulup bölüşürüz kardeşimle biz. Dut zamanı, tüm çocuklar dut yeriz birlikte yani. İşte böyle bir çocuk kalbiyle severim ben seni dut ağacım.
Senden sonra gördüğüm tüm dut ağaçları, benim için senin bir kolundur. O mahalleden çıkıp köklerin, gizemli yer altında kilometrelerce uzamıştır. Dibinde oturduğum, selamlaştığım tüm dut ağaçları işte senin bu köklerinden çıkmışlardır. Göbeklitepe’nin tekrar doğan güne kavuşmasından bile önce orada olan ve kim bilir kaç senedir dilek ağacı olan o dut bile, sana bağlıdır benim gözümde. Elime aldığım tüm oyma dut sazlar, senin kollarının yavrularıdır. Dokunduğum tüm ipek kumaşlar, senin yaprakların sayesinde hayat bulmuştur. Ve tattığım tüm pekmezler, senin meyvelerinin harlı ateşle buluşması sonunda şifacımız olurlar.
Gardiyan güzel ağacımı da gözüne kestirdi. Salyaları akıyor, yağlı göbeği daha da şişiyor. Can almaya niyetli bir katildir o, ellerini ovuşturup kıpırdanıyor olduğu yerde. Bir cebinde çivisi, diğerinde tuz ruhu duruyor. Senin ruhun yok mu Gardiyan? Cebinde tuz ruhu taşıyanın ruhu yok demek artık benim gözümde. Dantellerin ruhu vardır. Perdelerin ruhu vardır. İlmek ilmek örülmüş dantelli perdelerin de ruhu vardır. Dut ağacımın ölüşünü izlediğim pencerenin ve perdesinin de ruhu vardır. Akıttığım gözyaşlarımın ve titreyen çenemin ruhu vardır. Ancak senin ruhun yoktur Gardiyan. Biri belki sen çok küçükken ayak bileğine bir çivi çakmıştır. Açtığı boşluğu da tuz ruhuyla doldurmuştur. İşte senin ruhun o gün ölmüştür Gardiyan. İşte sen o günden beri cebinde bir paket tuz ruhuyla dolaşırsın. Ruhu olan herkes ve her şey, sana benzesin diyedir tüm çaban. Dut ağacımın ruhunu da bu yüzden tekrar tekrar alırsın. Uyku mahmuru bir çocuk, dantelli ve hafif çivit mavisi bir perdenin ardından, senelerdir tekrar tekrar izler bu sahneyi.
Yine rüyama gelin Dut Ağacım ve İsimsiz. Heiran’ın bisikletine binelim, kırmızı hırkamı omzuma atayım. Gardiyan’dan kaçalım suç ağacım. Kaçıralım ruhumuzu. Önüme İsimsiz’i alayım, arkama sen oturursun. Bisikleti ben sürerim. Gardiyan’ın olmadığı yerlere gideriz. Yoksa bile gardiyanların hiç doğmadığı ve onlara ihtiyacın hiç olmadığı bir dünyayı inşa ederiz. Dut ağacımın köklerinden türemiş tüm ağaçlara selam veririz. İsimsiz’in soyundan gelen tüm köpeklerle sohbet ederiz. Kırlardan kırlardan, elimizde sümbülteber, senin şekerli baygın kokun ve İsimsiz’in dünya gözleri… Başka nasıl güzelleşir bu akşamüstleri?
Kapak görseli: Robert Rauschenberg, Page 10, Paragraph 3 (Short Stories) [10. Sayfa, 3. Paragraf (Öyküler)] (Detay). 2001.