Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Bu yazı, Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi ve Meşher’in ortaklığında, Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı sergisi kapsamında düzenlenen “Cins Adımlar: Sanatçı Kadınların İzinde Beyoğlu” hafıza yürüyüşleri için yazıldı. Narmanlı Han’da başlayıp Gezi Parkı’nda sonlanan yürüyüşün Sismanoglio Megaro durağında hikâyesi anlatılan ressam İvi Stangali için bu metni kaleme alırken geçtiğimiz ayın aynı zamanda onun 100. yaş günü olduğunu, 1964 sürgünlerinin ise neredeyse 60. yılına yaklaştığımızı fark ediyorum.
Söze, İvi’nin hikâyesiyle nedenini tam olarak bilmediğim güçlü bir bağ kurmama vesile olan kitapla başlamak istiyorum: Sula Bozis ve Seza Sinanlar Uslu’nun hazırladığı İvi Stangali: Ressamı Hatırlamak (Yapı Kredi Yayınları, 2019). Aşağı yukarı iki buçuk yıl önce, bir gün gözüm kitapçıda bu kitabın kapağına takıldığında, sanatçı kadınlara ve resme olan merakıma rağmen İvi Stangali’nin adını hiç duymamış olmam şaşırtıcı değildi. O incecik kitabı elime alıp arka kapak yazısına göz attığımda ise başlığından sezdiklerim doğrulanmıştı: İvi Rum’du ve onunla “tanışmayı” değil de onu “hatırlamayı” gerektiren şey, toplumun her alanına sirayet etmiş sistematik şiddetin onu Türkiye sanat tarihinden silmiş olmasıydı. Belki o gün bu kitaba ve İvi’nin hikâyesine öyle ani bir şekilde çekilmiş olmam da bir tanışma değil de bir hatırlamaydı: tıpkı bir yığın aile fotoğrafının arasında gizemli bir akrabanın keskin ve ifadeli bakışlarıyla karşılaşmak, geride bıraktığı izlerin peşinden giderek onunla buluşmak gibi.
Kitabın ilk birkaç sayfasında belli ki yazarların da kafasını kurcalamış bir soruyla karşılaşıyorum: İvi’yi nasıl yazmalı, nasıl anlatmalı? Sanatçı kadınların hayatlarını mektupları ve defterleri aracılığıyla anlatırken mahremiyet meselesini dert ediniyoruz – halbuki yaratıcı kadınların, dipnotların ve ansiklopedik bilgilerin ötesinde daha samimi bir dil içerisinden birbirleriyle bağ kurmasının, tüm o parçalanmalara, dağılmalara, toparlanmalara tanıklık etmesinin yol gösterici olduğunu düşünüyorum. İvi’nin eskiz defterlerinin kenarlarına aldığı notları okurken ben de ona ve onun hikâyesine açıldığımı hissediyorum. Onun iç dünyası benimkiyle kesişirken yüzeye çıkan zorlu duyguların, kuşaklar arasında türlü şekillerde aktarılan şiddetin ve adaletsizliğin ağırlığını ve bunun yarattığı o zehirli korkuyu hissediyorum. Ve bu korkuya rağmen İvi’nin çizgilerindeki aydınlığı, hikâyesini öğrendikten sonraki iki yıl boyunca kafamın içinde kurgulamış ve taşımış olduğum muhayyel dostluğumuzu, İvi’ye sormak istediklerimi sizlerle bu mektupta paylaşmak istiyorum.
*
Sevgili İvi,
Ne yalan söyleyeyim, keşke hikâyeni bugün sıklıkla polis kordonuyla çevrili, ulusal aidiyetleri ve sınırları çağrıştıran Yunan Konsolosluğu binasının karşısında değil de Mühürdar’ın o çok sevdiğin, yıllar sonra Atina’dayken çok özleyeceğin deniz kenarında anlatabilseydim. Hikâyeni mektup dışında başka bir türde de anlatamazdım sanırım, zira kelimelerin ve çizgilerinden taşan kaygıların, neşen, merakın ve hayallerinle hemhal olabildiğim zamanlar bir nevi arkadaşım oldun. Komik bir şekilde, hikâyelerimizi kesiştiren bir detayı daha geçenlerde öğrendim: annen Marika’nın vaktiyle terzilik yaptığı Mısır Apartmanı’nın karşısındaki Elhamra Pasajı’nda, yine terzi olan dedem ve büyük amcamın da aynı dönemlerde bir dükkânı varmış meğer. Kim bilir, belki meslektaş olarak karşılaşmışlıkları, muhabbet etmişlikleri bile vardır.
1922 yılında, doğum sancılarıyla son nefesini vermek arasında sıkışmış bir Türkiye’de mi demeli, talihli veya talihsiz bir dönemde mi doğdun, hikâyenin neresinden tutmaya çalışsam emin olamıyorum. Hele sonraki on yıllarda yaşanacak korkunç şeyleri düşündükçe, senin ve ailenin her şeye rağmen ait ve bağlı hissettiğiniz toprakları hemen o yıllarda terk etmek istememeniz insanı bir yandan cesaretlendirirken bir yandan da hüzünlendiriyor. Ama erken yaşlarda kendine birçok dilde, Joyce’dan, Dostoyevski’den, Çehov’dan ve Kafka’dan inşa ettiğin dünyanın, kendini yeni yeni var etmeye çalışan tek dilli bir ülkenin sınırları ve tahayyülüyle ölçülemeyeceği belli oluyor.
Hemen birkaç sokak aşağıdaki Zapyon Lisesi’nde okuduğun yıllarda, ailenin ve öğretmenlerinin gözünde sorumluluk sahibi, çalışkan, okumaya ve yazmaya meraklı genç bir kadın olarak yüksek öğrenim için yerin Sorbonne’da hazırken sen inatla ressam olmaya karar vermiştin. Bu durumu hayretle karşılayan ailen tercihine her ne kadar itiraz ettiyse de ben şaşırmadım. Annenin dikiş makinesinin sesi, kesip biçtiği rengârenk kumaşlar ve şekillerin arasında büyümek, bu yaratım tutkusunu sana da bulaştırmış olmalı. Şekillerinde her şeyden çok bir terzinin ince işçiliğini görüyorum.
Yirmi yaşındayken sanat tutkunda ısrar edip misafir öğrenci olarak Güzel Sanatlar’a kaydını yaptırmayı başarmıştın. Ama o zamanlar dünya yangın yeriydi. Avrupa’yı kasıp kavuran savaşta ülkeler bir bir kendilerini kapatırken sen her karşılaşmaya ve olasılığa açılıyor, Rumca ve Fransızcanın yanında Türkçeni de geliştirmeye çalışıyordun. Yalnızca bunlara değil başka dillere de açılıyordun tabii -resmin diline, kendi sesine. Sindirilmiş, günden güne sayıları erimeye yüz tutmuş küçük bir cemaatten gelmenin verdiği onca korkuya ve sessizleşmeye rağmen görünmeyi, konuşmayı, rengin ve şiirin özgürlüğünü seçiyordun.
Güzel Sanatlar’la birlikte bambaşka bir dünyaya girmekle kalmadın, orada belki hayatındaki en önemli yol gösterenin, sonradan da meslektaşın ve dostun olacak Bedri Rahmi’yle tanıştın. Belki biraz hayranlıkla baktığın, biraz da çekindiğin hocanın uyarıları ve takdirlerini o kendine özgü, şiirsel ifadelerinle eskiz defterlerine hep not almışsın. Belki de hocan tarafından fark edilmek istiyor, desene çevirdiğin şiirlerinin görülmesi için can atıyordun.
Ve değişiyordun. Her gün Tophane’den okula doğru inerken rüzgâr oluyordun, ağaçlara karışıyordun. Manolya ağaçlarının kokusunda buluyordun sesi, rengi, müziği. Kaygılı arayışlarının ve gelgitlerin eşiğinde bir erik ağacı da, sınıf arkadaşlarınla saatlerce oturup resim yaptığınız Karabaş’taki iğde kokusu da, uzaktan kulağına çalınmış bir türkü de olabileceğini biliyordun. Okulun ikinci yılında defterine birkaç kere “Acemilikten korkmamak” diye yazmışsın. O ilk renkle temasında neler hissettiğini, yağlı boya fırçasını eline alıp doğrusuyla yanlışıyla tuvale doğru atıldığını, renklerde kaybolmaktan, yolunu bulamamaktan korkup korkmadığını düşünüyor, dalıp gidiyorum bu hayale. Belki tam da ihtiyacın olduğunda cesaret vermişti sana hocan – ne güzel söylemiş, “mizacın büyük renk farklarına daha uygun” diye.
Akademi’deki sınıf arkadaşlarınla kurduğunuz “Onlar Grubu”yla ilk serginizi 1946 yılının mayıs ayında açmıştınız. Avrupa’da savaş biteli henüz bir yıl olmuş olsa da gerek Türkiye gerek dünyadaki siyasi gelişmeler senin dünyana dokunmamış gibi. Veya sen mi dokunmasına izin vermedin? O dönemler, Batı resmiyle “yerel değerlerin” harmanlanmasıydı sanat dünyasındaki tartışmaların odağı. Bir şey itiraf edeyim mi, o kadar kültürel çalışmalar okumama rağmen halen “yerel değerler”den kastedilenin ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok. Bunlar Anadolu motifleri yahut temaları olsa bile senin tuvallerine ve çizimlerine baktığımda “yerel değerlerinin” Karabaş’taki ritmin ve hareketin, Galata Kulesi’nin üstündeki gökyüzünün veya Karaköy’deki denizin türküsü olduğunu düşünmeden edemiyorum. Seni en çok gördüğüm ve hissettiğim işlerinin, içinden türlü mavilerin fışkırdığı, kuleleri, surları, köprüleri, kayıkları resmettiğin tuvallerin olduğunu düşünüyorum.
1949’da, arkadaşlarının aklında çok başka bir yer edinerek Akademi’den mezun oldun. Fikret Otyam’ın yazdığı gibi, “kiminin meleği, hızırı, dert ortağıydın.” Yine de ben ne kadar yakın olsalar da başkalarının izlenimlerine hep temkinli yaklaşırım. Otyam şöyle yazmış: “Afşar kilimini, Anadolu yazmasını, halk türkülerini bizden daha fazla sever.” Gözüm ister istemez bir kelimeye takılıyor: Kimdi bu “biz”? Seni o “biz”den ayıran neydi? Şimdi belki cevap vermesi daha kolay: Hayali bir ‘Türk ruhu’nun peşinde koşan bu “biz” sanatsal özerkliği de teslim alıyor, yaratıcılığın çok katmanlı kaynaklarını kurutan bir sığlığa bağlılık üretiyordu. Peki senin bu “biz”e kabul edilebilmek için vermen gereken mücadele neydi?
Bu sorunun ardından bir sessizlik, kesif bir yalnızlık çöküyor insanın içine. Anneni özlüyorsun. İlerlemiş hastalığının tedavisi için kardeşinle beraber Londra’ya gittiklerinden beri ev sessiz. 1955’te, sancılı bir sürecin sonunda onu kaybettiğinde çocukluğundan beri kulaklarında çınlayan o dikiş makinesinin sesi, renklerin hışırtısı da duruluyor. Belki de bu sessizliğin içinden, nereden geldiğini bilemediğin minicik bir ses ise minnet duyuyor annenin o yılın sonbaharında yaşanacak felaketi görmeyeceğine.
Annenin vefatından sonra sen yine en iyi bildiğin şeyi yaptın: hayata, çalışmaya daldın. Tavizsizdin, adanmıştın, hayatın içindeydin. Resimden uzak kaldığın zamanlar kendini hasta hissediyor, sanatla başka işler arasında pazarlık olmasından hoşlanmıyordun. Hocanın asistanı olarak, Eren Eyüboğlu’yla beraber 1958’te Sanayi Fuarı’nın Türkiye pavyonunda yer alacak mozaik panoyu hazırlamak için Brüksel’e seyahat etmiştiniz. Dilimi tutamıyorum, affola – ama bugün geriye bakıp “sanatçı kadınların yüzyılından” bahsedeceksek, ikinizin hazırladığı bir şeyin altına kendi imzanızı atamamanızın beni ne denli öfkelendirdiğini ifade etmekte güçlük çekiyorum.
Bu dönemde yaptığın en özgün çalışmalarını, resmin yanı sıra yazıyla da iç içeliğinin bir meyvesi olarak görüyorum. Özellikle Azra Erhat’ın merakla beklenen İlyada çevirisine yaptığın illüstrasyonlar, ister istemez birkaç sene sonra yapacağın, Homeros’un kahramanlarınınkinden daha zorlu yolculuğun karanlık bir habercisi gibi geliyor. 1960’lı yılların başında beklenmedik bir kararla dostlarının yanından, civcivli Cihangir’den ayrılıp Kadıköy’e taşındığında hayatını derinden etkilemiş bir aşkın girdabında gidip geliyordun. En nihayetinde aşkını da aileni kendi kuralların, kendi isteklerin doğrultusunda kurdun: kızın Maya 1963’te dünyaya geldiğinde biraz kendi içine çekilmiş, kimseden bir şey beklemeksizin hem bir sanatçı hem de bekar bir anne olarak hayatını şekillendirmeye çalışıyordun.
Hayatının bir dengeye gelmesi gerektiği bu dönemde asıl yolcuğun ve sınavların şimdi başlıyordu belki de. Yaptığın vatandaşlık başvuruları yanıtsız kalmıştı, üstüne üstlük Kıbrıs meselesi sebebiyle Türkiye’yi zorunlu terk etmesi gerekenler arasında adın yer alıyordu. Bu sınır dışı kararından muaf tutulmak için Emniyet Müdürlüğü’ne yazdığın dilekçeni okuduğumda ister istemez boğazım düğümleniyor. Şöyle yazmışsın: “Annem ve babam İstanbul’da doğup İstanbul’da öldüler.” İnsanın öldüğü yer, doğduğu yerden daha çok şey söyler o kişiyle ilgili. Belki sen de evinde hissettiğin yerden, seçilmiş ailenden, dostlarından uzakta, yalnız ölmekten korkuyordun. Başta Bedri Rahmi olmak üzere tanıdığın yazar-çizer herkesin senin adına valiliğe dilekçe yazmış olmasının, bir kere yukarıdan verilmiş bir kararı tersine çevirememiş olduğunu söylememe gerek var mı? Ama işin en acı tarafı, Sirkeci’den Atina’ya yollanması planlanmış tuvallerinin izinin İstanbul’da bir daha bulunmamak üzere “kaybolması”.
Senin için zaman sanki bu noktada donuyor. Seni Atina’ya götüren o uçaktan inerken “ölüm gibi bir şey” hissediyorsun. Hayatındaki bu derin kesiği, 1964’ten sonraki 30 küsur yılı sen hikâyene dahil eder miydin? Yadırgadığın ve yadırgandığın Atina’da yaşadığın buhrandan ve sessizliğinden bunun cevabını kestirmek zor. Belki hiç kabullenemedin ait olduğun yerden atılmayı, kovulmayı. Kavafis’in şiirindeki gibi peşin sıra geldi şehir -burnunda tüten Mühürdar deniz kıyısı, martılar ve kediler- ama bir bakıma da gelmedi, gelemedi, halbuki sen çok istemiştin şehrinin gelip seni bulmasını, alıp geri götürmesini.
Hayatının geriye kalan kısmında, adım adım, her günün üstüne bir gün daha ekleyerek yaşamaya devam ettin. Bazı günler dayanılmazdı. Maya’yla evdeki eski pikaptan klasik müzik dinledin. Kendi resimlerin karanlık renkler, labirentvari çizgiler, karmaşık figürlerle dolup taşsa da kızının belki de sana Boğaz’ın rengini hatırlatan mavili resimler yapmasını izledin. Bir sessizlik perdesi gelip üstüne yığıldığında, dostlarla mektuplaşmalarının da ardı kesilince, bu kopuşun, koparılışının insanları nasıl bir unutuşa gark ettiğini kavramak zor. Keza sen İstanbul’dan ayrılalı ancak beş yıl olmasına rağmen, arkadaşın Turan Erol’un Türkiye sanatının on beş yılını ele alan yazısında adının bir kere bile geçmemesinin masum bir dikkatsizlik olduğunu hiç zannetmiyorum.
Lafı çok uzattım değil mi? Ama mektubumu Maya’nın senin ardından bıraktığı bir soruya yanıt vererek bitirmek istiyorum. Eserlerinle şiirlerine ilham olduğun İlhan Berk, Atina dönemine tanık olsaydı ne yazardı? Berk’in “İvi Sabahı” şiirine karşılık, ben de “İvi Gecesi” başlıklı bir şiir hayal ediyorum:
İvi uyudu
karanlığın içinden geçti
beyaz atların çektiği arabasıyla,
güneşi doğurmak için Marmara’nın üstünden
Boğaz’dan Adalar’a.
Balıkçılar getirip bıraktı İvi’nin önüne
geceden çalınan maviyi
ağlardan koptu kaçtı İvi’yi gören yıldızlar,
meşale ışığında parıldayan
palamutlar gibi
Gemiler geçiyor İvi’nin defterinden
yelkenleri selamını alıyor Galata Kulesi’nin,
İvi’yi evine getirecek olanı bekliyor o
Hayat geçiyor İvi’nin içinden
Dostlukla,
Ekin
Ana görsel: İvi Stangali, 32,9 x 16,3 cm, detay. Tüm görseller İvi Stangali: Ressamı Hatırlamak (Sula Bozis, Seza Sinanlar Uslu, YKY, 2019) kitabından alınmıştır.