Dağın zirvesindeki kalıntıların üstüne oturuyorum. Dünya burada bitiyor sanki. Bir adım ötesi gökyüzü. Kaleymiş oturduğum yer eskiden. Yamaçtaki tabelada öyle yazıyor. Perslerden kalmış. O kadar yüksek ve korunaklı bir yer ki… Düşmanı daha evinden çıkmadan görmek mümkündü muhtemelen. Günümüzün en büyük talihsizliği bu galiba; düşmanı uzaktan seçemiyorsun, yakından da seçemiyorsun. Geçmiş çağların alışkanlığıyla cepheyi uzaklara karşı açıyorsun ama kurşun çok yakından geliyor. Ummadığın yakınlıktan. Zaten tek cepheyle tehlikeyi savuşturmak mümkün değil. Hele ki kadınsan.
Koskoca Perslerden geriye iki üç taş kalıntısı kaldıysa benim varlığımın ne ehemmiyeti olabilir ki dünya için? Bunca acıya, zorluğa katlanmaya değer mi bilemiyorum henüz. Ama umut da veriyor bir taraftan; herkesin, her şeyin çağının bitecek olması, zamanın kimseye iltimas geçmemesi, zaman karşısında her şeyin yenilgiye uğraması, herkesin hakkının teslim edilecek olması…
Dağın başından aşağıdaki şehrimi izliyorum. Kalabalık bir mezarlığı andırıyor evler. Evimi seçmeye çalışıyorum. Mutfak penceresi şu an oturduğum dağa bakan evim. Hafta sonları kahvaltı yaparken uzun uzun bu dağı seyrettiğim evim. Bir gün halama, “ Çocukken en büyük hayalin neydi” diye sormuştum, köyün karşısındaki dağı gösterip, “ Oradan bizim köye izlemek.” demişti. Köy, nehrin ayırdığı iki dağdan birinin yamacına kurulmuştu. Karşıdaki dağla arasında taş çatlasa beş kilometre vardı ama arada nehrin olması karşıdaki dağı halamın gözünde dünyanın öbür ucu yapıyordu. Dünya iki dağdan ibaretti halamın gözünde. Yoktu ötesi, berisi. Yıllarca kuzenimle onun hayaline güldük. Halam dünyanın çok büyük bir yer olduğundan bihaberdi bize göre. Dünyanın herkes için aynı büyüklükte olmadığını anlamam yıllar sürdü.
Tüm çabama rağmen evimi seçemiyorum. Mezarlık o kadar hızlı büyümüş ki. Mutfağımın penceresinden ne güzel görünürdü bu dağ. Benim hayatımdan daha renkliydi. Önce bembeyaz, sonra kahverengi, yeşil, sarı ve en son yine bembeyaz. Bense hep aynı bezginlikle seyreder dururum. İşe gitmem, alışveriş yapmam, insanlarla görüşmem, çocuk büyütmem beni kalabalık ve renkli yapmıyor. Dünya büyük, evet. Ama sınırlarla çevrili ve hiçbir sınırı elimi kollumu sallayarak geçemiyorum. Bazı insanlar 13. yüzyılda Ceneviz’den Moğolistan’a, Çin’den İspanya’ya seyahat edip yaşadıkları gezegeni gezip görmeyi başarabilmişken, 21. yüzyılda uçakların, hızlı trenlerin, vapurların, otomobillerin olduğu çağda benim hareket alanım neredeyse yok. Gitmek zorunda olduğum işim ve o işe rağmen bir araya gelmeyen iki yakam. Pandemi, ekonomik kriz, siyasi atmosfer derken kala kala karşıdaki dağ kaldı bana. İnsanın bu denli kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldığı bir dönem var mı sanmıyorum ki çekilecek bir kabuk bulanların şanslı olduğu bir dönem.
Ben de halam gibi hiç olmazsa karşıdaki dağdan küçük dünyama bakayım istedim. Kahvaltımı bile yapmadan çıktım yola. Yıllarca o kadar bakmışım ki hangi patika nereye götürür, yol üstünde hangi ağaç var hepsini biliyormuşum. Şehrin içinde tedirgin yürüyen ben, nedense dağda, bayırda büyük bir rahatlıkla yürüyebiliyorum. Belki de bu rahatlıktan dolayı bunaldığımda hep doğaya sığınıyorum. Doğa dediğim de talandan arta kalan. Her an arta kalanı da yitirebiliriz.
Kızım da bunaldığında annemlere gider. Benim yaşama şansı bulamadığım o ev kızımın sığınağı. Bir sığınağı olması elbette hoşuma gidiyor. Ona bolca verilen şeyin benden esirgenmesi uzakları düşlememin ilk sebebiydi belki de. Kırgın değilim artık. Anne, babamı anlayacak yaştayım. Ve bunu onlar hala hayattayken başardığım için de mutluyum, çünkü fazladan bir vicdan yükünü daha kaldıracak gücüm yok.
Hayatım boyunca, ara ara herkesten , her şeyden kaçma düşü kurmama rağmen evden ilk ve tek kaçışım sekiz yaşımdayken olmuştu. Kardeşim ve üç arkadaşımla oyunumuzu sürekli bozan mızmız kızın başından aşağı bir kova su dökmüş, annesinden ve kendi annelerimizden korktuğumuz için kaçmıştık. Beş kilometre ötedeki iki haneli mezraya gittik. Bizi tanıyorlardı, görünce şaşırdılar. Beş küçük çocuğun burada ne işi vardı? “Kenger toplamaya geldik” dedim. “ Temmuz ayında kenger olmaz” dedi kadınlardan biri. Bize soğuk ayran çorbası verdi. “Bitirdikten sonra eve gidin.” dedi. Dediğini yaptık, çünkü evden kaçtıktan sonra ne yapılacağını bilmiyorduk. O gece halamın düğünüydü. Yokluğumuz fark edilmemiş bile. Halam denizi olan bir şehre gitti. Ötesini, başka kıyılarını hiç merak etti mi bilmiyorum. Sorma ihtiyacı hissettiğimdeyse hayatta değildi artık.
Sonraki yıllarda da çokça kaçmak istedim evden. Ama bir daha hiç sekiz yaşımdaki kadar cesur olamadım. Cesur ve özgür. Yaş ilerledikçe hayat rehin alıyor bizi. Sahip olduklarımızla, sahip olamadıklarımızla, tükenmeyen umutlarımızla. Oturduğum yerden kalkıp dolanıyorum. Toprağın altından bir bahar başlıyor ama bahara kanacak kadar hayatta kaldım mı bilmiyorum. Ağaçlar henüz yeşermediği için dağın öbür yamaçlarını da net görebiliyorum. Sağım solum iki ayrı şehre çıkıyor, arkama döndüğümde aşağıdan bir nehir görünüyor. İpince, yılan misali kıvrılarak. Doğadaki en güzel görüntülerden biri kıvrılarak akan bir nehir ve bunu sadece yüksekten görebiliyorsun. Hiçbir yer, hiç kimse olmasa da doğa hala bir sığınak. En azından benim için. İnip akşam yemeğini hazırlamalıyım. Bunaldıkça gelirim yine.
Görsel: Becky Kolsrud, Three Women, 2017.