Geçtiğimiz aralık ayında ikincisi Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşen Kadın Kadına Tarih konferansını, organizatörleri Gülay Yılmaz, Gülhan Balsoy, Başak Tuğ ve Neslişah Başaran ile konuştuk.
Kadın Kadına Tarih Konferansı fikri nasıl doğdu önce onunla başlayalım isterseniz.
Gülay: Türkiye’de kadın olmanın ağırlığını küçük yaşlardan itibaren hissetmeye başlıyoruz aslında. Tabii akademik eğitimde ve akademisyen olarak da bu sorunlar şekil değiştirerek devam ediyor. Benim için de farklı olmadı. Zaten meşakkatli olan akademik kariyer yolunda bir de kadınlık sorunlarını yönetmem gerekti. Zaman içinde hem tarihçilik alanına hem kadınlığa dair sorgulamalarım daha da netlik kazandı. 2019’da Amerika’da geçirdiğim dönemde ise cinsiyet meselesinin evrenselliği bir kez daha suratıma çarptı. Toplumsal cinsiyet eşitliğini öncüllemiş bir sistemde dahi kadın akademisyenlerin bocaladıklarını gözlemledim. Bu meselelerde boğulduğum bir günün akşamında Kadın Kadına Tarih konferansı fikri ismiyle cismiyle ortaya çıktı. Benim kadın meslektaşlarımla dayanışma ihtiyacımdan doğdu belki de. Ayrıca, feminist bir kolektif çalışma ortamının akademide farklı bir çalışma deneyimi yaratacağına inandım. Bu fikri paylaştığım neredeyse tüm kadın tarihçi arkadaşlarım bana olumlu dönüş yaptı ve yoğun bir ortak çalışma süreci başladı. Ekim 2019’da ilk konferansımızı Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirdik. Organizasyonunda ben, Leyla Kayhan Elbirlik ve Zeynep Yelçe çalıştık. Temel amacımız Osmanlı ve Türkiye tarihi üzerine çalışan kadın tarihçilerin bir araya gelerek dayanışma ağları oluşturduğu bir platform oluşturmak ve kadın tarihçilere görünürlük sağlamaktı. Konferanstaki olumlu deneyimler ve yakalanan ahenk sonucunda Kadın Kadına Tarih konferanslarını her iki yılda bir tekrarlama kararı aldık.
Geçen yıl Kadın Kadına Tarih konferansının ikincisi Bilgi Üniversitesi’nde düzenlendi. Katılımcılar ve içerik hakkında daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Gülhan: Konferans sabah iki oturum ve öğleden sonra bir yuvarlak masa tartışmasından oluştu. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Mekân ve İlişkiler” başlıklı ilk oturumda Aysel Yıldız, Dilek Akyalçın Kaya ve Fatma Öncel sunum yapacaktı. Dilek Akyalçın Kaya maalesef pandemi kaynaklı bir sağlık meselesi sebebiyle aramızda olamadı. Çok titiz ve kapsamlı araştırma süreçlerinin bulgularına dayanan bu oturumda, kadın tarihçilerin iktisat ve kent tarihi alanına yaptıkları katkıları görünür kılmayı amaçlamıştık. İkinci oturumda Duygu Yıldırım, Şeyma Afacan ve Tülin Ural, “Beden ve Duygular Tarihi” başlığı altında çalışmalarını sundular. Yuvarlak masa oturumunda ise Tuba Demirci, İpek Hüner Cora ve ben bir giriş yaptık, ama tüm katılımcılarımızın da söz alıp fikirlerini dile getirdiği, arzu ettiğimiz formatta bir tartışma yürütmeyi başardık.
Konferanstaki konuşmacılara genel anlamda bakacak olursak, pek çoğunun senelerdir büyük bir emek ve titizlikle araştırma yapan, ancak şu anda üniversitelerde sabit pozisyonları olmayan isimler olduğu görülebilir. Bu durum akademideki güvencesizlik ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri açısından tam da işaret etmek istediğimiz yapısal bir soruna da dikkat çekiyor.
Burada bir de özellikle pandemi nedeniyle hem hazırlık aşamasında hem de program çıktıktan sonra istediğimiz ölçüde yaygınlık sağlayamadığımızı ifade etmek istiyorum. Akademik paylaşımın yanı sıra mesleki bir dayanışmayı da amaçladığımız için bu konferansı yüz yüze yapabilmeyi çok önemli buluyorduk. Ama şartların olağanüstülüğü bizi katılımcı sayısını kısıtlı tutmak zorunda bıraktı. Buna rağmen, kırk kişiye yakın bir katılımla, çok etkileşimli bir tartışmayla geçti tüm gün. Umarım bir sonraki buluşmayı çok daha geniş bir katılımla yapma şansımız olur.
Kadın tarihçi olmak üzerine de bir oturum düzenlediniz. Türkiye’de kadın/feminist/queer tarihçi olmakla erkek tarihçi olmak nasıl farklılaşıyor? Bu oturumun sonuçlarından daha detaylı bahsedebilir misiniz?
Gülhan: Bu sorunun yanıtını birkaç farklı düzlemde tartışabiliriz. Öncelikle tarih Türkiye’de hâlâ oldukça erkek bir alan. YÖKSİS verilerine göre Türkiye genelinde kadın akademisyen oranı %45 iken Tarih alanında bu oran %26 civarında. Bunun da ancak %17,5 kadarını profesörler oluşturuyor. Yani kadın akademisyenler akademik hiyerarşinin ağırlıkla alt basamaklarında, karar verici olmayan pozisyonlarda yer alıyorlar. Bu ilk problemlerden biri.
Başak: Türkiye’de kadın tarihçi olmak, madun bir pozisyon bence. Kadın tarihçiler, uzun yıllar erkek meslektaşları arasında kabul görmek adına kadınlıklarını epey bir törpülemek zorunda kalmışlar. Bu sebeple de kendi ‘kadınlık’ pozisyonlarını ve bakış açılarını göstermekten çekindiklerini düşünüyorum. Eril bir disiplin içerisinde, araştırmada yeni metodlar ve yeni bakış açıları öne süren kadınlar da epey bir eleştirilmiş zaten. Bugün bile toplumsal cinsiyet tarihi çalışan kadın akademisyenler ‘yeterince’ tarihçi addedilmeyeceklerinden hâlâ çekiniyorlar. Toplumsal cinsiyet eksenli çalışmalar yapan kadın tarihçilerin yaptıkları işlerin kaçınılmaz olarak disiplinlerarası olması da kendilerinin tarih camiasına kabul edilmelerinin önünde bir engel. Bu konferansta çoğumuz, çalışma alanlarımızda uzmanlık geliştirmiş olsak bile yeterince ‘tarihçi’ olmamak konusunda kaygılara sahip olduğumuzu fark ettik, çünkü tarih disiplini eril kibri ve eril konularıyla birçok kadın tarihçiye bu duyguyu hissettirmiş maalesef. Oturumda bu hislerimizde yalnız olmadığımızı fark ettik ve üniversite, konferans, araştırma projeleri gibi farklı akademik mecralarda birbirimize destek olmanın ve dayanışmanın önemini bir kez daha gördük.
Neslişah: Kadın tarihçi olmak üzerine yaptığımız yuvarlak masa oturumu konferansımızın en özgün ve en keyifli kısmıydı. Gün boyunca çok değerli konuşmalar dinledik, ben kendi adıma çok şey öğrendim sunumlardan. Tartışmalar da çok canlı ve verimliydi. Son oturumda ise hem kadınların tarihi üzerine çalışmak hem de tarihçilik alanında kadın olmak üzerine konuştuk ve deneyimlerimizi paylaştık. Başak’ın belirttiği gibi bu alanda ortak kaygılara sahip olduğumuzu gördük. Genel olarak vurgulandığı gibi, tarihçilik ülkemizde “eril” bir alan ve erkeklerin baskın olduğu her alandaki gibi, bunun biz kadınlarda bir “yetersizlik” duygusu yarattığını anlamış olduk. Kişisel olarak deneyimlediğimiz bu duygunun bize özgü olmadığını görmek ve alanında başarılı ve güzel işler yapan kadın tarihçilerle beraber bu “yetersizliği” reddetmek bana kendimi güçlü hissettirdi. Ayrıca, kadınları tarihçilik alanında daha nasıl daha görünür kılacağımızı da konuştuk.
Her iki konferans programına baktığımızda konuşmaların Osmanlı ve Türkiye tarihi çalışmalarında yoğunlaştığı görülüyor. Türkiyeli kadın tarihçilerin farklı coğrafyalar üzerine yaptığı çalışmalar var mı?
Gülhan: Bu aslında sadece kadın akademisyenlerin çalışma alanlarıyla ilgili değil, Türkiye’de tarih alanının genelini ilgilendiren bir durum. Milliyetçi tahayyülün eleştirisini yapan tarihçilerin çalışmalarının sınırları bile milli sınırlar tarafından belirlenebiliyor. Ama elbette bunu kıran, farklı coğrafyalara bakan ya da karşılaştırmalı çalışmalar yapan kadın tarihçiler var. Benim vermek isteyeceğim örneklerden biri Suraiya Faroqhi. Son yıllarda derlediği kitaplarda Osmanlı-Çin ve Osmanlı-Babür imparatorlukları arasında karşılaştırmaların kapısını açtı. Bu iki karşılaştırmalı alanı çok önemsiyorum. Toplumsal cinsiyet tarihi çalışan tarihçiler doğrudan karşılaştırma yapmasalar da başka tarihçiliklerden çok besleniyorlar, bunu da eklemeliyim.
Gülay: Çok değerli Bizans tarihçilerimiz de var, Nevra Necipoğlu gibi. Osmanlı İmparatorluğu’nu farklı coğrafya ve medeniyetlerle karşılaştırmalı çalışan tarihçilerimize, Japon ve Osmanlı modernleşmesi alanında araştırma yapan Selçuk Esenbel’i dahil etmek gerek. Son dönemde Safevi-Osmanlı çalışmalarıyla Ayşe Baltacıoğlu-Brammer da bir diğer örnek. Aslında bırakın farklı coğrafyaları, Osmanlı’yı merkezin ve Anadolu’nun dışında tanımlayarak araştıran tarihçilerin sayısı bile ancak son yirmi yılda arttı diyebiliriz.
Osmanlı ve Türkiye tarihi çalışmalarının da erkek egemen alanlar olduğunu düşünüyorum. Sizin bu konu hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Başak: Türkiye’de tarih alanında çalışan kadınların oranı diğer sosyal bilim alanlarına göre çok daha düşük olduğu gibi, tarih disiplini içerisindeki çalışma konuları da epey eril kalıyor. Sosyoloji, kültürel araştırmalar ve siyaset bilimiyle karşılaştırıldığında tarih disiplininin muhafazakâr bir şekilde siyasi tarih çemberine sıkıştığını gözlemliyoruz. Nadiren çalışılan sosyal ve kültürel tarih alanları dahi çoğu zaman toplumsal cinsiyet duyarlılığına sahip olmayan eril bir anlatı şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu konferanslarda fark ettiğimiz önemli bir şey de ister siyasi tarih, ister ekonomik tarih, ister savaş tarihi olsun, kadınlar çalıştıkları olguları çok farklı duyarlılıklarla yorumlayabiliyorlar. Bu hepimiz için çok öğretici oldu. Belirli duyarlılıklara sahip olmak için illa toplumsal cinsiyet tarihi ve kadın tarihi üzerine çalışmak gerekmiyor. Bu bize tarihin her alanında kadın bakış açısına ve birbirimize sahip çıkmanın ne kadar değerli olduğunu hatırlattı.
Neslişah: Bu eril tarihçiliğin bir zanaat gibi görüldüğünü de eklemek gerekiyor: Osmanlıca bilgisi ve arşivden belge bulma üzerine kurulu bir zanaat. Disiplinler arası ve sosyal tarihçilik bu alanı temelden dönüştürdü ve bu yeni tarihçilik içerisinde kadınların çok daha etkin olduğunu söyleyebiliriz. Feminist tarih anlayışı sosyal tarihçiliğin gelişmesine de büyük bir katkıda bulundu. Dolayısıyla tarih alanında kadın dayanışması sadece kadın tarihçilerin çalışmalarını bu alanda görünür kılmakla ilgili değil, tarihçiliği toplumsal ve çok disiplinli bir anlayışla dönüştürmek için de anlamlı.
Karma alanlarda da konferanslara katılmış isimlersiniz. Bu deneyiminize dönüp baktığınızda sadece kadın tarihçilerin bulunduğu bir konferans, karma alanlarla kıyasladığınızda, sizce kadınlara ne gibi imkânlar sağlıyor?
Gülhan: Hem iki yıl önceki konferansta hem de geçtiğimiz aralık ayındaki konferansta katıldığım pek çok akademik etkinlikte olmadığı kadar canlı bir tartışma ortamı oluştu. Üstelik bu iki buluşma da belli bir tema, dönem ya da soru üzerinden değil kadın olmamız üzerinden gerçekleştiği için yapılan pek çok sunum dinleyenler için uzmanlıklarının dışında kalıyordu. Bu acaba tartışmayı olumsuz mu etkiler, diye endişelenirken merak, öğrenme ve paylaşma isteği iki buluşmada da ağır bastı. Benzer problemlerle uğraşmak sanıyorum birbirimizin çalışmalarının arkasındaki devasa emeği, bu emeğin değerini görmemizi ve takdir etmemizi mümkün kılıyor. Akademik ortamlarda ağır basan eleştirelliğin yerini empati ve birlikte düşünmenin alması bence birbirimizin çalışmalarına yapabileceğimiz katkıyı da olumlu etkiliyor.
Başak: Örneğin, bu samimi ve paylaşımcı birliktelik sayesinde karma konferanslarda kadın tarihçi olarak yaşadığımız sorunları paylaşmak bile ortaklıklarımızı görmemiz açısından çok önemli bir imkân oldu. Ayrıca, ev ve bakım emeği gibi hayatın başka alanlarındaki sorumluluklarla birlikte ve onlara rağmen ‘tarihçi’ olmanın ne demek olduğunu konuşabilmek ve paylaşabilmek çok değerliydi.
Gülay: Kadın Kadına Tarih konferanslarında tüm sunumlar ve konular ayrı ayrı ve etkili bir biçimde tartışılıyor. Her iki konferans da akademik geri dönüşü yüksek toplantılar oldu. Ancak araştırma konusu kadar kadın akademisyenler de konferansın bir öznesi. Sadece araştırma ve bulgular değil, bir kadın tarihçi olarak projenin safhalarını nasıl yönettiğiniz, hangi güçlüklerle karşılaştığınız, kadın olmanın kazandırdıkları ve önünüze koyduğu engelleri de tartıştığınız bir konferans bu. İş mutfağıyla birlikte sunuluyor yani. Bu yüzden katılımcıların hem kendine hem birbirlerine bakabildiği bir alan oluşuyor. Bundan da derin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, bunun mesleklerimize ve tarihçi kimliklerimize nasıl yansıdığına dair bir analiz çıkıyor. Ben bu farkındalığı ve paylaşımı çok kıymetli buluyorum.
Konferansa dair gelecek projeleriniz nelerdir?
Başak: Toplumsal Tarih dergisine bu konferansın sunumlarından oluşan bir özel sayı yapmayı planlıyoruz. Ayrıca, farklı mecralarda kadın tarihçilerin çalışmalarından oluşan ve bu alandaki tartışmaları içeren derlemeler, özel sayılar yapmayı konuştuk. En önemli projemiz ise, Türkiye’de tarih alanındaki süreli yayınların yayın kurullarındaki kadın oranlarını incelemek ve düşük temsiliyete sahip dergilere yayın kurullarındaki kadın oranını yükseltmek için çağrıda bulunmak.
Gülay: Bu konferans dizileriyle oluşmaya başlamış ağın genişlemesi, Türkiye’deki kadın tarihçilerin veri tabanının oluşturulması, süreli yayınların yayın kurulları yanı sıra diğer alanlarda da karar verici pozisyonlarda daha çok kadının olması için çalışmalar yapmak istiyoruz. Tarih Vakfı ile benzer ve işbirliği içinde projeler başlatmayı planlıyoruz. Sadece kadın tarihçilere ayrılmış aylık konferanslar serisini Tarih Vakfı çatısı altında başlatacağız. Kadın tarihinin gerekliliğinin hem tarihçiler hem de toplum tarafından idrakini sağlamak da gene kadın tarihçilerin birlikte hareket etmesinden geçiyor bence.
Neslişah: Ben de son olarak bu konferansların sürdürülmesinin önemine değinmek istiyorum. Şimdiye kadar iki konferans da düzenleyicilerin ve katılımcıların yoğun emeği ve çabasıyla gerçekleşti. Her ikisinin de kadın tarihçiler olarak bizlere büyük katkısı oldu. Kadın Kadına Tarih konferanslarını sürdürmek, kadın tarihçilerin yaşadığı eşitsizliklerin dayanışmayla aşılması için bize büyük bir olanak sunuyor. Her konferansın daha fazla kadın tarihçiye ulaşarak bu dayanışmayı daha da büyüteceğini ve çok güzel çalışmalara ve tartışmalara vesile olacağını düşünüyorum.
Ana görsel: Hayv Kahraman, The Translator‘dan detay (2015)