Şu insan mumyalama ne kadar başa bela bir şey. İçinden özü gitmiş, bu durum anlaşılmasın diye de pamukla elyafla doldurulmuş bomboş bir insan çerçevesinin yıllar boyunca elden ele, bir yük konumunda sürünecek olması bayağı korkutucu bir şey değil mi?
Gidenden geriye kalanı hazin bir çaresizlikle, bazen ölüme inatla, bazen de sadece cisminin bile kitleler üzerinde etkisi olacağına inanarak dünyaya öyle, plasterli bir kazık çakmaya çalışmak değil mi mumyalama? Fakat yarı uyur, yarı ölü, hem var hem yok garip bir varoluşa mahkum edilen bu mumyalar, yaşayanlarla nasıl baş edecekler? Yaşarken iktidar figürü olup da mumyalandıktan sonra böyle başa bela olan bir sürü ünlü mumya var. (Başa bela deyince de gecenin üçünde cevapsız arama yapıyormuş gibi oldu. “Lenin arama artık, her şey bitti diyorum”)
1952 yılında sadece 33 yaşında rahim kanserinden vefat eden Eva Peron’un mumyası da böyle. Atsan atılmaz, satsan satılmaz: Evita’nın bedeni, bugün hala yatağına tutunuyor. Kocası Juan Peron’un ölümsüz aşklarının bir tür nişanesi, ama daha önemlisi, yitip gideceği hemen hemen kesin olan iktidarına tutunmak için son bir sevimlilik numarası olarak planladığı Mumya Evita, yeni hayatına milyonların sinir krizleri geçirerek ziyaret ettiği cenaze merasimiyle merhaba demiş. Çiçekler, çiçekler, sonsuz mumlar.
Evita belgeseline göre mumyalama sürecinde Eva Peron’un bedenini kanserin çaldıklarından önceki haline getirmek, yüzüne ölümden sonra bile bütün yoksullar için hala parlayan bir azize görünümü kazandırmak için çok uğraşmaları gerekmiş. Milyonların hatırlamak isteyeceği bir yüzü yaratmak amacıyla, zamanın çok ötesinde mumyalama teknikleriyle çalışmışlar. Fakat Peron hükümetinin beklenen dağılışından sonra, Arjantin ordusu hala çok kuvvetli bir sembol olarak görülen Evita ve mumyasının artık bir zahmet gerçekten ölmesi gerektiğine karar vermiş. Mumyanın bir süre eski bir sinemanın arkasına parkedili terkedilmiş bir karavanda gizlendiği, uzun bir süre de ordu karargahlarında uyuduğu biliniyor. Arada defalarca el değiştirirken ya kasıtlı, ya kasıtsız epey tahrip oluyor ve tekrar onarılıyor. Daha sonra Vatikan’ın da yardımıyla, sahte bir isimle Roma’da bir mezarlığa gömülüyor. Evita’nın parlak sarı saçlı mumyasının bugün nerede olduğu tam olarak bilinmiyor.
Peki şu mumyalama işi, en baştan, kimin fikri?
Bundan tam 7000 yıl önce Şili’nin Atacama Çölü’nde Chinchorro isimli bir avcı-toplayıcı grubu, ölüler tarlasında yaşıyorlarmış. Etraflarındaki çöl, sığ çukurlara gömülü binlerce insan cesediyle ve bu cesetlerin yer yüzüne bir şekilde geri tırmanmış, güneşten dağlanmış kaba derili kol ve bacaklarıyla dolup taşıyormuş. Yeni bir araştırmaya göre bu gördükleri manzara, Chinchorro’lara kendi ölülerini mumyalamak konusunda esin kaynağı olmuş ve işlemi Mısırlılardan 3000 sene kadar önce, ilk onlar uygulamaya başlamışlar.
Ekolog Pablo Marquet’e göre arkeologlar Chinchorro’ların mumyanın tarihte bilinen bu ilk örneklerini nasıl hazırladıklarını çoktan beri araştırıyorlar. Bulguları gösteriyor ki bu ilk mumyalama tekniğinde deriyi kurutmak için yüzdükten sonra organları vücuttan çıkarıyorlar ve geriye kalan çerçeveyi kuru dallar, bitkiler ve kille doldurduktan sonra kurumuş deriyle tekrar kaplıyorlar. Deriyi vücuda tekrar kazandırdıktan sonra da parlak siyah ya da kırmızı renge boyayıp kafasına siyah bir peruk takıyorlar. Mumyaların yüzünde ise ağzı açık bir ifadeyle şekillendirdikleri, daha sonra ressam Edward Munch’ün Çığlık tablosuna esin kaynağı olacak kil maskeler bulunuyor.
Bu ayrıntılar bilim dünyasında epeydir bilinmesine rağmen pek az araştırmacı Chinchorroların ölülerini neden mumyalamaya başladıkları sorusuna cevap aramış. Marquet’e göre mumyalama gibi karmaşık kültürel adetler genelde sadece büyük ve yerleşik topluluklarda görülüyor. Bir bölgede ne kadar çok insan varsa, gelişme ve yeni fikirlerin yayılması için o kadar fazla fırsat doğuyor. Fakat bilindiği kadarıyla Chinchorro’lar bu kalıba uymuyorlar. Gezgin avcı-toplayıcılar olarak kurdukları topluluklar genelde sadece yüz kadar kişiden oluşuyor.
Bu gizemi çözmek için Marquet ve meslektaşları zamanda geriye gitmeye karar veriyorlar. And Dağları’ndaki buz kalıntılarından elde edilen bilgileri kullanarak Chinchorro’ların yaşadığı, Şili’nin kuzey kıyısı, Peru’nun güneyinde bulunan ve Atacama Çölü’nün batısında uzanan bölgenin iklim şartlarını tekrar canlandırıyorlar. Elde ettikleri sonuçlarda 7000 sene öncesinde bölgenin oldukça kurak olduğunu fakat daha sonra, 4000 sene öncesine kadar devam eden sulak bir döneme girdiğini görüyorlar. Chinchorro’lara ait mumya ve tarihöncesi çöp kalıntılarına uyguladıkları Karbon testiyle bu sulak dönemin daha büyük bir topluluğun yaşam koşullarına el verdiğini, 6000 sene önce topluluğun sayılarının genişleme fırsatını bulduğunu belirtiyorlar. Yani Chinchorro’lar her zaman küçük gruplar halinde yaşamamışlar.
Ekibin topluluğun demografilerine bakarak hesapladığına göre aşağı yukarı yüz kişiden oluşan bir Chinchorro grubundan her yüzyılda 400 kadar ceset çıkıyor. Bu cesetler sığ gömülü olmalarına ve çölün doğal şartlarına maruz kalmalarına rağmen bir türlü çürümüyorlar. Chinchorro’lar Atacama kıyısına 10,000 kadar yıl önce yerleştiklerine ve mumyalama adetleri de 7000 bin yıl önce başladığına göre, arada kalan süre içinde sayılamayacak kadar çok cesedin çölde birikmiş olması gerekiyor. Bu hesapla o dönemde yaşamış bir insan, hayatı boyunca bir kaç binden fazla doğal olarak mumyalanmış insan bedeni görmüş oluyor. Bu sayı gittikçe artıyor ve bir noktadan sonra mumyalar doğal manzaranın bir parçası haline geliyor.
Doğal mumyalara karşı ister istemez kazanılmış bu alışkanlığın sonraki zamanlarda farklı bir ölüm düşüncesine ve yapay mumyalama tekniklerine yol açmış olabileceği düşünülüyor. Marquet “Ölülerin yaşayanlar üzerindeki etkisi çok büyük,” diyor ve ceset görüntülerine uzun süre maruz kalan toplumlarda gözlenen ve genelde dini adetlere dönüşen önemli psikolojik ve sosyal etkileri inceleyen bilimsel çalışmalardan bahsediyor. Bir insanın ölü ve canlı hallerini nasıl düşündüğümüz arasında bir çatışma olduğunu, cenaze, yas ve hayalet inancı gibi dini adet ve düşüncelerin bu çatışmayı çözmede biraz olsun yardımcı olduğunu belirtiyor.
Marquet “Kum ve taştan başka hemen hemen hiçbir şeyin olmadığı kurak bir çölde yaşadığınızı düşünün” diyor. Yüzlerce, hatta binlerce hiçbir zaman çürümeyecek cesetle kaplı bir düzlükte insanın ister istemez hayatının bir parçası haline gelmiş bu cesetlerle bir ilişki kurma ihtiyacı duyacağını, ve Chinchorro’ların da ölülerinin etraflarında devam eden varlıklarıyla barışabilmek için mumyalama adetlerine başladıklarını iddia ediyor.
İşte böyle. Dünyada her sene binlerce ceset bir tür zafer nişanesi, ya da yaşayanlar için bir tür deniz feneri olarak mumyalanıyor, doğaya saldıkları onlarca zehre rağmen. Çinçorro’ların hikayesi de ölümle kurduğumuz ilişkiye ve mumyalamaya dair neden değil, daha ziyade bir nasıl teşkil ediyor. İnsanların ölü bedenleri bir tür Çin malı oyuncak biçimine getirip dünyaya geri hediye etmelerinin binlerce sebebi olmalı. Bazısının derdi nakavt olmamak, bazısınınki ölüme de son hız dalmak, bazısınınki ise keyifli akşam oturmalarının bitmediğini ispatlamak. Ama herhalde çoğununki aslında kendi uygun gördüğü süs ve sıfatla anılmak. Keşke bedeli dünya için -bir çok anlamda- bu kadar ağır olmasaydı.
Kaynak, Kaynak, Görsel: Spencer Tunick