Hepimiz başkalarının otizme dışardan bakınca ne gördüğünü duymaya alışkınız. Bu ise, otistik oluşumun nasıl ortalık yerde yıllarca kadınlık deneyiminin ardına gizlendiğinin hikâyesi. 

MEYDAN

Ortalık Yerde Saklanan Otizm: Cinsiyetlendirilmiş Bir Deneyim

7 yaşındayım. Aynalı bale dersi odasını, eski usul petekleri, dersten sonra Mançoloji albümünü aralıksız dinlemeyi, beyaz külotlu çorabın dokusunu, parke cilasının kokusunu ve duvarda asılı balerin tablolarını seviyorum. İnsanlardan, koordine etmesi güç bedenimin komutları dinlemeye çalışıp becerememesinden, dans ederken yerin çıkarttığı gıcırtıdan ve anlaşılması güç toplumsal kurallardan hiç haz etmiyorum. 

 

İlk kez o kursta “yakalandım”. Diğer çocuklar gibi değildim. Psikoloji mezunu da olan bale hocası tarafından “Hazan gerçekle bağları kopan bir çocuk” yazan bir mektup eşliğinde sorunlu özelliklerim, topluma uyum sağlamakta zorlandığım aileme ifşa edildi. Benden kaynaklanmayan sebeplerle kaçırdığım provalar ve heyecanımla baş etmek için benimsediğim abartılı davranışlarım yüzünden cezalandırılıyordum. Lale Manço’nun da geleceğini düşünerek heyecanla beklediğim Gülpembe performansında sahneye çıkamayacağımı kuliste öğrenmiş, nedenini anlayamıyordum ve bir daha göremeyeceğim insanlarla vedalaşmak istediğim için annemi art niyetsizliğimle mahvediyordum.

 

Annem beni öyle bir korudu ki, onun için travmatik bir süreç bende hayal meyal bir anı sadece. Bu pek çok “yakalanma” anından sadece ilkiydi. Topluma, normlarına, benden beklenenlere uygun davran(a)mıyordum. Hayatım boyunca herkes “yüksek potansiyelimi” görecek ama o potansiyele yetişemediğim için benden çok daha vasatını yapabilenlerden daha kötü muameleler görecektim. Bütün sınıf ödevini yapmasa da “Ödevini yapmayan var mı?” sorusu sorulduğunda sadece ben el kaldıracaktım. Herkes standart yaramazlıklar peşindeyken ben tenefüsü kütüphanede geçirebilmek için o saatlerde kapalı tutulan kütüphanenin anahtarını çalan olacaktım.  Arkadaşlarımla vakit geçirmek için her seferinde bana doğru gelirken ölümüne korktuğum toptan korkmuyor gibi yapsam da kimse beni takımına almak istemeyecekti.

 

Yaşadığım sıkıntıları anlayabildikleri ölçüde annem ve babam hep yanımda durdu. Etrafımdaki tüm otorite figürlerine benim bir çocuk olduğumu, onların ise yetişkin olduğunu usanmadan hatırlattılar. Güçlü yönlerimi desteklemek istediler -ki bu bazen çok zordu. Çok uzun yıllar dünyayla aramda camdan bir duvar vardı ve ben onu yıkmak için atılacak her adımdan nefret ediyordum. Onlar bana dair iyi özellikleri, başkaları ise olumsuzlukları görüyorken, kendimi başkalarının gözünden görmemem için çok ciddi bir mücadele verdiler. Zorluklar çoktu ama onları hiç eksik hissetmek zorunda kalmadım. 

 

Ergenlik itibariyle kendime kurduğum Hazan o camı balyozla aşağı indirmeye karar verdiğinde kendim dahil kimse buna hazır değildi. Kendime ailesi tarafından hiç desteklenmemiş birinin ergenliğini seçmiş, seçtiğim ergenlik zamanla ailemle ilişkime dönüşmeye  başlamıştı. Yine de 2000’li yılların Taksim’inde dünyada bana ait o köşeyi buldum. Loş, gürültülü, dumanaltı ve çok fazla ilginç insanın olduğu bu evrende kendime kavuştum. Sürekli biriktirmeye başladım: mecmualar, kartpostallar, mekân isimli pipetler, kibritler, kitaplar, eski paralar ve hepsinden önemlisi insanlar ve hikâyelerini. 

 

Taksim’de bir mekândan üç beş tanıtım materyalini çantaya atan birinin istifçi denecek kadar çok koleksiyonu olduğunu bir bakışta kimse anlamıyordu. İlişki kurmakta sorunlar yaşamadığım için ilişki yürütürken yaşadığım sıkıntıların yükünü, tüm sorumluluklarını yıllarca tek başıma üstlenmek zorunda kaldım. Nasıl hayatta kalabildiğimi bilmediğim bir sürü an var. Yaşadığım her şeyin çok mantıklı bir açıklaması vardı ve ben 27 yaş civarı, yıllara yayılan bir depresif atağın sonrasına kadar bu cevaba erişemedim. 

 

Yukarıdaki hikâye pek çok otobiyografik anlatıya benziyor olabilir. Yine de, çoğu insan özellikle otizmi buradan dinlemeye pek alışkın değil. Hepimiz başkalarının otizme dışardan bakınca ne gördüğünü duymaya alışkınız. Bu ise, otistik oluşumun nasıl ortalık yerde yıllarca kadınlık deneyiminin ardına gizlendiğinin hikâyesi. 

 

90’ların başında bana, hatta genel olarak kız çocuklarına bakınca orada otizmi görmek pek sık rastlanan bir durum değildi. Otizmin neden bir spektrum olduğu vurgusunun yapıldığını anlamak hâlâ pek çok kişiye zor geliyor. Herkes uçlardaki temsilleri tanıyor, biliyor, bulmayı bekliyor. Çünkü otistikler olarak, en çok da doğduğunda kız çocuğu atanmış otistikler olarak çok ciddi temsil sıkıntıları yaşıyoruz. Türkiye’de otizm hâlâ belli müdahaleler doğrultusunda ortadan kalkabilen bir çocukluk dönemi kondisyonu sanılıyor. Tanı almadan yetişkinliğe varabilen otistiklerin varlığı hâlâ çok bilinmeyen, hatta reddedilen bir konu. Otizm yıllarca oğlan çocukları üzerinden tanımlandığı için, çoğu kadın ve kadın atanan kişi otizm tanısına ancak yetişkinlikte erişirken Türkiye’de bu kapılar ardına kadar kapalı. Keza yetişkinler için işleyen bir tanı mekanizması yok.

 

Otizmin Cinsiyetlendirilmesi

Peki ben yıllarca kendimden bile nasıl saklandım? Cevap hem çok basit hem de çok karmaşık. Otistik olduğumu öğrendiğim andan beri kendi çocukluğumu başka kadın atanmış otistiklerin aktarımlarında bulup duruyorum. Benzer bir deneyimi lubunya olarak açılma sürecimde ve feminist olduğum zaman aralığında da yaşamıştım aslında. Biricikliğimizin  yalnızlaştırılmaya dönüştürülmesi hiçbir azınlık grup için şaşırtıcı bir karşılaşma değil. Eğer sizin gibileri bulamıyorsanız veya onları bulsanız bile ortak deneyiminizin ismini koyamıyorsanız, diğerlerine benzemek zorunda hissediyorsunuz.

 

Haliyle cinsiyetlendirilmiş bir toplumda yaşıyor olmamız otizmin dışavurumlarını da doğrudan etkiliyor. Kız atanan otistiklerin tanıya erişimi daha kısıtlı çünkü çoğu tanı kriteri oğlanlara uygun olarak şekillendirilmiş durumda. Oğlan akranları gibi “trenler, arabalar, uzay ve dinazorlar” gibi tek bir özel ilgi alanına odaklanmayan kız çocukları uzmanlar için görünmezler. Kimi otistik kız çocuklarının özel ilgi alanları bu konular olsa dahi, uyum sağlamak için başka stratejiler geliştirmek zorunda kalıyorlar. Akranları tarafından onay görecekleri pop grupları, oyuncak bebekler veya makyaj gibi özel ilgi alanlarına yönelen kız çocuklarının ilgilendiği konular otistiklerden beklenenin dışında kalabildiği için, bu çok bariz tanı kriteri bile kız atanan çocuklarda her zaman fark edilemiyor. 

 

Kız çocuklarının ve kadınların sosyalleşme şekillerinin yaratabildiği farklılıklar da ısrarla uzmanların  gözünden kaçıyor. Çocukken oğlan ve kız çocuklarının oyun oynama biçimleri bile değişiklikler gösteriyor. Örneğin otistik bir erkek çocuğu belli bir süre zarfında yüksek koordinasyon ve bedensel kabiliyet isteyen futbol gibi takım oyunlarına dahil olamıyor. Dolayısıyla tek kişilik etkinliklere yöneliyorlar. Fakat kız çocuklarının grup halinde oynadığı evcilik gibi oyunlar daha esnek, geçişken ve doğaçlamaya açık olabiliyor. Haliyle otistik kız çocukları tamamen grubun dışında kalmak yerine, belli aralıklarla gruba dahil olup gerekince uzaklaşıp kendi köşesine çekilebildiği formlarda sosyalleşmeyi öğrenebiliyor. Yalnızca oynadığı oyunlarda değil, hayatın her alanında kız çocukları erken yaşlarda daha fazla sosyal taleple karşılaştığı için sosyal kodları daha iyi öğrenmek zorunda kalabiliyor. Bu şekilde tamamımız olmasa da pek çoğumuz daha yoğun maskelemeyi, kendimizi daha iyi saklamayı öğreniyoruz. Birleşik Krallık’ta 700.000 otistiğin dahil olduğu bir araştırmanın sonuçlarına göre oğlanların %50’si, kızların ise ancak %20’si 11 yaşından önce otizm tanısına erişebiliyor. Dünya genelinde kadınlar ve kadın atanan kişiler ancak ömürlerinin ilerleyen zamanlarında otistik oldukları bilgisine erişebiliyor veya hayatları boyunca otistik oldukları bilgisine erişemiyorlar. Otizm çoğu zaman DEHB, anksiyete, disleksi, yeme bozuklukları gibi komorbid durumlarla birlikte görüldüğü için, kadın atanan otistiklerin yaşadığı sorunlar çoğu zaman uzmanlar tarafından başka tanılardan ibaret varsayılıyor. 

 

Yıllar içerisinde otistik erkekler ve kadınlara dair tutulan istatistiklerde yer alan büyük makas kapanmaya ve tanı kriterleri na-trans erkek olmayanları da kapsamaya başladı. Fakat erkeklerde otizmin daha yaygın olduğu fikri hâlâ oldukça baskın. Otizmin yıllarca erkeklere özgü bir kondisyon olarak ele alınmış olması tanı prosedürlerini fazlasıyla aşan bir mesele. Kurgusal yapımlar Sheldon Cooper veya Mucize Doktor’daki Ali Vefa gibi otistiklerin üretim süreçlerinde yer almadığı karakterler üzerinden gerçek otistik özellikleri tam olarak yansıtmayan, bunların bir karikatürü sayılabilecek eril performanslar üretip duruyor. Popüler kültürde sıklıkla ayrı bir durummuş gibi “Asperger, Savant” gibi başlıklar altında yer alan bu tasvirler, tüm otistiklerin sıradan olma hakkını gasp ediyor. Genellikle sosyal olarak acayip olmaları ve garip takıntıları olması üzerinden geliştirilmiş bu karakterler, oğlan çocuklarından farklı sosyalleşen kız çocuklarını mecburen edindiği sosyal yetiler yüzünden kategori dışına daha kalıcı şekillerde itiyor. Otizmin temsil problemleri popüler kültürden ibaret değil. Erkeklerde daha yaygın olduğu imasıyla otizm günümüzde hâlâ pek çok görünürlük çalışmasında mavi renkle sembolize ediliyor.

 

Otistiklerin Cinsiyet Deneyimleri

Otizmin cinsiyetlendirilme biçimleri yalnızca dışarıdan nasıl algılandığımızı değil, kendi içsel deneyimlerimizi de etkiliyor. Otizmin kendine has niteliklerinden biri sosyal kodları anlamakta sıkıntılar yaşamamız ve bunları farklı yorumlamaya yatkın oluşumuz. Otistikler olarak pek çok başka toplumsal olgu gibi, toplumsal cinsiyeti de anlamakta ve “kurallarını” takip etmekte zorluklar yaşıyoruz. Çok fazla insanın bedenlerimize içkin sandığı ikili cinsiyet normları otistikler için sınırları her zaman açık ve seçik olan şeyler değil. Kendi cinsiyet kimliklerimizi toplumsal normlara uygun biçimlerde değil, kendi isteklerimizi takip ederek kurgulamaya nüfusun geri kalanından daha yatkınız. Örneğin otistik bir çocuk erkeklerin etek giymemesi veya sadece kadınların oje sürebileceği gibi yaygın kabul gören kimi cinsiyetlendirilmiş kalıpları kabul etmekte yaşıtlarına kıyasla çok daha fazla zorluk yaşayabilir. Bu yüzden otistik topluluklarda alistik (otistik olmayan) topluluklara kıyasla trans ve kuir deneyimlerin çok yaygın olması büyük bir sürpriz sayılmaz. Bazı otistikler ise uyum sağlamak için atanmış cinsiyetine uygun olarak hiper-feminen veya hiper-maskülen performansları tercih edebilir. 

 

Cinsiyet normlarının dışına düşmemiz veya abartılı cinsiyet ifadeleri sergilemeyi seçmemiz kimi ayrımcılıklara maruz kalmamıza yol açıyor. Bunun yanında sağlamcılığa maruz kalma şekillerimiz, kendi deneyimlerimizi anlayamayacağımız iddiasıyla ayrımcılığın dozunu da arttırabiliyor. Merhaba! Spektrum’dan ekip arkadaşım Alaz Ada’nın Trans Görünürlük Günü Kutlu Olsun yazısında da vurguladığı üzere “otistikler olarak cinsiyet kimliklerimizi ve cinsiyet ifadelerimizi istediğimiz gibi yaşamakta, ihtiyacımız olduğunda uyum süreçlerine erişmekte kesişimsel sorunlarla karşılaşıyoruz.” Otistiklerin kendi cinsiyet deneyimlerini anlayamayacağı fikri, yalnızca otistiklere yönelik ayrımcılıkları pekiştirmiyor. 5harfliler’de yer alan Sevgili JK Rowling, Ben Cinsiyet Normlarına Uyum Göstermeyen Otistik Bir Kişiyim ve Kafam Karışık Değil yazısında da görebileceğiniz üzere otistiklerin trans veya nabinari deneyimleri transfobik argümanları desteklemek için dahi kullanılıyor ve bunlarla da mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

 

Yalnızca atanmış cinsiyetiyle uyum içinde olmayan otistikler değil, eşcinsel, biseksüel veya heteroseksüel otistikler de cinsiyetli deneyimlerini kabul ettirmeye dair sorunlar yaşıyor. Otistikler toplumda kendi kimliğini ve deneyimini yorumlamaktan aciz, cinsiyet-dışı, cinsellik-dışı, hatta sık sık referans verilen haliyle ifade edecek olursam “birer melek” olarak tanımlanıyorlar. İronik olarak aseksüel ve aromantik otistikler de deneyimlerinin geçerliliğini insanlara kanıtlamakla alakalı zorluklar yaşıyor, istemedikleri ilişkileri istedikleri ama otistik oldukları için beceremedikleri varsayılıyor. Çünkü toplumun sağlamcı bakışında bedenlerimiz ve kararlarımız bize ait değilmiş gibi davranılıyor. Otizmin yıllarca puzzle veya soru işaretiyle sembolize edilmesi bunlarla da alakalı: toplum otistiklere tamamlanması gereken, eksik parçası olan, diğer herkes için büyük bir muamma olan bireyler gibi bakıyor. Bu noktada öncelikle bireysel akabinde topluluk olarak beyanlarımız reddediliyor. Tipik varsayılandan farklı bir nörotipi olan dünyalılar değil, dünyayla ilişkisi kopuk uzaylılar gibi tasvir ediliyoruz.

 

Farkındalık Değil, Kabulleniş

Türkiye’de uzun yıllardır otizm konuşulurken otistiklere bakım ve destek sağlayan kişiler başta olmak üzere otizme dair en sık tekrar edilen cümle “otizmin farkındayız”dı. Bu cümlenin altını dolduran anlamın ne olduğunu kavramak bana hâlâ zor geliyor. Tüm hayatı otistiklerle geçen pek çok insan henüz otizmin tam olarak ne olduğunu anlayabilmiş değil. Otizm anlaşılmaz olduğundan değil, birer özne olarak tanımlanmamız herkese zor geldiğinden otizm büyük bir gizem gibi aktarılıyor. 

 

Şüphesiz ki otistik olduğumu öğrenmeden önce ben de otizmi duymuştum. Göz teması kuramamak veya sürekli aynı şeyleri tekrar etmek gibi kimi şeyleri yapan çocukların otistik olabileceğini biliyordum. Sorun şu ki, otizme dair duyduğum şeyler ve otizm temsilleri ile kendim arasında bağ kurabilmem bildiklerim çerçevesinde imkânsızdı. Ne hayat boyu sorunlu davranışlarım üzerinden tanımlanmış ne belli bir yaştan sonra toplumdan dışlanmıştım, ne de lineer bir çizgiymiş gibi tasvir edilen spektrumun “diğer ucuna” atananlar gibi olağanüstü yetilere sahiptim. Kimi zorluklar yaşasam da çevremden belli destekler alarak sıradan bir yetişkinin hayatını sürdürüyordum. 

 

Yüksek lisans için yurtdışına taşınıp o desteklerin bir bölümünden mahrum kalmasaydım, aslında görünmez bir engelimin olduğunu öğreneceğim koşullar belki de asla oluşmayacaktı. Başkaları için kolay gözüken bazı şeyleri yeterince yapabilmek, eşitlenmek için ne kadar ekstra çaba harcadığımı bilemeyecektim. Sessizce yaşadığım tüm zorlukların herkes için biraz böyle olduğunu zannetmeyi sürdürecektim. “Otizm farkındalığı” benim de başka pek çok insan gibi yalnızca otizm diye bir şey olduğunu biliyor olmamla sınırlıydı. 

 

Sorun yalnızca tanıya uzun yıllar erişememiş olmam değil. Eğer ebeveynlerim ben 7 yaşındayken o bale kursundan çıkıp da beni bir psikiyatriste götürmüş olsa, yapılan yönlendirmeler, beni “düzeltme” çabaları ve tüm çocukluğuma yayılan bir “bozukluk” vurgusu neticesinde ben bugün rahatça yapabildiğim pek çok şeyi de yapamaz durumda olacaktım. Toplum otistikleri eşit birer insan olarak görmüyor, nörotipik standartlara uyum sağlayamayanlarımız toplumun tamamen dışına itiliyor, sistematik olarak istismara maruz bırakılıyor. Ancak ve ancak otistiklerin kabul gördüğü ve desteklendiği bir dünyada büyümüş olsaydım hayatım boyunca yaşadığım sorunlar hiç yaşanmamış olabilirdi. Ve yaşadığımız dünya bu ideale yönelik doğru adımları bile henüz atamıyor. 

 

Semboller, temsiller, sloganlar ve yeniden ürettikleri şeyler çok önemli. Toplumu dönüştürme kapasitemizde çok önemli birer rol oynuyorlar. İşte bu yüzden dünya genelinde otistik öz-örgütlenmenin benimsediği #Redinstead sloganını Türkiye’li otistikler olarak #OtizmİçinKırmızıyıSeçin şeklinde kullanmaya başladık. Otistikleri oğlan çocuklarıyla özdeşleştiren mavinin yerine kırmızıyı kullanmak, otizmi bir eksiklik olarak tanımlayan puzzle’ları, otistikleri anlaşılmaz bireyler olarak yaftalayan soru işaretlerini geride bırakmak gelecek nesillerin yolunu açacak. Her kişi birbirinden farklı ve her spektrum kendi içinde sonsuz olasılık içerdiği için sembolümüz de sonsuzluk işareti. 

 

Erken yaşta tanı alabilen otistiklerin sayısı gün geçtikçe artıyor ve güncel olarak dünyaya gelen her elli çocuktan birinin otistik olduğu tahmin ediliyor. Bu da demek oluyor ki tanı almadan yetişkin olmuş ve hayatını otistik olduğunu bilmeden geçirmiş yüz binlerce yetişkin var. İnsan çeşitliliğinin doğal bir parçası olan otistiklerin varlığının farkında olmaktan çok daha fazlasını yapıp artık otistiklerin topluma kabul edilmesini sağlamak için çaba harcamamız gerekiyor. Ayrımcılığın yerine toplumun çeşitliliği, desteği, kabullenişi seçmesi gerekiyor.

 

Kapak görseli: Pino Manos, Sincronicita Rosso Arancio, 2016.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Korunmasız Sevişme: “Bir sabah seçiminin tutsağı olarak uyanır insan”*
Trump Başkan Olduğu Gün Ne Yapıyordun?
Okulun İlk Günü

Pin It on Pinterest