Filmde toplumun baskısına ya da kendi iç sesiyle yaşadığı tartışmaya rağmen Nana’nın bir çıkmaza saplanmadan, ya da bir sanat eserinde nesneleşmeden özgür olabileceği gerçeği atlanır.

SANAT

Hayatını Yaşamak ya da Bu Hayatı Çekmek

“Ben, yaptığımız şeyden her zaman sorumlu ve özgür olduğumuza inanıyorum. Elimi kaldırıyorum, sorumluyum. Başımı sağa çeviriyorum, ben sorumluyum. Ben mutsuzum, ben sorumluyum. Sigara içiyorum, sorumluyum. Gözlerimi kapatıyorum, sorumluyum. Sorumlu olduğumu unutuyorum ama öyleyim.” Nana, Hayatını Yaşamak, 1962

 

Bu yazı Yeni Dalga sinemasının en önemli isimlerinden Jean-Luc Godard’ın 1962’de çektiği Hayatını Yaşamak (Vivre sa vie) filmine odaklanıyor. Film üzerinden seks işçiliği ve bu mesleği icra edenlere olan yaklaşımın sinemada nasıl tekrar tekrar üretildiğine değineceğim.

 

Filmde, parasızlıktan ve borç arayışlarından sonra yaşadığı daireden kovulan ve seks işçiliği yapmaya mecbur kalan Nana’yı izliyoruz. Filmin açılışında Nana’nın (Anna Karina) kısa, siyah saçlarının çevrelediği yüzünü yakın plandan görüyoruz. Sol profilden yutkunurken, kuru dudaklarını yalarken ve önce gözlerini bize doğrultup sonra da yere doğru yöneltirken onu bir belgeseldeki gibi mercek altına alıyoruz. Aynı yaklaşım film boyunca tekrarlanıyor. Hayatını Yaşamak, sadece bir kadının portresi mi? Yakın plan çekimleri, seks işçisi Nana’nın mahremiyet alanının yok olduğunu ve ‘’kamuya’’ sunulduğunu hissettiriyor. Bununla birlikte, o kadar yakından bakmamıza rağmen onu yine de anlayamıyoruz. Nana suskun, varoluşuysa gizemini koruyor.

 

Nana sadece izleyiciler için değil, kendisi için de bir gizem. Seks işçisi olup bedenini ekonomik dolaşıma soktuğunda kesinliğini yitiren, bu dünyada kendisini arayan ama bulamayan biri haline geliyor. Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası kitabında da tarif ettiği gibi, Nana kayıp bir göndergeye dönüşüyor. Bir sahnede, Godard’ın sesinin Edgar Allan Poe’nun “Oval Portre” hikâyesini okuduğunu duyuyoruz. Hikâyeye göre bir ressam, karısının aşırı gerçekçi ve canlıymış hissi veren bir tablosunu yapmaya başlar. Ressam bir süre sonra yaptığı portrenin karşısında saatlerce geçirmeye başlar, çalıştığı kuleden hiç çıkmaz. Karısıysa bu arada giderek zayıf düşer, eriyip solar ve ressam eserine hayranlıkla bakarken ölür. Bu Poe hikâyesi ve Godard’ın sesi, canlı tablo metaforunu sanatların en canlısı olan filmde yeniden üretir. Eğer filmi hareketli portreler serisi olarak alırsak Godard’ı da Poe’nun hikâyesindeki ressama benzetebiliriz. Nana, Godard’ın ürettiği bir portreye dönüşürken gerçekliğini kaybetmeye başlar. Nana’nın imgesi de filmin onu portreleştirmesine paralel olarak gerçeğin yerini tutmaya başlar. Yönetmen, Nana’nın imgesini yaratırken gerçeğin yitirilmesine de göz yumar. Konu seks işçiliği olduğunda, bunun toplumsal, ekonomik, ahlaki ve çevresel birçok boyutu olduğundan bir seks işçisinin de milyonlarca farklı gerçeği olabilir. Ama Godard’ın senaryosunda öznenin öldürülmesiyle Nana’nın gerçekliği de ölür.

 

Yine bakış ve temsil üstüne düşünen Céline Sciamma’nın Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi filminde, Orpheus ve Eurydike hikâyesindeki ozanın, sevdiği kadını bakışıyla cehenneme yolladığı söylenir. Burada Orpheus’un arkaya bakması, dolayısıyla Eurydike’nin sonsuza dek yok olması, ozanın Eurydike’nin gerçekliğini değil, hayalini ve imgesini seçmesinden kaynaklanır. Orpheus’unki “bir sevgilinin değil, ozanın seçimidir.” Peki biz bakışıyla öldüren ozan gibi senaryosuyla Nana’yı öldüren Godard’a dönersek, yönetmenin kaybolmasına izin verdiği gerçek nedir o zaman? Gerçek, para karşılığı gerçekleşen bir ilişkiye giren seks işçisinin, ayıp ya da suçluluk hissetmeden, para kazanma, zevk, mecburiyet veya ötekilerle dayanışma gibi sebebi ne olursa olsun özgürce yaşadığı ve yaşayabileceği kendi hayat hikâyesidir. Filmde toplumun baskısına ya da kendi iç sesiyle yaşadığı tartışmaya rağmen Nana’nın bir çıkmaza saplanmadan, ya da bir sanat eserinde nesneleşmeden özgür olabileceği gerçeği atlanır.

 

Bir başka sahnede Nana, Carl Theodor Dreyer’in Jeanne d’Arc filmini izleyip ağlar. Nana’nın trajik sonu da Katolik kilisesi tarafından kafir olduğu söylenerek diri diri yakılan Jeanne d’Arc’a benzeyecektir. Sanki ortaçağın cadıları ve tüm aykırı figürleri, cinsel yönelimleri farklı olanlarda, trans bireylerde ve seks işçilerinde ruh bulmuş gibidir. İktidarın kültürel ve sembolik otoritelerine meydan okuyan herkesin cadılaşması, genç kadınların baştan çıkarıcı, dulların tehlikeli, seks işçilerinin de marjinal olması kaçınılmazdır.

 

Hayatını Yaşamak, hayatına yön veremeyen bir seks işçisinin hayatına son verme hakkını da patronuna ve bir pezevenge verir. Ama Nana’nın ölümü ve maruz kaldığı çapraz ateş, suçluyu aramanın anlamsızlaştığı bir durum yaratır. Sadece Nana değil, Nana’nın temsil ettiği seks işçisi de hiç anlaşılamadan ölür. Bu ölüm onun “bağışlanmasının” koşuludur. O da Jeanne d’Arc’ın kutsallığına erişip suçundan arınır. Ama Nana neden suçlu görülür? Özgür olduğunu bilir. Kendi seçimlerinden sorumlu olduğunun bilincindedir. Ne yönetmen ne de kırılgan erkeklik bunu anlamaya muktedirdir.

 

Ana görsel: Hayatını Yaşamak filminin “Oval Portre” sahnesinden bir kare

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YTropiklerin Şehrazadı Consuelo
Tropiklerin Şehrazadı Consuelo

Evlilik yaşamının boğuculuğu, Consuelo’nun sevme kapasitesini azaltıp yaşam gücünü de tüketecek güçtedir. Antoine, Consuelo’nun mutsuz evliliğini eşinin kalbinin bencilliğine; sevmekten çok, sevilmeye düşkünlüğüne bağlar.

Bir de bunlar var

Dayanışmanın Gücü Adına: Göle Taş Attım Tsunami Gibi Geri Geldi
Nineler ve Yemekleri
Babaları Kızdırıyoruz

Pin It on Pinterest