In nova fert animus mutatas dicere formas
corpora; di, coeptis (nam vos mutastis et illas)
adspirate meis primaque ab origine mundi
ad mea perpetuum deducite tempora carmen.
Ovidius, Metamorphōseōn librī, 1.1-4
Anlatmak isterim yeni biçimler alışını
Değişen nesnelerin, sizin işiniz bunlar,
Yardım edin bana başladığım işde ey tanrılar.
Ulaştırın bu türkümü doğanın kaynağından
Günümüze.
Ovidius, Dönüşümler, çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, 1.1-5
İfade
Ovidius’un Dönüşümler’i tek, baskın, ama bir taraftan kendisi de akışkan ve cıvamsı bir konu etrafında şekillenir: varlıkların biçim değiştirip dönüşmesi, yeni, öngörülemez bedenlere bürünmesi, yani mutata. Biçim değiştirenler dönüşümlerini çoğunlukla isteyerek değil, zorunlu kaldıkları için, baskı altında, acı çekerek yaşarlar. Dönüştürenler, kendilerine bahş edilmiş tüm ayrıcalık ve kudretle duyarsızlaşmış, dönüştürmeye kâdir olan tanrılardır. Ölümlü kurbanlarını bazen lütuf veya ceza olarak, çoğu zamansa şehvet, kızgınlık, bazen de anlık kıskançlık ve kaprisleri sonucunda dönüşmeye mahkum ederler. Yani dönüşümler mutlak iktidarın yan ürünüdür. Kaba ve sınırsız gücün, onun doğurduğu kibrin, bencilliğin, umursamazlığın, acımasızlık ve adaletsizliğin sonucudur. Dönüşümler sadece hisse çıkarılacak, hayali ve uzakta kalmış bir geçmişe ait değildir. Ovidius dönüşümleri düşsel, mitik bir âlemden kendi gününe, Augustus Roma’sına uzanan devamlı, uzun bir şiir olarak anlatır. Dönüşenler ölmez. Bitkisel, hayvansı, madeni formlara, ağaca, taşa, ırmağa, geyiğe, adaya dönüşenlerin sadece biçimi değil, varlığı, iç dünyası da değişmiştir. Ağaçlaşan Daphne gibi kimliği belirsizleşmiş ya da tümden yok olmuşur. Daphne’nin dönüşümünün nedeni tecavüzdür. Dehşetle saldırganından kaçarken, taşlara dikenlere basarak koşarken saçlarında, omuzlarında Apollo’nun nefesini hisseden Daphne son adımını attığında çıplak ayakları soğuk yere basıp hissizleşir, pençeleşip toprağa kenetlenir.
Göster kendini. Yetiş…
Ey yeryüzü … Dönüştür beni,
Kaldır güzelliğimi, kurtar beni.
1.544-547
Yere çakılmış bedeni üzerinde önce şeffaf, kaygan, zarsı bir katman oluşur. Sonra o zar sertleşip kabuklaşır. Ardından şaçları yabanlaşıp yapraklanır, kolları kararıp dallaşır. Yetişen Apollo ancak bu çalımsı dalları kollarının arasına alır, soğuyan, katılaşan gövdeyi sanki az önce nefes nefese kaçan bedenmişçesine kucaklar. Kabuklaşan yüzeyin altında uzaktan hala atan bir kalbin sesi duyulur.
Bu Ovidius’un değişken, girdaplı, su gibi akışkan anlatısı. Bundan sonrası ona öykünme. Korkuyla içe dönmek, baskıyla, hoyratlıkla, şiddet altında, olmadığı, istemediği bir şey gibi görünmek, görünmek zorunda kalmak, ve sonunda o şeye dönüşmek üzerine bir sıra çizim ve onlara iliştirilmiş bir kaç söz. Bu dönüşümlerin zamanı yok, yeriyse bir hayali ülke, Zorabad.
Zorabad’da Yerin Yurdun Dönüşümü
Önceki faslımızda Zorabad vücuda gelmeden, toprağını insan bürümeden dünyanın hâli nedir, onu söyledik. Şimdi de insan kubbe-i felekten inip, yer yüzüne üşüşüp, ona ne cefalar etmiştir, onu hikâye edelim.
Dünyanın yüzü güvercin boynu gibi rengârenktir, güzel suretle yaratılmış âlâ yerdir. Ama bilmiş ol ki, onun da cevherinde çekişme, rahminde bir keşmekeş vardır. İlk karmaşanın çığlığı hâlâ özünde gizli, yaratılışın uyuşmaz, hazmedilmemiş tohumları derinlerinde hapistir. Bu yüzden nefsi karara gelmez, mayası ebedi dönüşkendir. Tekrar ve tekrar kendini bu kusurla yaratıp var eder. Rüzgârların kardeş kavgası, su ile havanın, ateş ile toprağın sonsuz deveranı hep bundandır. Kâh ateş toprağa düşer, asıldığı felekten iner, kâh dallardan su yürür, gökkubbeye ulaşır. Kâh sular kabarır, toprağı emip yutar, kâh toprak suları basar, denizi kara eyler. Nehirler taraf değiştirir, kıyılar med cezirle bocalar, haliçler boşalır dolar, alışveriş böyle devam eder. Kıyas et ki lodosun dahi kararsızlığı bundandır; vadilerden boynunu uzatan sis gibi, onun da yarısı hava yarısı sudur. Dünyada çekişme çoktur ama, yenişmeden eser yoktur. Sıcak ile soğuk, sert ile yumuşak, hafif ile ağır, aynı bedende hâl ve hamur olur. Sonunda dünyanın tüm hareketi dengi dengine gelir, örgü gibi üstü üste katlanır, biri biriyle anlaşır. Hareketi dâimdir, ama değişimi sanki evvelsiz âhirsiz, ezelsiz ebedsiz tek bir andır.
İşte insanın apansızdan gelişi dünyayı yerinden yuvasından eder, kendini besleyen hareketi yatağından saptırır. Derler ki insan ilk Serendib adasına, Zehür dağına indi. Açgözlüdür, bir iki yürüyüp adanın bir ucundan ağaçları kırmaya başladı. Yumuşak tepeleri düzledi, istedi ki dünya mülkünü yağmalayıp tarla ede. ‘Su güdülmek ister’ dedi, kendi keyfince vadi açtı. Nehri cetvele alıp, kumunu bir yana, madenini bir yana ayırdı. Güzelce mırıldayan çakıllarını kaldırıp denize attı. Vardı, sıradağların yönünü değiştirdi. Cine, yılana, karıncaya hükmetti. Öküzü boyundurukta inletti. Kudüm dövüp sancak açtı, yedi iklime yayıldı.
Dünya oncılayın cefa görmemiş idi. Hışımla dönüp insana ‘Ben kimim?’ diye buyurdu. İnsan, yüzünde vakar burcu, ‘Ya ben kimim?’ diye cevap verdi. Sonra dünyaya ‘ağzını aç’ dedi, içinden ruhunu çekiverip aldı. Dünya can acısından bağrını tuttu. Sessizliği çığlık gibi asumana yükseldi. On iki bin yıl ağladı. Şimdi var kendine sor, yerin sabrı ne kadardır? Ya toprak hatırlamaz mı kendine yapılanı?
Toprağın insanı kabulü, yüzünün yumuşaklığından derler. İnsan önce toprağı mamur etti, onu hayali çizgilerle böldü. Bölerken de kuşun böceğin yolunu kesti. Kuşla böcek döner gider, ya ağaç ne yapsın? Kökünü kaldırıp yürüyemez ki kaçsın. Sonra insan çoğaldı, yeryüzüne saçıldı. Toprağa mağrur binalar dikti. Suyu kemerlere asıp süslü çeşmelerden akıttı. Gemilere binip ormanı, balığı, tuzu hasat etti. Misk, amber, kâfur, mürrüsâfi, ak inci, mıknatıs ve laciverdi çıkardı, son zerresine dek tüketti. Fil azısı gibi dişlerle toprağı alt üst etti. En bulunmaz madeni, yerin dibinden alıp, en taze heveslerini doyurmak için harcadı. Zamanın en dibindeki tortuyu deşip kendi aletlerine kattı, birbiriyle söyleşti, türlü tasvir çıkardı. Çeliği dövüp ateşe verdi, düğümlenmiş yalımları hasat etti. Sonra kıçından dumanlar saçan küplerin üstüne bindi, gökyüzüne yükseldi. Öyle bir sökün etti ki göğün kara hırkası yırtıldı. Kopardığı tozdan meğer dünya gece oldu. Elli günlük menzile bir demde varıverdi. Kıvılcım taneleri ekip, kızgın nurdan şerareler biçti, deryanın altındaki sacı kızdırdı, balığı mercanı telef etti. Böylece iki yüz yıl geçti, göller çekildi, billur dağlar eridi, zamansız yağmurlar çok oldu. Dünya bir büyük yaraya döndü, içinde bir yaraya olsun sığacak yer kalmadı. İnsan az nesne ile kanaat etmedi, çok nesne ile doymadı. Ağacın ânı, ırmağın, taşın, yığılmış toprağın ânı, kendi ânı ile bir olsun istedi. Onları kendi diline, kendi zamanına tâbi kılmak istedi. Göremedi ki, su damlamayı bilir ama, sayı saymayı bilmez. Şafağın hamlığında açıveren çiçek, dakikadan anlamaz; nehir uzar kıvrılır, yazı yazmayı bilmez; yüzlerce yaprak bir avazda hışırdar, sözdiziminden anlamaz.
Söz uzamasın, işte Zorabad’ın çürümüş krallığı, böyle bir dünyaya doğdu. Başkoca kendisini imarın neferi bildi. Ev sahibini öldüren misafir gibi, Zorabad’ın mülkünü bir güzelce talan etti. Kana doymuş toprağı, asfalt ile sıvadı. Erkek mekânı edip kendince şenlendirdi. Nehirleri on iki şak edip ağızlarını tıkadı. Ne kadar deşip yığsa da hafriyata doymadı. Gelecek fışkıran meyveleri dalından yere atıp ayaklarıyla çiğnedi. Cinlerin tuttuğu ormanı bile dönüm dönüm paylaştı. Ulular nemalanıp şükrettiler. Sanki Başkoca’nın tüm uzuvları saçıldı da, sadakatsiz kollar gibi Zorabad’ı kapladı. Arzın rahmindeki kargaşa Zorabad’da yüze çıktı. Eğer er eğer geç, her mekâna girer oldu. Ve Zorabad’ın dört yanı, locus suspectus derler, kuşkulu yere döndü. Zorabadlı her kişi şiddetin pususunda yaşamaya alıştı. Güzellik gördüğü yerde endişe eder oldu.Bir daha döndüğünde yerinde bulamaz diye, çakır dikenine bile hasretle bakar oldu. Başkoca Zorabad’ı alıp kendi şanına layık boz bir kabre döndürdü.
Ah Zorabad. Bari bitişin heybetli bir bitiş olaydı.
İllüstrasyon: A. Ersoy