Kadınlar ve bedenleri arasına konulmak ve giderek daha da açılmak istenen bir mesafe var.
Kadın bedeninin medikalleşmesi de diyebiliriz buna.
Medikalize edilen kadın bedeni yalnızca değişen tıbbi söylemin ve pratiğin bir ürünü değil üstelik. Kadın bedeninin görülme ve algılanma biçimlerini şekillendiren politik karşılaşmaların ve tartışmaların da bir sonucu. Bilimsel bilginin evrensellik iddiası, feminist düşünür Donna Haraway’in de bahsettiği gibi beraberinde bir “evrensel doğal beden” [1] varsayımını getiriyor. Bu da bedenleri sınıflandırıp kontrol altına almada kullanılacak bir ideal ve ölçüt ortaya çıkarıyor. Ancak bu anlayışı tahrip eden bilgi ve söylemler de yok değil.
Bu tahripkârlıkta parmağı olan deneyimlerden biri, hakkında nedense hep küçük harfle konuşmak durumunda bırakıldığımız menopoz. Kuzey Amerika ve Japonya bağlamında menopoz üzerine üretilmiş bilimsel bilgilere bakıldığındaysa bilimsel bilginin evrensel olmaktan uzak olduğunu, aksine, bölgenin ve toplumun kültürüne bağlı olarak şekil aldığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Tıbbi antropolog Margaret Lock, “The Politics of Mid-Life and Menopause” isimli makalesinde [2] Kuzey Amerika ve Japonya’da menopoz üzerine üretilen tıbbi ve yerel söylemler üzerinden bu iki farklı bağlamda menopoz algısındaki ve (cis) kadınların toplumsal konumlanışındaki farkları inceliyor. Kadınların deneyimledikleri yaşamsal döngüler, on dokuzuncu yüzyılın ortasından beri özellikle Amerika ve Avrupa’da gelişen tıp söylemi ve pratiğinde müdahale gerektiren, çeşitli “tedavi” yöntemleriyle “iyileştirilmesi” veya “düzeltilmesi” gereken süreçler olarak görülürken Lock’un karşımıza çıkardığı Japonya örneği, bedenlerimiz üzerine üretilen “genel-geçer” olarak kabul edilen bilginin tarihsel ve kültürel etkenlerle ne kadar yakın ilişki içinde ortaya çıktığını gözler önüne seriyor.
Lock, Batılı tıp söyleminde kadınların menopoz deneyiminin bireyselliğinin ve sosyal ilişkilere etkisinin tamamen göz ardı edildiğinden, orta yaşlı kadınların gözden kaybolarak yerlerini östrojen seviyeleri, ateş basmaları ve olası kalp krizlerine bıraktıklarından yola çıkarak, yaş alma sürecine dair kimyasal açıklamaların ve rakamların ötesinde bir anlatı yaratma çabasıyla, kadınları dışında bırakıldıkları bu bilgi alanına birer aktör olarak sokuyor.
Kadınların adet döngülerinin bitişinin bir hastalık veya (hormonal) bir eksiklik olarak görülmesi yaşamlarının üremeye endeksli olduğu varsayımını içinde barındırıyor. Böylece, artık üreyemeyen kadın bedeni anormalleştiriliyor. Bu süreçte, orta yaşlı kadın bedeni, yalnızca daha genç ve doğurgan kadın bedeniyle değil, erkek bedeniyle de karşılaştırılarak bu farklar (eksiklikler) üzerinden tanımlanıyor. Erkeklerin ölene kadar üreyebilme potansiyeli olduğu genel olarak doğru kabul edilen bir bilgiyken, yaş almanın erkeklerin de üreme kabiliyetlerini önemli ölçüde azalttığından (Lock’un atıfta bulunduğu araştırmalara göre 60 yaşına erişen erkeklerin yüzde 70’inden fazlası cinsel iktidarsızlık yaşıyor ve bu oran 80 yaşına erişince yüzde 100’e yaklaşıyor) söz edilmiyor. Kadınlarsa menopoz üzerine üretilen söylemler aracılığıyla ötekileştiriliyor ve “eksik,” “hasta,” ve “olması gerektiği gibi işlemeyen” bedenler olarak etiketleniyor.
Üstelik, artık üreyemeyen kadınların “tedavi” edilmesi gerektiği fikri ve ilaç tedavisi görmeyen kadınların menopoz sonrası osteoporoz (kemik erimesi) riskine oldukça açık olduğu savı, kadınların sağlığını gözetme kisvesi altında sağlık sektörüne ayrıca kazanç kapısı oluyor. Günümüz tıbbi söylemine göre menopozdan negatif etkilenen doku ve organlara pelvik organlar (vulva, vajina ve rahim), memeler, deri ve kemiklerin yanı sıra kalp ve kardiyovasküler sistem, hatta ruh sağlığı da dahil ediliyor. Böylece kadınların yaşamlarının menopoz sonrası dönemi devamlı olarak tedavi ve kontrol edilmesi gereken bir dönem olarak belirleniyor. Yaşamlarının ortalama son otuz yılında bedenlerinin medikalize edilmesinin meşruiyeti, genç ve doğurgan kadınların bedenlerinin “normal” ve “sağlıklı” kadın bedeni olarak kabul edilmesi ve standart ölçü olarak belirlenmesi üzerinden kuruluyor. Dolayısıyla yaş alan ve östrojen seviyeleri düşen kadın bedenleri doğrudan patolojik olarak konumlandırılıyor.
Kadınları aniden düşen östrojen seviyelerinden ve diğer “semptomlardan” en iyi ne şekilde “korumak” gerektiği 70’li yıllardan beri tıp literatüründe çokça yer buluyor. Bu literatür, kadınların devamlı olarak hormon takviyesi almadıkları sürece kendilerine biçilen ortalama yaşam süresine sağlıklı bir şekilde erişemeyecekleri varsayımına dayanıyor. Yapılan araştırmalara göre, östrojen ikame terapisinin teşkil ettiği azımsanamayacak riske rağmen bu tedaviyi gören kadınların hastaneye yatırılma oranlarının yüzde 14’lük bir düşüş göstermesi, tedavinin faydasının ağır bastığına işaret ediyor. Ancak bu tedavinin etkili olabilmesi için kadınların yaşamlarının geri kalanı boyunca tedavinin gerektirdiği hormon takviyesine devam etmeleri ve sürecin yarattığı riskleri takip etmek adına düzenli olarak kontrole giderek sancılı ve invaziv testlere maruz kalmaları gerekiyor.
Lock araştırmasında, kadınların bu diskurun hegemonyasına sessiz kalmadıklarına ve menopozun bir hastalık olarak görülmesine karşı çıktıklarına yer veriyor. Kuzey Amerika’daki kadınlar tarafından üretilen söylemler, menopoz sonrası hormon üretimlerinin varsayıldığı gibi tamamen durmadığına, kullanılan tedavi yöntemlerinin uzun vadede kesin olarak güvenli ve etkili olduğunu kanıtlamaya yetecek süredir uygulanmadığına ve tedavi gören kadınların risklere ve yan etkilere karşı etraflıca bilgilendirilmediğine de dikkat çekiyor. Aynı zamanda, hormon replasman tedavilerine alternatif olarak beslenme alışkanlıklarını değiştirmek ve sigara ve alkol kullanımını azaltmak gibi çok daha güvenli, risksiz ve etkisi kanıtlanmış yöntemler olduğu da belirtiliyor. Tüm bu tutarsızlıklara rağmen hormon replasman tedavisi rutin olarak uygulanmaya devam ediyor.
Lock, hormon replasman endüstrisini 20. yüzyılın başından itibaren besleyen ve yaygınlaştıran üç bağlantılı etmenden bahsediyor: doktorlar, ilaç firmaları ve devlet. Kadın doğum doktorlarına (onların yanı sıra kardiyologlar ile diğer alakalı uzmanlıklara) ve ilaç firmalarına gelir kazandıran bu endüstri, östrojen ve progesteron üreten büyük ilaç firmaları tarafından fonlanan araştırmacıların yaptıkları çalışmalar ve yazdıkları makaleler tarafından desteklenerek zaman geçtikçe büyüyor. Aynı zamanda, yaş alan kadınların menopoz sonrası kemik erimesiyle birlikte devlet ve toplum tarafından karşılanacak olan sağlık masraflarının artması riski, devletin gözünde ekonomik yükümlülük olarak görülmelerine neden oluyor. Kadınların bedenlerinin medikalize edilmesi, birbirini destekleyen üç etmenin bu grup üzerinden düzenli olarak fayda sağlamalarına, diğer bir deyişle ekonomik kayıplarını azaltarak kazançlarını arttırmalarına yarıyor.
Japonya’daysa menopozun Kuzey Amerika’dakinden farklı olarak bir “medeniyet” veya “modernleşme hastalığı” olarak görüldüğünü görüyoruz. Kuzey Amerika’daki fazla genelleyici menopoz söyleminin karşısında, Japonya’da menopoz yalnızca sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan kesime has “lüks” bir hastalık. Lock’un aktardığı üzere, Japonya’da genel olarak menopoz tanısı koyulan kadınların bolca boş vakti olan, hayatta belli bir amacı ya da görevi olmayan ve topluma belirli bir katkı sağlamayan kadınlar olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla Japonya’daki menopoz algısının Batılı tıp söyleminin en büyük farkının, menopozun adet döngülerinin bitişi gibi biyolojik bir olay yerine kültürel, sosyal ve ekonomik koşullar üzerinden tanımlanıyor olması olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en önemli sebebiyse Japonya’da kadınların 50’li yaşlarda hayatlarının olgunluk çağına eriştiklerine, sorumlulukları olarak kabul edilen, aile bireylerinin (genellikle okul çağına henüz gelmemiş torunların ve bakıma muhtaç aile büyüklerinin) bakımını üstlenme görevini bu yaşlardan itibaren daha rahat bir şekilde bu yetilerini kaybedene dek yerine getirebileceklerine, inanılıyor oluşu. Doğurganlık elbette önemli bir işlev olarak görülürken, kadınların biyolojik olarak sahip oldukları varsayılan bakıcılık ve gözeticilik rolleri doğurganlıklarıyla birlikte sona ermiyor. Bu da bu iki farklı bağlamda yalnızca menopoz algısının değil, kadın bedeni algısının da değişiklikler gösterdiğine işaret ediyor: Batı geleneğinde kadınlar piyasa ekonomisine katkı sağlayan işgücü olarak görülürken Japonya’da kadınlar birincil olarak bakıcı/gözetici, yani eviçi emeğin neferleri, olarak görülüyor. Menstrüasyonun bitmesi bir anormalliktense saçların beyazlaması ve gözlerin iyi görmemesi gibi yaş almanın doğal ve kaçınılmaz bir parçası olarak kabul edildiğinden ve genç ve doğurgan kadın vücudu standart olarak belirlenmediğinden yaş alan kadın bedeni “eksik” veya “anormal” olarak sınıflandırılmıyor.
Yapılan araştırmaların temelini oluşturan görüşmelere göre, çoğu kadın sıcak basması ve gece terlemesi gibi menopozun başlıca semptomlarını tecrübe etmediklerini bildiriyor. Ancak kadınların bu cevaplarının Japon kültürü ve geleneğinden etkilenip etkilenmediği bilinmiyor. Japonya bağlamında çalışma ahlakına verilen önem, toplum içerisindeki bireylerin tembellikle suçlanmaktan olabildiğince kaçınmalarına ve bununla bağlantılı olarak irade gücü, dayanıklılık ve çalışkanlığın takdir ve tercih edilen özellikler olarak görülmesine yol açıyor. Üç kuşağın bir arada yaşadığı aile modelinin ve gittikçe artan yaşlı nüfusun etkisiyle, Japon kültüründeki “iyi eş ve bilge anne” ideali, aile içerisindeki kadınların günlük sorumluluklarına ek olarak bakıma muhtaç akrabalara bakma görevini üstlenmelerini de gerektiriyor. Dolayısıyla, kültürel olarak belirlenmiş rollerini yerine getirmeleri ve ev halkına hizmet verebilmeleri için kadınlardan kendilerini disipline etmeleri bekleniyor. Bu özdenetim ve disiplin beklentisi, kadınların tecrübe ettikleri her türlü fiziksel sıkıntıyı gözardı etme eğiliminde olmalarına neden oluyor. Sosyal alanda belirlenmiş görevlerini yerine getirmeyen veya hastalık ve benzeri nedenlerden dolayı getiremeyen kadınlar, yeterince irade gücü ve dayanıklılık sergilemedikleri için toplumun geri kalanı tarafından “zayıf” olarak nitelendiriliyor. Sonuç olarak, kadınlara ve topluma yüklenen bu ek sorumluluklar ve bunları yerine getirebilmekle ilişkilendirilen ahlaki söylemler nedeniyle, menstrüasyonun bitmesi meselesi geri planda kalıyor.
Görüyoruz ki, tıp söylemin iddia edilenin aksine evrensel ve genel-geçer bir söylem değil. Geleneksel cinsiyet rollerine, toplumların sosyal ve kültürel değer yargılarına ve çeşitli iktidar sahibi etmenlerin kendi faydaları için oluşturduğu algılara bağlı olarak ortaya çıkıyor ve devamlı olarak da yeniden şekilleniyor. Üretilen bu bilginin evrensel ve mutlak bilgi olarak sunulmasının sağladığı otoritenin arkasında ise Aydınlanma Çağı’ndan kalma Avrupa ve Kuzey Amerika merkezli bilginin, bilimin ve mantığın üstünlüğü varsayımı yatıyor. Dolayısıyla herhangi bir bağlamdaki menopoz söyleminin objektivite iddiasını doğrudan kabul etmeyerek altında yatan varsayımları ve söylemin oluşmasında etkisi olan faktörleri incelemek, bize o kültür ve gelenek özelinde kadın bedeninin ve toplumsal cinsiyetin ne şekilde algılandığı ve anlamlandırıldığını gösterebiliyor. Örneğin, Batı’nın aynılaştıran ve genelleyen menopoz söyleminin doğurgan olmayan kadın bedenini medikalize eden, kadınları erkeklerin karşısında konumlayarak tanımlayan ve ekonomik verimlilikleri üzerinden değer atfeden varsayım ve sistemlerden ortaya çıktığını görünür kılmak, evrensel olduğu iddia edilen bu bilginin üretiminde kadınların söz sahibi olmadığını ve bilgi üretimi yoluyla erkek egemen, kapitalist ve sömürgeci yapıların sürdürüldüğünü de görünür kılmak anlamına geliyor.
Tüm bunlar göz önüne alınınca ise cevaplanmamış bir soru karşımıza çıkıyor: Neden karşılaştığımız menopoz söylemleri birbirlerinden farklı ekosistemler içerisinde ortaya çıktıkları halde menopoz bağlamdan bağımsız bir şekilde daima negatif olarak işaretleniyor? Bağlantılı bir diğer soru da, kadınların yaşamsal döngüleri ideolojik tasarıların hedef tahtasındayken neden erkek bedenlerinin bu şekilde medikalize edilmediği. Kuzey Amerika ve Avrupa tıp literatüründe 50’li yıllara kadar bir hastalık olarak görülen “kadın histerisi”ni anımsatan menopoz söylemleri, medikalizasyonun ve “evrensel” bilgi üretiminin kadın bedeni üzerinde kurulan hakimiyetin hem meşruiyetini hem de devamlılığını sağladığını bir kez daha ortaya koyuyor.
[1] Donna Haraway’in Primate Visions: Gender, Race, and Nature in the World of Modern Science isimli kitabında detaylı olarak bahsi geçiyor.
[2] Lock, Margaret. “The Politics of Mid-Life and Menopause: Ideologies for the Second Sex.” Knowledge, Power, and Practice: The Anthropology of Medicine and Everyday Life, ed. Shirley Lindenbaum ve Margaret Lock, Berkeley: University of California Press, 1993.
Kapak görseli: Gabrielle Roberts-Dalton’ın Menopoz serisinden.